“Marksizm, insanların her zaman aldatılmanın ve kendi kendini aldatmanın saf kurbanları olduğuna dikkat çeker. Ve insanlar, herhangi bir ahlâki, dini, politik, sosyal safsatanın, açıklama ve vaadin arkasında şu ya da bu sınıfın çıkarlarını aramayı öğrenmedikleri sürece de bunların kurbanı olmaya devam edeceklerdir.” (Elif Çağlı, İdeolojinin Önemi ve Sınıf Temeline Oturmayan Devrimcilik)
Burjuva egemenliğine karşı yürütülen devrimci mücadelenin en temel ayaklarından birini hiç kuşkusuz ki, ideolojik mücadele oluşturmaktadır. Burjuvazi elindeki her türlü olanağı kullanarak kitlelerin bilincini dumura uğratmaya ve gerçeklik algısını kendi çıkarları doğrultusunda çarpıtmaya çalışmaktadır. Kelimelere kendi çıkarları doğrultusunda anlamlar yükleyen egemen sınıf, iletişimin temel aracı olan dili de sınıfsal tahakkümü altında tutuyor. Egemenlerin sıklıkla kullandığı “terör” ve “terörle mücadele” kavramları da bunun örneği durumundadır.
“Terör sözcüğü en geniş anlamıyla ve bire bir kelime karşılığıyla dehşet ya da şiddet demektir. Ancak tüm sınıflı toplumlarda olduğu gibi kapitalist toplumda da, siyasal mücadele ve sınıf savaşı söz konusu olduğunda kavramlar tarafsızlığını yitirir. En objektif gibi görünen sözcükler bile, egemen sınıfın azgın çıkarlarına alet edildiğinde farklı “şifre”lere dönüştürülür. Tıpkı günümüzde burjuvazinin terör kavramı eşliğinde yürüttüğü “kanlı oyun”da olduğu gibi. O nedenle sorun, gündelik yaşamda artık sıkça duyduğumuz bir kavramın basitçe ne anlama geldiği değil; hangi sınıf tarafından ne amaçla kullanıldığıdır.” (Elif Çağlı, “Terör”ün Ardına Gizlenen Gerçekler, MT, Ağustos 2005)
Elif Çağlı’nın vurguladığı gibi, “terör” burjuvazinin çok sıkça kullandığı ve içeriğini kendi çıkarlarına göre topluma benimsetmeye çalıştığı ideolojik bir kavram. ABD emperyalizmi “uluslararası terörle mücadele” kılıfı altında Ortadoğu’da ve Avrasya’da hegemonya mücadelesi yürütüyor. İsrail, Filistin direnişini “terör” olarak ilan ederken, Filistin halkının üzerine bombalar yağdırıyor. Rusya, Çeçenistan’ı bombalarken yine aynı gerekçelerin ardına sığınıyor. Türkiye’de de egemenler Kürt halkının ulusal başkaldırısını “terör” olarak tanımlıyor. Kısacası dünyanın tüm egemen burjuva devletleri, başkaldıran ezilenleri “terörist” ilan ederek, ekonomik ve siyasal çıkarları uğruna sürdürdükleri haksız savaşları meşru göstermeye çalışıyorlar.
Terör kavramının doğuşu
Marksizm siyasal kavramların statik değil dinamik olduklarını, yani toplumsal mücadelelerin seyri içerisinde kavramların tarihsel bir evrime uğradıklarını ve farklı içerikler kazandıklarını ortaya koyar. Fransız Devrimi döneminde “dehşet”, “şiddet” gibi anlamlar taşıyan Latince kökenli “terör” kavramı siyasal bir içerik kazandı. 1789 Fransız devrimini izleyen yıllarda, Robespierre önderliğindeki Jakobenlerin iktidarı altında “terör rejimi” olarak adlandırılan bir süreç (1793-1794) yaşanmıştır. Jakobenler radikal küçük-burjuvazinin devrimci temsilcileriydiler. Konvansiyon Meclisini ele geçirip, diğer partileri ve örgütleri yasakladılar. Bütün yetkileri ellerinde toplayan Jakobenler, küçük bir grup olmalarına rağmen cumhuriyeti egemen kılmak üzere kralcı muhaliflerini şiddet yöntemleri kullanarak ezdiler. Marx, burjuva devrimine öncülük eden Jakobenlerin cumhuriyet rejimine karşı çıkan kralcıları terör rejimiyle ezme çabalarını, uygulamalarının acımasızlığıyla değil sınıflar mücadelesinin seyri içerisinde üstlendiği rol açısından değerlendirdi. Cumhuriyeti alt sınıflarla bütünleştirme, soyluların ve kralcıların tasfiyesi, genel oy hakkının kabulü, Fransız sömürgelerinde köleliğin kaldırılması gibi ilerici adımlar “terör rejimi”nin ürünüydü.
Jakobenlerin iktidarı altında tarihsel olarak ilerici misyonlar üstlenen “terör rejimi” yoksul sınıfların soylulardan avamca hesap sormasının ifadesiydi. Bu yönüyle söz konusu rejim daha sonraki dönemlerde yaşanacak olan terör rejimlerinden, ya da bugün dünya çapında egemenlerin ezilenleri yıldırmak üzere sıklıkla başvurdukları “devlet teröründen” temelden farklı bir nitelik taşıyordu.
Bireysel terörizm sorunu
Troçki, “halkı tiranların egemenliğinden kurtaracak hançerlerin” tarihçesinin oldukça eskiye dayandığını vurgular. Kapitalizmin geliştiği 18. ve 19. yüzyıllarda ise silahlı mücadeleyi temel alan, devrimci siyasal akımlar varlık buldu. Babeuf, 1789 Fransız devrimi döneminde, Blanqui ise 1848 devrimi öncesinde ve sonrasında devrimci gruplar örgütleyerek komplo eylemlerine girişmişlerdi. Bu devrimci liderler henüz iktidarı alacak yetkinliğe ulaşmamış haldeki işçi sınıfının ve emekçi kitlelerin yerine kendi küçük disiplinli komplocu örgütlerini koyarak, kitleler adına devrim yapacaklarına inanıyorlardı. Blanqui, 500 silahlı militan ile Paris’teki hükümet sarayını 2 günlüğüne işgal etmiş ama bu girişimi başarısızlığa uğrayarak ömür boyu hapse mahkûm olmuştu.
Egemenlerin, bu tür devrimci grupları, aralarına ajan yerleştirmek ve bunları en uygunsuz zamanda ve biçimde eyleme kışkırtmak gibi yöntemlere başvurarak ortadan kaldırmaları zor olmadı. Babeuf idam edildi. Blanqui, toplumsal mücadeleler tarihi içinde en uzun süre hapiste yatmış (37 yıl) isimler arasında yer aldı. Marx ve Engels, silahlı bir azınlığın disiplinli eylemine bel bağlayan Babeuf ve Blanqui gibi devrimcilerin komplocu mücadele yöntemlerini onaylamamıştı. Öte yandan Marx, 1871 Paris Komünü sırasında Blanqui’nin hapiste olmasını önemli bir kayıp olarak görmüş, kararsızlıklar içerisinde yalpalayan Komün’ün, Blanqui gibi bir “düşünen beyinden” yoksun olduğunu söylemişti.
Daha sonra Fransa ve Avrupa’nın diğer bazı ülkelerinde benzer anlayışlara sahip küçük örgütlenmeler ve bunların zaman zaman ses getiren eylemleri oldu. Ancak bu mücadele yöntemi asıl olarak 19. yüzyılın son çeyreğinde yeni bir düzeye yükseldi. Bu sıçramanın gerçekleştiği ülke Rusya idi. Rusya’daki Çarlık rejimiyle mücadele etmek üzere terörizmi sistematik bir devrimci mücadele yöntemi olarak formüle eden radikal Rus aydınları Narodnaya Volya adında bir örgüt kurmuşlardı. Örgüt 1879’da dağıttığı bir bildirgede terör konusundaki tutumunu şöyle ortaya koyuyordu:
“Yönetimdeki en zararlı kişileri yok etmeyi, (…) yönetimden gelen şiddet, zorbalık eylemlerinden belli başlılarını işleyenleri cezalandırmayı içeren terör eylemleri, yönetim erkinin saygınlığını sarsmayı, yönetime karşı savaşımın olanaklılığını sürekli kanıtlamayı, böylece halkın devrimci ruhunu canlandırmayı, davanın başarıya ulaşacağına güvenmesini sağlamayı, son olarak da, dövüşmeye yatkın, eğitilmiş güçleri biçimlendirip yönlendirmeyi amaçlar.”
Narodnaya Volya hareketi Çarlık rejimini doğru analiz edemiyor, devleti, toplumsal kökleri olmayan bir siyasal aygıt olarak ele alıyordu. Devlet aygıtını, üretim ilişkilerinden ve sınıf ilişkilerinden bağımsız, “dışsal bir baskı aygıtı”na indirgeyen Narodnikler, sistematik terör eylemleriyle bu aygıtı zaafa uğratabileceklerine ve kitlelere güven duygusu verebileceklerine inanıyorlardı. Narodnaya Volya 1883’te Çarlık tarafından yok edildi, ancak Rus küçük-burjuva aydınlarını terörizme sevk eden zemin ortadan kalkmamıştı. 20. yüzyıla girilirken Rusya’da Narodnaya Volya’nın siyasi mirasını Sosyalist Devrimciler grubu sürdürüyordu.
Troçki, işçi sınıfından kopuk devrimciliğin Rusya’da bu denli taban bulmasının nesnel nedenlerini şöyle ortaya koyacaktı:
“Avrupa’nın daha eski burjuva toplumlarında, devrimci fikirler, liberal devrimci güçlerin gelişimiyle az çok paralel olarak gelişmişken, Rusya’da entelijensiya Batı’nın hazır kültürel ve politik fikirlerini almış ve ülkenin ekonomik gelişimi onun destek alabileceği gerçek devrimci sınıflara hayat vermeden önce, düşüncesi devrimcileşmişti. Bu koşullarda, entelijensiyaya devrimci coşkuyu nitrogliserinin patlayıcı gücüyle arttırmaktan başka bir yol kalmıyordu. (…) Sosyalist Devrimcilerin terörü de genel olarak aynı tarihsel faktörlerin ürünüdür: Bir yanda Rus devletinin «kendinden menkul» despotizmi ve diğer yanda «kendinden menkul» Rus devrimci entelijensiyası.” (Troçki, Bireysel Terörizmin İflası, www.marksist.com)
19. yüzyılın sonunda Rusya kapitalistleşme yolunda dev adımlarla yol almış, kır hızlı bir çözülme sürecine girmiş, yabancı sermaye yatırımlarının da etkisiyle bazı bölgelerde modern kapitalist işletmeler ve elbette modern sanayi proletaryası hayat bulmuştu. Ancak Sosyalist Devrimcilerin kitlelerden kopuk devrimcilik anlayışı varlığını sürdürmeye devam ediyordu.
Lenin, terörizmi “kitle mücadelesini reddetmeksizin hatta onu güçlendirmek üzere” savunduklarını ileri süren Sosyalist Devrimcilerin anlayışını “devrimci maceracılık” olarak nitelendiriyordu. Sosyalist Devrimcilerin gerçekte işçi sınıfını asla önemsemediklerini, kitle hareketinin gücüne inanmadıklarını vurgulayan Lenin, kitleleri ayaklanmaya hazırlamak yerine Çar’ın bakanlarına suikast tertiplemeyi devrimci görev addeden maceracı devrimcilerin ilkesiz-oportünist siyasetini acımasızca teşhir ediyordu. Bireysel kahramanlığa övgüler düzen küçük-burjuva radikalizmine karşı Lenin, örgütlü işçi kitlelerin kahramanlığını öne çıkarıyordu.
Marksizmin sert eleştirileri karşısında savunmaya çekilen küçük-burjuva radikalizmi, “kitle mücadelesini güçlendirmek üzere silahlı eylemlere başvurduğunu” ileri sürer. Oysaki bireysel kahramanlığa dayalı mücadele tarzı, kitlelerin devrimci mücadelesini ilerletmez; bilâkis kitleleri pasifize eder. Silahlı eylemlere sempatiyle yaklaşanları ise “kurtarıcı kahramanların eylemine” odaklar. Böylece, kitle mücadelesinin görevlerinin geri plana itilmesine yol açar.
Lenin’in Devrimci Maceracılık makalesi küçük-burjuva radikalizmiyle proleter devrimcilik arasındaki karşıtlığı çarpıcı biçimde gözler önüne serer. Onun siyasal yaklaşımları günümüzde de proleter devrimcilere ışık tutmaktadır.
Marx, Engels, Lenin ve Troçki, “bireysel terörizme” işçi kitlelerinin mücadelesini gerileteceği ve egemenlere, işçi sınıfına karşı olağanüstü baskı yöntemleri uygulama fırsatı yaratacağı için karşı çıkmışlardı. Öte yandan Marksist önderler, burjuva iktidarından işçi iktidarına geçişin barışçıl yöntemlerle gerçekleşebileceğine dair ham hayaller asla beslemediler. Devrimin, kitlelerin ayaklanmasıyla gerçekleşeceğini öngören Marksizm, böylesi tarihsel momentlerin devrimci partiye olağanüstü sorumluluklar ve görevler yükleyeceğini bir an bile göz ardı etmemiştir. Proleter devrimci önderler, “ezilenlerin şöleni” olarak tanımladıkları toplumsal devrimin utkusu için tüm yaşamlarını işçi sınıfını iktidara hazırlamaya hasrettiler.
Devlet terörü
Devlet, sınıflı toplumlarla birlikte varlık bulmuş siyasal bir aygıttır; iktidar olarak örgütlenmiş egemen sınıftır. Hâkim sınıfın, ezilen sınıfa boyun eğdirebilmek için baskı aygıtlarına ihtiyacı vardır. Egemen sınıfın emrindeki kolluk güçleri bu ihtiyacı giderir. En gelişkin demokratik geleneklere sahip burjuva devletlerde, sınıf mücadelelerinin en alt düzeyde seyrettiği dönemlerde bile polis, ordu, istihbarat teşkilâtları ve bilumum gizli veya açık şiddet örgütü sistemin bekası için yedekte tutulur. Sınıflar var olduğu sürece devlet kurumu ve siyasal şiddet aygıtları varlıklarını sürdürecektir.
“Devlet terörü” denildiğinde, öncelikle mülk sahibi sınıfın egemenlik aygıtı olan devletin, mevcut düzeni ve siyasi rejimi devam ettirmek amacıyla halka karşı uyguladığı her türlü sindirme, korkutma, yıldırma yöntemi akla gelmelidir. Devlet terörünü, devletin hukuk dışı uygulamalarıyla sınırlayan yaklaşımlar vardır. Oysa devlet terörü, burjuva hukukunda da suç sayılan işkence, suikast, cinayet, katliam gibi baskı ve şiddet yöntemleriyle sınırlı değildir. Hak arama mücadelesi veren işçilerin ya da demokratik talepler ileri süren ezilen ulusun devletin silahlı güçlerinin saldırılarına maruz kalması, keyfi gözaltılar, F tipi hapishaneler vb. hep kitleleri yıldırma ve düzene boyun eğdirme amaçlı siyasal şiddetin araçlarıdır. Burjuva devletler “Terörle Mücadele Kanunu” gibi adlar verdikleri yasal düzenlemelere dayanarak muhaliflerini ve genel olarak ezilenleri korkutmak ve yıldırmak üzere uyguladıkları terör yöntemlerine yasallık ve kurumsallık sağlayabilmektedirler. Örneğin Türkiye’de mevcut rejim, 15 yaşındaki çocuklara, polise taş attıkları için kanunen 13,5 yıl hapis cezası verebilmektedir. Bu tür kararlar devlet terörünün hukuki kılıfa büründürülerek olağan bir işleyiş haline getirildiğinin ifadesidir.
Devlet terörü, sadece devletin gizli veya açık örgütleri eliyle uygulanmaz. Devlet, terörü farklı biçimlerde de örgütleyebilmekte, istihbarat teşkilâtları, polis, asker, jandarma, korucu gibi kolluk güçlerinin yanı sıra farklı tipte örgütlenmeleri de kullanabilmektedir. Örneğin devlet, bir terör örgütünü ajanları vasıtasıyla kısmen veya tamamen kontrolü altına alabilir. Kontrolüne aldığı örgütleri kendi çıkarları doğrultusunda çeşitli terör eylemlerine yönlendirebilir. Hizbullah örgütünün, Kürt Ulusal mücadelesine karşı kullanılmak üzere devlet kontrolü altına alınarak kontrgerilla örgütlenmesine dönüştürülmesi bunun sadece bir örneğidir. Bu örgüt binlerce Kürt yurtseverini sokak ortasında infaz etmiş veya kaçırarak işkencehanelerinde katletmiştir.
İşçi sınıfına ve devrimci harekete karşı kullanılmak üzere sivil faşist çeteler de yedeklenir. Burjuvazinin düğmeye basmasıyla harekete geçen faşist çeteler, gerektiğinde devlet tarafından silahlandırılır. İşçi sınıfına saldırtılan faşist çeteler devlet tarafından kollanır, görmezden gelinir. İşçi sınıfının devrimci mücadelesinin geliştiği dönemlerde burjuvazi, işçi hareketini faşist terörle yıldırmaya çalışır. Grev çadırlarını, işçi önderlerini, kitle gösterilerini ve işçi örgütlerini hedef alan silahlı saldırılar tertiplenir. Bu saldırılar karşısında elbette işçi örgütlerinin eli armut toplamayacaktır. Faşist saldırganlara karşı işçiler, mahallelerini, fabrikalarını, grev çadırını, sınıf kardeşlerini ve sınıf örgütlerini savunacaktır. Tüm tarihi örneklerin de gösterdiği gibi, bu gibi durumlarda proletarya gerekli her türlü tedbiri almaya girişecektir.
Ezilen ulusların silahlı isyanı terörizm değildir!
Sömürgeci devletler, ezilen ulusların silahlı isyanını “terörizm” ile yaftalarlar. Böylelikle sömürgeciler, uluslaşma meselesinin sosyolojik, ekonomik ve tarihsel arka planını perdelerler. İsyanı bastırmaya ve söz konusu coğrafya üzerinde egemenliklerini sürdürmeye çalışırlar.
Ezen ulusun egemenlerinin ezilen ulusun isyanını “terörizm” olarak nitelendirmesi Türkiye’ye özgü değildir. Güney Afrika’da sömürgeciliğin devamı niteliğindeki ırkçı beyaz rejimin siyahların yürüttüğü ulusal kurtuluş hareketini; İsrail’in Filistin ulusal hareketini; İngiltere’nin Kuzey İrlanda’daki ulusal hareketi; İspanya’nın Bask ulusal hareketini “terörist” olarak damgalayıp karalaması en bilinen örneklerdir. Bugüne değin Afrika’da, Asya’da ve Latin Amerika’da yaşanan onlarca ulusal isyan, egemen güçlerce “terörist” olmakla suçlandı. Ulusal sorunların çözüme kavuştuğu yerlerde ise “terörist” suçlamaları rafa kaldırıldı. Nelson Mandela, Gerry Adams, Yaser Arafat, Xanana Gusmao gibi Nobel Barış ödülü almış liderlerin bir zamanlar egemenler tarafından “teröristbaşı” olarak nitelendirildiklerini unutmamak gerekiyor.
Kürt halkı da TC’nin inkâr ve imha anlayışıyla devreye soktuğu tüm yasaklara, baskılara ve asimilasyon politikalarına isyan etmiş ve sonuçta Kürt ulusal hareketi 1970’li yıllarda güçlenmeye başlamıştır. Bu hareket 12 Eylül’ün muazzam baskı koşullarına rağmen yok edilememiş, bilâkis yaşanan acı deneyimler sonucunda, uzun vadeye yayılan ve geçmişteki isyanlara göre çok daha organize bir silahlı isyan hareketi ortaya çıkmıştır. Geçen çeyrek yüzyıl içerisinde de Kürt ulusal hareketi, Kürt coğrafyasının önemli bir kesiminde sahiplenilen bir halk hareketi haline gelmiştir.
Belirli bir coğrafya üzerinde yaşayan bir topluluğun, egemen devletin dayattığı kimliği reddetmesi, çoğunluk oluşturduğu toprak parçası üzerinde ayrı bir ulus-devlet olarak örgütlenmek istemesi, söz konusu topluluğun demokratik hakkıdır. Bu hakkın gasp edilmesi, ezen ulus-ezilen ulus pozisyonlarını ortaya çıkarır. Uluslaşması engellenen, kimliği yasaklanan, dili unutturulmaya çalışılan, siyasetçileri öldürülen veya hapse atılan, varlığı bile inkâr edilen bir halkın isyan etmesi nasıl yadırganabilir?
Burjuvazi, milliyetçi demagojilerle kandırdığı yoksul işçi ve emekçileri, ezilen ulusa karşı savaş cephelerine sürmektedir. Kendi ülkelerini terörizme karşı savunduklarına inandırılan işçiler, devlet terörüne alet edilmektedir. Milliyetçilik tuzağına düşen işçi, burjuvazinin gerektiğinde kendisine karşı kullanacağı siyasal yasaklara, anti-demokratik uygulamalara, özel savaş aygıtlarına bile onay verir duruma düşürülmektedir. Bu trajik durum ancak işçi sınıfının devrimci enternasyonalist mücadelesinin yükseltilmesiyle ortadan kaldırılabilir.
Düzene muhalefetin adı terör!
Bütün dünyanın egemenleri, çıkarları bakımından sakıncalı gördükleri siyasal eğilimleri gayrimeşru gösterebilmek için “terör” kavramıyla damgalıyor. Bu tür karalama kampanyaları kitleleri yanıltmak üzere bilinçli olarak yürütülmektedir. Türk Ceza Kanunu’ndan 141, 142 ve 163. maddeler kaldırılırken demokratikleşme masalları anlatılıyordu. “Artık siyasal suç yok, sadece şiddete başvurmak suç!” diyordu egemenler. Oysa “şiddetin” tanımı öylesine genişletildi ki, slogan attığı fotoğrafla tespit edilen(!) kişiler, terli olmasından polise taş attığı “anlaşılan” çocuklar, siyasal analizlerinde devletle aynı görüşü paylaşmayan yazarlar, işyerinin önünde grev çadırı kuran işçiler “terör suçlusu” olarak yargılanabilmektedir. Pankart asmak, duvara yazı yazmak terör suçu sayılabilmektedir. Bir keresinde üniversite bahçesinde halay çeken öğrenciler rektörlük tarafından “ideolojik halay” çekmekle suçlanarak okuldan uzaklaştırma cezasına çarptırılmışlardı.
Dünyanın daha gelişkin kapitalist demokrasilerinde de durum iç açıcı değildir. Emperyalist paylaşım kavgalarının yoğunlaştığı ve dünya kapitalizminin krizinin derinleştiği bir tarihsel dönemden geçiyoruz. 11 Eylül’ün ardından ABD’de kabul edilen “Yurtseverlik Yasası”, şüphelilerin evlerinin izinsiz, mahkeme kararı bile olmadan aranmasını, e-postaların ve telefon görüşmelerinin izlenmesini yasal hale getirdi. Artık terör şüphesiyle gözaltına alınanlar mahkemeye çıkarılmadan aylarca gözaltında tutulabiliyor. Gözaltında tutulanların kimliği açıklanmayabiliyor. Sanık ile avukat arasındaki görüşmeler gizlice dinlenebiliyor.
Avrupa’da göçmen karşıtı yasalar sertleşiyor. Fransa’da inanç özgürlüğünü kısıtlayan yasaların kabul edilmesi, İsviçre’de cami minaresine yasak getirme gibi uygulamalar işçi sınıfını bölmek ve krizle birlikte biriken toplumsal tepkileri farklı kanallara yönlendirmek gibi sinsi amaçlar taşıyor. Demokratik hak ve özgürlükleri sınırlandıran baskı yasaları, önümüzdeki dönem kapitalizmin derinleştirdiği çelişkilerin yaratacağı toplumsal patlamalara hazırlık niteliğindedir.
Terör kavramına ilişkin algıların sınıf çıkarlarına göre şekillendiğini en başta belirtmiştik. İşçi sınıfının kitlesel başkaldırılarının burjuvaziyi dehşete düşürmesi kaçınılmazdır. Burjuvazi, devrimci işçi mücadelesini “terör” olarak damgalayacak ve işçi sınıfını ezmek için tüm olanaklarını seferber edecektir. Dehşete düşen burjuvazi, kontrgerilla örgütlerinden faşist terör çetelerine, baskı yasalarından, hapishanelerinden işkencehanelerine kadar tüm kozlarını kullanacaktır. Ancak tüm bunlarla bile, bir kez ayağa kalkan kitleleri yıldırmayı ve sindirmeyi başaramayacaktır.
link: Serhat Koldaş, Terör Ne, Terörist Kim?, 1 Mart 2010, https://marksist.net/node/2399
Krizin Ateşi Yunanistan’ı Sararken
Devrimcilere Karşı Devlet Terörü Sürüyor