George Floyd’un sokak ortasında polis şiddetiyle boğularak vahşice katledilmesi üzerine başlayan protestolar günden güne büyüyor. Emperyalist hiyerarşinin tepesinde yer alan ABD’nin dört bir yanında yükselen kitlesel protesto dalgası şimdiden 140’ın üzerinde kente yayılmış durumda. ABD egemenlerinin “özgürlükler ülkesi” olarak pazarladığı ülkede onlarca kentte sokağa çıkma yasakları ilan edilirken kitleler Beyaz Saray’a yürüdü. İstihbarat, kısa bir süreliğine de olsa, ABD başkanı Trump’ı Beyaz Saray’ın altındaki sığınağa götürüp korumaya aldı.
Öfkeli kalabalıklar polis arabalarını, karakolları yakıyor, mağazaları “yağmalıyor”. Kapitalizmin o tartışılmaz kutsal ilkesini, “özel mülkiyetin dokunulmazlığını” ihlâl ediyor. Ulusal Muhafızlar denilen tepeden tırnağa silahlı askeri güçler, zırhlı araçlarla “kamu düzenini koruma” bahanesiyle sokakları, meydanları işgal ediyor. Şimdiden 21 eyalette Ulusal Muhafız sokağa indirilmiş durumda. Kolluk güçlerinin göstericilere müdahaleleri sertleşiyor. Ancak öte yandan ABD’nin pek çok yerinden, Ulusal Muhafızın protestocularla beraber Floyd için saygı duruşunda bulunduğu görüntüler de geliyor.
Tarihte gerçekleşen tüm isyanların patlak vermesine vesile olan tetikleyici bir olay vardır elbette. Ancak görünürdeki bu tetikleyici olay bardağı taşıran damladır sadece. Büyük toplumsal hareketler, sistemin çelişkilerinin, kitlelerin biriken öfkesinin sonucudur. Kapitalizm, tarihinin en ağır kriz dönemlerinden birini yaşıyor. ABD’de son 3 ayda 43 milyon insan işini kaybetti. Sosyal güvencelerden yoksun, gelecek kaygısı taşıyan yoksul kitleler için “Amerikan Rüyası”, gökdelenlerin tepesinden aşağı itildikleri bir kâbusu andırıyor.
Bardağı taşıran damla
Kamyon şoförü Floyd’un gözaltına alınma sebebi 20 dolarlık sahte bir banknotla alışveriş yaptığı iddiası. Amerikan Merkez Bankası FED yetkilileri her fırsatta “sınırsız dolar basabiliriz” diyorlar. Yani sermayenin çıkarları için karşılığı olmayan trilyon dolarları bankalara ve dünya piyasalarına pompaladıklarını ilân ediyorlar. Küresel finans-kapitalin, borsa spekülatörlerinin, büyük patronların hesaplarına trilyonlarca dolar akıtmak, faturasını da vergilerle soyulan halklara ödetmek serbesttir bu sistemde. Ama bir emekçiyseniz, yoksul bir siyah, hayatta kalmaya çalışan bir mülteci, geçim derdindeki bir işsiz… Alışverişte kullandığınız 20 dolarlık banknotun sahte olduğundan şüphe edilirse… İşte o zaman gırtlağınıza çöküverirler.
Floyd gözaltına alınırken kelepçelenip etkisiz hale getirilmişti. Buna rağmen polis 9 dakika boyunca yerde yatan adamın boğazına diziyle çökmeye devam etti. Etraftaki insanlar polis şiddetine tepki gösterdiler. 3 ayrı kişi cep telefonu kameralarıyla farklı açılardan dakika dakika görüntüledi olayı. Polisin “nefes alamıyorum” diye seslenen adamı kasten boğduğu açıkça görüntülendi. Çaresiz durumdaki adamı kasten öldüren polislerin, ırkçı-faşist canilere özgü bir ruh haliyle cinayet işledikleri ayan beyan ortadadır. Cani polisler Floyd’u öldürdükten sonra da gayet soğukkanlı biçimde, hiçbir şey olmamış gibi işlerine devam ettiler. “Yanlışlıkla öldürmüş” ya da “pişmanlık hisseder” bir halleri yoktu bu faşistlerin. Buna rağmen katil 4 polisin sadece görevden alınmasıyla yetinilmişti. Protestoların patlak vermesi üzerine katil polislerden sadece biri tutuklandı. Üstelik 3. dereceden cinayetle suçlanarak… Polis cinayetinin görmezden gelinmesi, yükselen tepkiler üzerine suçun hafifletilmeye çalışılması elbette düzenin kolluk güçlerini koruma refleksini yansıtıyor. Ama bunun da ötesinde Amerikan kapitalizminin işleyişinde ırkçılığın ne denli derin kökleri olduğunu bir kez daha ele veriyor.
ABD’de polisin her yıl öldürdüğü insan sayısı 1000’in altına hiç düşmüyor yıllardır. Polisin insan öldürmesi sıradandır; bir yoksulu, göçmeni ya da Afro-Amerikalıyı öldürmesi vaka-i adiye. Kötülük sıradan; ırkçılık sıradan ve yaygın… Trump gibi kibirli, ırkçı bir milyarderi siyasal sistemin zirvesine taşıyan ABD kapitalizmidir. Ancak ABD toplumu, bunlardan ibaret olmadığını bir kez daha ilan ediyor dünyaya.
Kapitalizm ve ırkçılık
Hiçbir ezme-ezilme ilişkisi yoktur ki, ezilenler ezenler tarafından aşağılanmasın. Ezen tarafta yer alanlar da nihayetinde insandırlar ve kendi durumlarını rasyonalize etmek, vicdanlarını rahatlatmak, toplumsal meşruiyet zemini bulmak zorundadırlar. Köle sahibi, kölesinin henüz yeterince evrimleşmemiş olduğuna inanmalıdır. Şirket sahibi, kendi yatırımı ve becerisiyle övünür, işgücünü sömürdüğü işçiden daha üstün olduğundan asla şüphe etmez. Ezen ulusun milliyetçisi, kendi kimliğini yüceltirken, ezilen ulusu türlü hakaretlerle aşağılar. Kadın cinayeti işleyen “namus” uğruna öldürmüştür. Tecavüzcü tahrik edilmiştir. Dayak yiyen kadın mutlaka hak etmiştir! Irkçı, kendinden olmayanı, kendisiyle eşit insan olarak algılayamaz. Ezenler, kendi ayrıcalıklarını her daim “haklı” görme eğilimindedir. Kısacası, toplumsal eşitsizlikler üreten her toplumsal düzen, mevcut eşitsizlikleri meşru kılacak ideolojik argümanları da üretir.
Irkçı önyargıların tarihsel kökleri çok daha eskilere uzansa da, ırkçılığı bir ideoloji haline getirip sistematik olarak kitlelerin zihnine işleyen kapitalizmdir. Kapitalizmin gelişmesiyle birlikte 18. yüzyılda sömürge imparatorlukları kurmaya girişen Avrupalı egemenler, sömürgeciliği haklı göstermek üzere ırkçılığa sarıldılar. Egemen sınıfın çıkarlarının hizmetindeki “bilim”, insanların fiziksel özelliklerinin, yeteneklerinin, hatta karakterlerinin ve zekâlarının ırksal olduğunu “keşfetmişti”. Beyaz tenliler üstün ırka mensup sayılıyor, ikinci sırada sarı ırk, üçüncü sırada siyah Afrikalılar, dördüncü sırada da “Kızılderililer” yer alıyordu. “Üstün” beyaz ırka mensup egemenler, Asya’yı ve Afrika’yı sömürgeleştirdiler. Milyonlarca Afrikalıyı esir alıp, Amerika’daki büyük toprak sahiplerine köle olarak sattılar. “Kızılderili” olarak adlandırdıkları milyonlarca Amerikan yerlisini katlettiler. Egemenlerin hizmetindeki bilim adamları, filozoflar ve din adamları da tüm bu zalimliklere kılıf diktiler.
1823 yılında yayınlanan Britannica Ansiklopedisinde siyah ırkın özellikleri şöyle sıralanıyordu: tembellik, ihanet, kindarlık, acımasızlık, arsızlık, hırsızlık, yalancılık, saygısızlık, sefahate düşkünlük…
19. yüzyıl sonlarında burjuva sosyologlar, Charles Darwin’in evrimsel biyoloji alanındaki “doğal seçilim” kuramını çarpık bir biçimde sosyal alana uyarladılar. “Sosyal Darwinizm” adı altında, daha fazla evrimleşmiş olan beyaz ırkın “kültürel üstünlüğü” ve ötekilerin “aşağı ırklar” olduğu tezleri savunuluyordu.
Nazi ırkçılığı, sosyal Darwinist görüşleri basamak olarak kullanıp “ari ırk” fikrini ileri sürecekti. “Üstün ve safkan Alman ırkı” dünyaya hükmetmeli, diğer ırklar üstün ırkın emri altında yaşamalıydı. İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşının eşiğinde Alman sermayesi, ırkçılıkla zehirlediği Alman halkını kendi çıkarları için girişeceği o korkunç savaşa ve soykırımlara hazırlıyordu. Ari ırka ulaşmak için Alman ulusu, Yahudilerden, Çingenelerden, komünistlerden, hastalardan, yaşlılardan hatta ırkın saflığını bozabilecek olan engellilerden arındırılmalıydı. Böylece tüm toplumsal sorunlar sona erecekti bu ucube ideolojiye göre.
“Çoğu din adamı, tanrının insanları tek bir ırk olarak yarattığını, ama bazı insan topluluklarının yozlaşıp bozulduğunu ve böylece ortaya diğer ırkların çıktığını söylüyordu. Buna göre en az bozulan beyaz ırk, en çok bozulan ise siyah ırktı. Özellikle köleciliğin yaygın olduğu ABD’de egemen sınıfın pek hoşuna giden bu düşüncelerin savunucuları, eğitimin de doğuştan gelen becerilere göre yapılması gerektiğini, örneğin siyahların el ve güç gerektiren işleri yapmak üzere, beyazlarınsa zekâ gerektiren işleri yapmak üzere eğitilmesi gerektiğini söylüyorlardı.” (Kerem Dağlı, Kan Safsatası, Irkçılık ve Faşizm, marksist.com)
20. yüzyılın ilk yarısında dönemin az-çok gelişmiş tüm kapitalist ülkelerinde egemen sınıflar nezdinde çok sayıda taraftar bulan öjeni kuramı; engelli, hasta, homoseksüel, suçlu hatta başarısız insanların toplumdan ayıklanması; güçlü, sağlıklı, soylu bireylerin evlenip bolca çocuk yapması yoluyla insan ırkının evcil hayvanlarda olduğu gibi “ıslah edilmesi” gerektiğini ileri sürüyordu. Böylesine hastalıklı fikirlerin türeyip yaygınlaştığı dönemin aynı zamanda dünya kapitalist sisteminin temellerinden sarsıldığı, ekonomik krizlerle, hegemonya kriziyle, devrimler, karşı-devrimler ve savaşlarla karakterize olduğu bir döneme denk düşmesi elbette tesadüf değildir.
İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşında faşist cephenin yenilgisi sonrasında, dünyanın hemen her yerinde ırkçılık –en azından görünürde– resmî kurumlardan ve burjuva akademi dünyasından dışlanmaya başladı. 50’li yıllardan sonra gelişen genetik bilimi de, ırkçı fikirlerin sadece safsatadan ibaret olduğunun bir diğer ispatı oldu.
“Biyolojik anlamdaki «ırk» tanımlaması aslında bize bugün dünyada insanlar arasında hiçbir «ırk»ın bulunmadığını söylemektedir. Yani Alman, İtalyan, Kürt, Türk, Fransız, Ermeni ya da Japon dediğimiz zaman aslında ırklardan değil siyasi ve/veya etnik/kültürel gruplaşmalardan bahsetmiş oluruz. (…) Sonuçta insana fiziksel ve biyolojik özelliklerini veren DNA’sındaki gen dizilimidir ve bu açıdan bakıldığında bilim bize insanlar arasında ırksal farklılıklar olmadığını söylemektedir. Örneğin siyahî bir Afrikalıyla bir Çinli arasındaki genetik farklılık %0,2 düzeyindedir. Güya ırksal farklılıkları belirleyen ten rengi vb. fiziksel farklılıklar ise bu %0,2’nin sadece %6’sını oluşturmaktadır. Yani genetik olarak aradaki «ırksal» fark %0,012’dir!” (Kerem Dağlı, age) Bu küçük farklılıkları belirleyen de insanların yaşadığı çevre koşulları ve ne ölçüde diğer insan topluluklarından yalıtık kalıp kalmadıklarıdır.
ABD’de köleliğe karşı mücadele ve sosyalizm
Amerikan İç Savaşından bu yana ABD’de Afro-Amerikalıların ırkçılığa karşı verdikleri mücadelenin tarihine bakmadan bugünkü Amerikan toplumunu anlamak mümkün değildir.
Köleliğe ve ırkçılığa karşı mücadele sosyalist hareketin tarihinde çok önemli bir yere sahiptir. Kölelik ve ırkçılık, egemenlerin gerek işçi sınıfının içerisine, gerekse de işçi sınıfı ile ezilenler arasına ördüğü kalın duvarlar olagelmiştir. İşçi sınıfının devrimci birliğinin önüne dikilen bu engeller, sömürü düzeninin ayakta kalabilmesinde ve kendini yeniden üretebilmesinde kritik roller üstlenmiştir.
Kapitalizm, 16. yüzyıldan itibaren Karayipler’de, şeker tarımı işletmelerinde köleliği yeniden keşfetti. Kuzey Amerika’da aynı sömürü önce tütün sonra pamukla sürdürüldü. Kuzey Amerika’nın henüz İngiliz sömürgesi olduğu bu dönemde İngiliz burjuvazisi köle emeğiyle zenginleşiyordu. Marx Kapital’de bu durumu şöyle tasvir ediyordu: “İngiltere’de pamuk sanayiine çocuk köleliğinin girmesiyle eş zamanlı olarak, ABD’de siyahlara yapılan muamele, ticaretle ilgili sadece kâra, kazanca ve çıkara dayalı bir sömürü sistemine dönüştü. (Ve böylece) sermaye, bütün gözeneklerinden kan ve balçık sızarak dünyaya geldi.”
1775-83 arasında Amerika’daki 13 koloniyle İngiltere arasında yürüyen savaşın sonucunda bağımsızlık elde edildi ve ABD kuruldu. Ancak köle emeği kullanılan Güney eyaletleriyle İngiliz tüccarların sıkı ticari ilişkileri devam ediyordu.
Yeni Dünya’nın, Hindistan’ın ve Güneydoğu Asya’nın yağmalanmasının yanı sıra pamuk, şeker ve kölelerin Atlantik ötesi ticaretiyle gerçekleştirilen sermayenin ilksel birikimi, burjuvazinin şaşılacak biçimde zenginleşmesini sağladı. ABD’nin Güney eyaletlerinde kölelik, kapitalist sömürünün bir biçimiydi. Köle emeği kullanan tarım işletmeleri gelişmekte olan dünya pazarı için üretiyorlardı.
İşçi hareketinin güçlenmesi ve politik mevziler edinebilmesiyle, köleliğin kaldırılması ve ırkçılığın geriletilmesi arasındaki ilişki Marksizmin kurucuları tarafından çok erken tarihlerde tespit edilmişti. Marx 1846 tarihinde Rus dostu Annekov’a yazdığı mektupta kapitalizmin kölelikle yakın bağına işaret ediyordu:
“(…) kölecilik, tıpkı makineler, kredi vb. gibi günümüz sanayiinin üzerinde döndüğü mili oluşturur. Kölelik olmadan pamuk, pamuk olmadan da modern sanayi olmazdı. Sömürgeleri değerli kılan köleliktir, dünya ticaretini yaratan sömürgelerdir, büyük ölçekli makine sanayii için gereken koşul ise dünya ticaretidir.”
1849’da basılan “Ücretli Emek ve Sermaye”de siyahların köleliğe yazgılı olduğuna dair yaygın varsayımı özetler: “Negro köle nedir? Siyah ırktan bir adam. (…) onu köle yapansa yalnızca belli ilişkilerdir.”
Marx’ın köleliğin kaldırılması konusundaki net duruşunu ne yazık ki o dönemde bütün sosyalistler paylaşmıyordu. Birleşik Devletler’deki Alman sosyalist siyasi göçmenlerden Hermann Kriege köleliğin kaldırılmasına açıkça karşı çıkarken, bazı sosyalistler (Wilhelm Weitling gibi) kölelik konusunda suskun kalıyordu. Kuzeydeki beyaz emekçiler, köleliğin kaldırılmasıyla özgür kalacak siyahların iş piyasasına gireceğinden ve ücretleri düşüreceklerinden kuşku duyuyorlardı.
1854’e gelindiğinde, Marx’ın New York’taki yakın çalışma arkadaşı Joseph Weydemer’in başında bulunduğu İşçi Birliği (Arbeiterbund) Amerika’nın batısında köleliğin yasallaşmasına açıkça karşı çıkabilmişti. Köleliğin alanının daha da genişletilmesine destek veren herkesin halka ihanet ettiği vurgulanıyor; hem beyaz hem de siyah köleliğine bütün güçleriyle karşı çıkılacağı ilan ediliyordu. 1860’ta Marx, köleler arasında beliren hareketlerin önemini vurguluyor, Afro-Amerikalıları devrimci özneler olarak değerlendiriyordu.
Amerikan İç Savaşı henüz yeni başlamıştı. Marx, 6 Mayıs 1861 tarihli bir mektubunda savaşın gidişatına dair keskin öngörülerde bulunmuştu. Güneyin savaş alanında başarılar kazanarak başlayacağını, fakat sonunda kaybedeceğini yazmış, “köle devrimi” olasılığından söz etmişti. “Hiç şüphe yok ki mücadelenin başlarında ibre, mülksüz beyaz maceracılar sınıfının tükenmez bir askeri milis deposu oluşturduğu Güneyden yana eğilecektir. Ama uzun vadede elbette Kuzey kazanır, çünkü gerektiğinde son koz olarak bir köle devrimi kartını oynayabilir.” (Marx-Engels, Collected Works, c.41, s.277)
Nitekim 1863’de Lincoln, “nihayet” köleliğin kaldırıldığını ilan edecekti. Böylelikle 200 bin siyah Kuzey’deki Birliğin ordusuna katıldı. 300 bin köle Güney eyaletlerinden Kuzeye kaçtı. Güney’in ekonomisi çökmeye başladı. İç savaş, tam da Marx’ın öngördüğü biçimde kazanılacaktı.
Marx, köle sahiplerinin egemen olduğu Güney eyaletlerinin oluşturduğu Konfederasyona karşı Kuzeyi destekliyor; Abraham Lincoln’ün köleliğin kaldırılması konusundaki uzlaşmacı tutumunu sert bir dille eleştirerek radikallerin yanında yer alıyordu. Marx, Lincoln’ün kararsız tutumlarını eleştirirken, Birlik’in savaşta siyah birlikler kullanarak, köle ayaklanmalarını teşvik ederek, devrimci yöntemlerle mücadele etmesi gerektiğini tekrar tekrar vurgulayacaktı.
1861’de Engels’e yazdığı bir mektupta Marx, kölelik konusunda Güneyin bağnazlığı, buna karşın Kuzeyin korkak tavrından söz ediyor; iç savaşın bu kadar gecikmesinin sebebinin, Kuzeyin 50 yıldır taviz üzerine taviz vererek kendini alçaltması olduğunu tespit ediyordu. Kuzey-Batı eyaletlerinde kendi hesabına çalışan küçük toprak sahibi çiftçiler ve Avrupa’dan gelen göçmenler köleciliğe karşı daha net bir duruş sergilerken, Wall Street beyefendileri Güneyli köle sahipleri karşısında tavizkâr idi. Lincoln’ün asıl derdi köleleri özgürleştirmek değil federasyonun birliğini korumaktı.
Pamuk, Güney tarafından üretiliyordu ama kârın büyük bölümünü ulaştırma, depolama ve sanayi aracılığıyla kapitalist Kuzey alıyordu. Kuzey burjuvazisi, Güneydeki köle sahiplerinin ticari ortağı olan İngiliz burjuvazisi ile rekabet ediyordu. Kuzeydeki liberallerin köleliğin kaldırılması talebinden ziyade bu rekabet, Kuzey-Güney gerilimini arttırıyordu. Bir yanda Kuzey burjuvazisi öte yanda Güneyli köle sahipleri ve ortakları olan İngiliz burjuvazisi...
Marx, Kuzey-Güney savaşının neden kaçınılmaz hale geldiğini analiz etmişti. Köleci Güney, köleliğin Batıda ele geçirilen yeni bölgelere yayılmasını istiyor, Kuzey burjuvazisi ise buna sınır koyuyordu. Çatışma, yeni ele geçirilen, yerleşime açılan topraklarda köleliğe izin verilip verilmemesi meselesiydi. Güney eyaletlerinde 3 milyon köle vardı. Güneydeki 5 milyonluk beyaz nüfusun sadece 300 bini köle sahibiydi. Köle sahibi azınlığın çıkarlarının yoksul beyaz çoğunlukla “uzlaşması” için yoksul beyazların bir gün toprak ve köle sahibi olacaklarına dair beklentilerinin canlı tutulması gerekiyordu. Bu yüzden köle sahipleri, örgütleyip silahlandırdıkları yoksul beyazları eyleme geçiriyordu. Marx’ın, 1854-58 arası Kansas’ta gerçekleşen çatışmalara dair yazdıkları, Güney eyaletlerinde günümüze kadar uzanan ırkçılığın tarihsel köklerini gözler önüne seriyor:
“Köle sahiplerinin silahlı tetikçileri, Missouri’den Arkansas’a dek sınıra dizilmiş ayaktakımı, bir ellerinde av bıçağı, diğer ellerinde tabancayla Kansas’ın üzerine çullanarak, akla hayale gelmedik zalimliklerle, yerleşimcileri yerleştikleri topraklardan söküp atmaya çalıştı. Bu akınlar Washington’daki merkezi hükümet tarafından da destekleniyordu. Bu yüzden bunlar büyük bir tepki yarattı. Kuzey’in tamamında, ama özellikle Kuzeybatı’da, Kansas’ı adam, silah ve parayla desteklemek üzere bir yardım örgütü kuruldu.”
Engels de Marx gibi Güneyli köle sahiplerinden nefret ve tiksintiyle söz ediyordu. “Güneylilerin içinde, geniş ölçüde, ödlek birer katil yatıyor. Her biri elinde silahla geziyor, bunun tek sebebi, bir kavga çıktığında, hasmı henüz kendisine karşı bir saldırı beklemezken onu vurmaktır.”
Güneyin köle sahibi egemenleri, Kuzeyde göç nedeniyle nüfusun hızla arttığını, köleliğin yeni bölgelere yayılmasına kısıtlamalar getirileceğini görüyordu. Bu yüzden Kuzeyden koparak bağımsızlık ilan etmeye karar vermişlerdi. Ancak Güneyli egemenlerin derdi sadece egemen oldukları topraklarda bağımsız olmak değildi. Birleşik Devletler topraklarının en az dörtte üçü üzerinde hak iddia ediyorlardı. Marx, “Güneyli Konfederasyonun savaşı bir savunma değil, (…) köleliğin genişletilmesi ve sürdürülmesi için yapılan bir fetih savaşıdır” diyordu. (Marx-Engels, Collected Works, c.19, s.44)
Marx, Güneyin Kuzey Amerika üzerinde hâkimiyet kurmayı amaçladığını, bunu başarması durumunda Birleşik Devletler’in kölelik ekseninde yeniden düzenleneceğini, bu durumda ırksal ve etnik hatlar üzerinde yapılandırılmış, göçmen beyazların siyahlarla birlikte en altta yer alacağı yeni bir kapitalizm biçimiyle sonuçlanacağını, kölelik sisteminin Birleşik Devletler’in tamamını zehirleyeceğini, siyah köleliğinin işlemeyeceği Kuzey eyaletlerindeki beyaz işçi sınıfının durumunun da adım adım kulluk seviyesine düşeceğini, Güneyde siyah kölenin sırtına binen iş yükünün Kuzeyde de Alman ve İrlandalı göçmenlerin sırtına bineceğini açıklıyordu.
Tüm bu analizler Marx’ın Kuzey-Güney savaşında neden tereddütsüz biçimde Kuzeyin kazanmasını istediğini gösterir. Marx’a göre Birleşik Devletler’de 1861-65 arası gerçekleşen iç savaş, beyaz emekçileri köleliğe karşı tutum almaya zorlayan, insanın özgürleşmesi uğruna gerçekleşmiş en büyük mücadelelerden biriydi. 1867’de Kapital’in önsözünde Amerikan İç Savaşını sınıf ve mülk ilişkilerini değiştiren toplumsal bir devrim olarak tanımlıyor, gelecekteki sosyalist devrimlerin habercisi olduğunu yazıyordu.
1864’de kurulan Uluslararası İşçi Birliği (I. Enternasyonal), dil, din, ırk, renk ayırt etmeksizin dünyanın tüm işçilerinin birliğini hedefliyordu. Marx’ın I. Enternasyonal’i destekleyen Amerika’daki yoldaşları 1860’lı ve 70’li yıllar boyunca önce köleliğe, ardından da ırk ayrımcılığına karşı kararlı bir mücadele yürütmüşlerdi. Bu sosyalistler kapitalizmin ırk ayrımcılığına dayanarak işçileri nasıl böldüklerini ve sömürdüklerini görüyorlardı.
30 milyon nüfuslu ABD’de köleliğin kaldırılmasıyla sonuçlanan iç savaşta 600 ilâ 800 bin arasında insanın öldüğü tahmin ediliyor. Kölelik kaldırılmıştı ama toplumsal ve tarihsel mirasını temizlemek hiç kolay değildi. Kuşaklar boyunca daha nice acılar çekilecek ve bedeller ödenecekti.
(devam edecek)
link: Serhat Koldaş, ABD’de İsyan Büyüyor, Tarihsel Kavga Devam Ediyor /1, 7 Haziran 2020, https://marksist.net/node/6966