Enternasyonalist komünist mücadelenin iki büyük önderi Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’in burjuvazinin cellâtları tarafından katledilmelerinin üzerinden tam 104 yıl geçti. Sermaye sınıfına karşı kavgayla geçen ömürleri, burjuvaziyle kıran kırana sürdürülen bir savaşta devrimci işçi sınıfının saflarında görevlerinin başındalarken sona erdi. Ama bu iki büyük devrimci, komünistlere yakışan bir onurla son nefeslerini verene kadar sergiledikleri boyun eğmez mücadeleyle ve devrimci tutumlarıyla tarihte silinemez izler bıraktılar ve ölümsüzleştiler. İşçi sınıfının dünya devrimine doğru ilerleyen savaşımının tarihteki en önemli basamaklarından birisi olan 1918-19 Alman Devrimine önderlik eden Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht belki bu savaşta yenildiler ama yenilgiyle sonuçlanan mücadelelerinin öğrettikleriyle işçi sınıfına tarihsel öneme sahip büyük bir devrimci miras bıraktılar.
Kavgada ve ölümde yoldaş olan Luxemburg ve Liebknecht farklı mizaçlara ve yeteneklere sahip iki devrimciydi. Ancak bu durum onların devrimci kişilikleri sayesinde sorunlara değil mücadelede birbirini besleyen ve tamamlayan olumlu özelliklerin ortaya çıkmasına kaynaklık ediyordu. Luxemburg, Marksizmin yöntemine ve bilgisine son derece hâkim çok parlak bir teorisyen, aynı zamanda mücadeleye tutkuyla bağlı bir eylemci, Liebknecht ise hem yüksek düzeyde sınıf bilincine hem de eşsiz bir devrimci girişkenliğe ve cesarete sahip doğrudan bir eylem adamı olarak birbirlerini tamamlıyorlardı. Nitekim Rosa Luxemburg, 1918-19 yıllarındaki devrimci durum sırasında Almanya ve dünyadaki siyasal durumun analizini ve bu çözümlemelerden hareketle işçi sınıfı için yol göstericiliğini, Liebknecht ise işçi ayaklanması başladığında eylemin önderliğini üstlendi.
Luxemburg’un ve Liebknecht’in devrim sırasında ortaya koydukları mücadele ve sınıf perspektifi gerçekten çok değerliydi. Ne var ki, Almanya’daki sosyalist hareket içinde güçlenmiş olan gerici eğilimler işçi sınıfının pek çok iyi unsuru üzerinde bile felçleştirici etkilerde bulunmuştu. Bu yüzden geciken devrimci örgütlenmenin eksiklikleri nedeniyle onlar da çoğu durumda çaresiz kaldılar. Almanya’daki devrimin ilerleyişi içerisinde yaşananların çarpıcı biçimde gösterdiği gibi, bu devrimin yenilgisine sebep olan başlıca faktör, devrimci örgütün zamanında yaratılamamış olmasıydı. Bu gecikmeden kaynaklı zaaflar en kritik noktalarda ortaya çıktı ve gelişmelere damgasını vurdu.
Elbette, Almanya’da sosyalist hareket içerisinde yıllarca mücadele eden, bu hareketin liderliğinin kokuşmuşluğunu ve sınıfa ihanetini çok erken zamanlarda fark etmiş ve buna karşı ideolojik mücadeleyi parlak biçimde sürdürmüş Rosa Luxemburg’un ve sınıfa ihanetin en somut göstergesi olan emperyalist savaş karşısında bu hareketin gösterdiği tutuma parlamentoda görkemli biçimde bayrak açan Karl Liebknecht’in bu gecikmişlikte önemli payları vardır. Onların daha erken zamanlarda ihanete sürüklenmiş Alman Sosyal Demokrat Partisinden kopmaları ve bağımsız sınıf partisinin örgütlenmesine öncülük etmeleri beklenirdi. Ancak unutmamak gerekir ki, büyük devrimciler de yanlışlardan, zaaflardan, kusurlardan müstesna insanlar değillerdir. Onlar da somut bir hedef için eyleme girişen herkes gibi kaçınılmaz olarak hatalar yaparlar. Ama büyük hedefleri için ortaya koydukları çabalar, yol gösterici, doğruluğu pratikte kanıtlanan fikirleri, liderlik becerileri ile elde edilen tarihi değiştiren kazanımlar bu hatalarla asla gölgelenmez. Bu hatalar ayrıca onlardan feyiz alanların yaşananlardan derinlemesine dersler çıkarmaları için yol gösterici olur. Gerçekliğin derinlemesine kavranması için bu hataları göz ardı etmeden değerlendirmeler yapmak gereklidir.[1]
Aslolan işçi sınıfı iktidarı için örgütlü mücadeledir
Almanya’da devrimin patlak verişinden tam bir yıl önce 7 Kasım 1917’de Rusya’da işçiler iktidarı ellerine almak için ayaklanmışlar ve tarihin ilk muzaffer işçi devrimini gerçekleştirmişlerdi. Sonrasında uzun yıllar boyunca dünyadaki bütün siyasal ve ekonomik gelişmelere yön vermiş olan bu devrim Almanya’daki işçi mücadelelerinin gelişiminde her bakımdan etkiliydi. Almanya’daki işçi devriminin yenilgisi de Rusya’daki işçi iktidarının kaderinin belirlenmesinde en başta gelen etken oldu. Bu nedenle 1918-19 Alman devriminin Ekim Devrimi ile bağları ve etkileşimi derinden kavranmadan bu süreç hiçbir biçimde tam olarak anlaşılamaz.
Ekim Devrimi gerçekleştiğinde hem Rosa Luxemburg hem de Karl Liebknecht burjuvazinin hapishanelerinde tutsaklardı. Emperyalist savaş yılları boyunca Luxemburg toplam üç yıl dört ay hapiste tutulmuştu. 1914’te “halkı itaatsizliğe kışkırtmak”tan hakkında hüküm verilmiş, hapse atılmıştı. 18 Şubat 1916’da hapishanedeki süresi dolunca salıverildi. Kalan süreyi dışarıda denetim altında geçirmesi gerekirken beş ay sonra tekrar gözaltına alındı ve savaş sırasında dava açılmadan hapiste tutuldu.
Karl Liebknecht ise emperyalist savaş başladığında milletvekiliydi ve Mecliste savaş kredilerinin aleyhine sadece o oy vermişti. Emperyalist savaşa karşı tutumunu ısrarla sürdüren Liebknecht’i yıldırmak için devlet onu askere almıştı. Bu dönemde Alman Sosyal Demokrat Partisi içindeki sol muhalefet bir hizip haline gelip, kendisine Spartakist grup adını vererek mücadeleye girişmişti. Spartakistler 1 Mayıs 1916’da Berlin’de büyük bir miting düzenlediler ve Liebknecht asker kıyafeti ile geldiği Potsdam meydanında “Kahrolsun savaş! Kahrolsun hükümet!” sloganlarıyla burjuvaziye ve onun militarizmine karşı ayaklanma bayrağını açtığını haykırdı. Mitingin ardından pek çok devrimciyle birlikte Karl Liebknecht de tutuklandı. Tutsakken hücre hapsi ve çalışma kampıyla yıldırılmaya çalışıldı ama hiçbir baskıya boyun eğmedi. O, gücünü haklılığından ve işçi sınıfının en iyi unsurlarının arkasında olmasından alıyordu. Karl Liebknecht’in davasının görüleceği gün 55 bin işçinin Liebknecht’le dayanışma grevine çıkması bunun açık göstergesiydi. Liebknecht 28 Haziranda iki yıla mahkûm oldu, cezası temyizde iki yıl daha arttırılarak dört yıl bir aya çıkarıldı.
Her ikisi de Rusya’daki devrimci yükselişi hapishanede coşkuyla takip ettiler. Rusya’yı ve oradaki devrimci hareketi çok iyi tanıyan Luxemburg hapishane koşullarında edinebildiği bilgilerle gelişmelerden sonuçlar çıkarmaya çalıştı. Bazı noktalarda eleştirilerde bulundu. Net bir biçimde Rus devriminin ve onun öncülüğünü yapan Bolşeviklerin yanında yer alan Luxemburg eleştirisini en başta Alman Sosyal Demokrat Partisinin hain liderlerine yöneltiyor ve Rusya’daki devrimin Avrupa’ya doğru ilerleyememesinden kaynaklanan sorunların sorumluluğunu açıkça bu çürümüş siyasete yüklüyordu. Luise Kautsky’ye şöyle yazmıştı: “Elbette, bu cadılar bayramı içinde uzun süre ayakta kalamazlar; geri ekonomileri nedeniyle değil, Rusların kanayan yarası ölüme kadar götürürken, seyretmeye devam edecek olan sefil korkaklardan oluşan Batı Sosyal Demokrasisi nedeniyle.”
Luxemburg, Rusya’daki işçi iktidarının hangi nesnel koşulların baskısı altında yol almaya çalıştığını çok açık biçimde idrak ve ifade ediyordu: “Bolşevikler, gerçek bir devrimci partinin tarihsel olanakların sunduğu sınırlar içinde yapabileceği katkıyı her şeyiyle yapabileceklerini gösterdiler. Onlardan mucizeler yaratmaları beklenmiyor. Savaş tarafından tüketilmiş, emperyalizm tarafından boğazlanmış, uluslararası proletarya tarafından ihanete uğramış, yalıtılmış bir ülkede, örnek ve kusursuz bir proleter devrimi bir mucize olurdu... Bolşevikler siyasal iktidarı fethetmek, sosyalizmin gerçekleştirilmesini pratik bir sorun olarak koymak ve bütün dünyada emekle sermaye arasındaki hesabın görülmesi davasını ilerletmek yoluyla uluslararası proletaryanın başını çekerek ölümsüz bir tarihsel hizmette bulundular. Rusya’da sorun sadece ortaya konabilirdi. Rusya’da çözülemezdi. Ve bu anlamda gelecek her yerde «Bolşevizme» aittir.”[2]
İşçi demokrasisinin uygulamalarda ifadesini bulan aksaklıklarının nesnel sebeplerini açıklıyor ama aynı zamanda Almanya gibi daha ileri ülkelerin dünya devriminin bir parçası olduğu durumlarda hayata geçecek asli yolun nasıl olması gerektiğini de ortaya koyuyordu. Bu noktada Elif Çağlı’nın değerlendirmelerinde ortaya koyduğu çok önemli bir yaklaşımın altını çizmek gerekiyor. Çağlı’nın “öncü örgüt ve kitle mücadelesi diyalektiği” olarak adlandırdığı yaklaşımı, tarihte hem Stalinistler hem de burjuvazinin çeşitli renklerden sözcüleri tarafından bir karşıtlık olarak anlatılmaya çalışılmış olan Lenin’in ve Rosa’nın siyasi düşüncelerinin, aslında birbirini destekleyen ve ilerleten pozisyonları ifade ettiğini çok güzel ve açık biçimde ortaya koymaktadır:
“Devrim mücadelesinde işçi kitlelerinin yaratıcı gücüne inanan ve işçi iktidarının yaşatılabilmesi için işçi demokrasisinin zorunluluğuna dikkat çeken Rosa Luxemburg bu gibi konularda yerden göğe haklıdır. Sosyalizm, ancak ve ancak komün tipi demokrasi şeklinde örgütlenen bir işçi sınıfıyla inşa edilebilir. Lenin’in örneklediği tipten bir devrimci önder partinin inşasını savunmak ne denli gerekliyse, işçi iktidarının bir parti diktatörlüğü olmadığına yürekten inanmak ve buna uygun bir siyasal çizgi benimsemek de o kadar gereklidir. Rosa’nın dediği gibi, işçi iktidarı sınıfın diktatoryası olmalıdır, sınıf adına yöneten küçük bir azınlığın değil! Kuşkusuz her demokrasi özünde bir sınıf diktatörlüğüdür ve bu bakımdan işçi sınıfının iktidarı da proletarya diktatörlüğü demektir. Ancak bu gerçekliği ifade etmekle iş bitmemektedir. İşin daha önemli olan yönünü, altını kalınca çizerek vurgulamak gerekir. Proletarya diktatörlüğü demokrasinin kaldırılması değil, toplumun çoğunluğunu oluşturan işçi-emekçi kitleler için tarihte ilk kez en geniş demokrasinin tesisi anlamına gelir.”[3]
Çağlı’nın önemle vurguladığı gibi, yalnızca öncü örgütün inşası konusunda doğruları yerine getirmek yeterli değildir. Proletaryanın devrimci tarihsel rolünü, öncü örgüt-kitle mücadelesi diyalektiği bağlamında bir bütün olarak doğru kavramak gereklidir. Bu da Lenin ve Luxemburg’un yaklaşımlarını birbirinin karşısına koyarak değil, birbirini tamamlayan görüşler olarak ele alarak sağlanabilir.
Rosa Luxemburg’un hapishanede yazdığı yazılarda, Lenin’in de belirttiği gibi yanlış yaklaşımlar da vardır. Ama bunlardan belki de en önemlisi olan Kurucu Meclis konusunda kısa süre sonra Luxemburg da, devrimin gerçekleri apaçık ortaya çıkaran ateşi içinde doğru siyasi pozisyona gelmiş ve iktidarın bütünüyle işçi konseylerinin eline geçmesi gerektiğini ifade etmiştir. Luxemburg’un son mücadeleleri içinde bizlere miras kalan çok değerli siyasi yaklaşımlardır bunlar.
Almanya’daki işçi devriminin kaderini de belirleyen en önemli sorunun devrimci partinin inşasındaki gecikme olduğunu söylemiştik. Luxemburg ve Liebknecht’in yaşamlarının son dönemlerinde gelecekteki mücadelelerin sorumluluğunu üstleneceği düşüncesiyle cansiparane bir mücadele ile Alman Komünist Partisini kurmaları da bir başka çok değerli mirastır. 1918 Kasımında devrim tarafından özgürleştirilen Luxemburg ve Liebknecht derhal Berlin’e gelmiş ve işçi sınıfının en mücadeleci, en iyi unsurlarının başına geçerek bir taraftan ayaklanmalara yön vermeye çalışmış, diğer taraftan da Komünist Enternasyonal’in parçası olacak Alman Komünist Partisinin kurulmasını sağlayan çalışmaları yürütmüşlerdir. Süreç içerisinde bir süre merkezci pozisyonda olan Bağımsız Sosyal Demokrat Parti içerisinde yer alsalar da bu yanlıştan dönmüş ve diğer bazı devrimci çevrelerin de katılımıyla 30 Aralık 1918’de Alman Komünist Partisinin (KPD) kurulmasına öncülük etmişlerdir.
Ölümcül gecikme akılda tutulması gereken en önemli unsurdur ancak her şeye rağmen gelecek kuşakların mücadelesine bayrağı en yüksekte tutarak devretmeleri anlamına gelen bu partinin kuruluşuna dönük çabalarının değeri de iyi anlaşılmalıdır. Üstelik buna, Almanya’daki devrimin zayıflıklarını, yenilgiye doğru gittiğini gördükleri bir noktada girişmişlerdir. İki büyük önder, son mücadelelerinin kıymetli bir sonucu olan bu çabalarıyla, işçilerin iktidar mücadelesinde öncü örgütlenmenin öneminin altını kalınca çizmişlerdir. Bu durum Luxemburg’un bu konuda Lenin’in ne kadar haklı olduğunu anladığının da somut bir ifadesi sayılabilir.
Luxemburg’un ve Liebknecht’in katli
Luxemburg’un ve Liebknecht’in son mücadeleleri sırasında ortaya koydukları gözüpeklik ve kararlılık da mutlaka hatırlanması gereken feyiz verici değerlerdir. Bunun karşısında burjuvazinin sosyalist hareket içerisindeki ajanlarının gösterdiği ihanet ve alçaklık da asla unutulmamalıdır. Çünkü her devrimci mücadelede bunların her ikisi de mutlaka ortaya çıkar. 1918 Kasımının başlarından Luxemburg ve Liebknecht’in katledilmelerine kadar geçen yaklaşık iki buçuk aylık süreçte yaşananlar bunun somut örnekleridir.
Devrim Almanya’da 29 Ekim 1918’de, donanma askerlerinin isyanıyla başlamıştı. 4 Kasımda isyana katılan altı yüz denizcinin tutuklanmasından sonra, Kiel’de denizcilerin ayaklanması isyanı büyütmüş, devrimci hareketin tüm ülkeye yayılmasına neden olmuştu. 6 Kasımda Hamburg’da ve Bremen’de kızıl bayraklar dalgalanıyor ve ertesi gün Münih’te Bavyera Cumhuriyeti ilan edilerek işçi, köylü ve asker konseyleri kuruluyordu. Monarşiyi kurtarmak için son bir çabayla bir Sosyal Demokrat, Friedrich Ebert şansölye olarak atandı. Ne var ki, Karl Liebknecht’in bir Alman Sovyet Cumhuriyeti ilan etmek üzere olduğunu öğrenen Sosyal Demokrat Philipp Scheidemann öğlen saat 2’de parlamento binasının balkonundan alelacele Alman Cumhuriyetini ilan etti. Bundan iki saat sonra Liebknecht de Sosyalist Alman Cumhuriyetinin kuruluşunu meydanda işçilere onaylattı.
İşçilerin ayağa kalkması sırasında bocalayan Alman egemen sınıfı yardıma hain Sosyal Demokrat Parti liderlerini çağırıyor ve Ebert, Scheidemann ve Noske öncülüğündeki bu alçaklar sürüsü burjuvaziye hayat öpücüğü veren işbirliğini tereddütsüzce hayata geçiriyordu. O sırada Alman ordusunda tümgeneral olan Groener 1925 yılında bu işbirliğini resmi belgelere şöyle geçiriyordu: “Genel Karargâh ile Reich şansölyesi arasında bir iletişim hattı kurduk. Her gece on birden bire kadar gizli bir telefon hattından birbirimize danışacaktık… Sonra... Berlin’e on tümen getirilmesiyle ilgili bir plan yapıldı. Ebert buna onay verdiğini bildirdi.”
Olaylar hızla akarken Berlin’e gelen Rosa Luxemburg Spartakistlerin ayaklanan işçileri yönlendirebilmesi için hemen “Rote Fahne” (Kızıl Bayrak) gazetesinin yayınlanması işine girişti ve gazeteyi günlük olarak çıkarmaya başladı. İki ay içerisinde her biri birbirinden etkili yirmiden fazla makale yazdı. Liebknecht ise toplantıdan toplantıya koşuyor ayaktaki kitlelere yön vermeye çalışıyordu. 6 Aralık 1918’te, Sosyal Demokratların yönettiği hükümetin emir verdiği askerler bir yandan Rote Fahne bürolarını basarken diğer yandan da bir Spartakist gösteriye makineli tüfekle ateş açtılar. Bu saldırıda 18 kişi öldü, 30 kişi yaralandı. Artık silahların devreye girdiği bir aşamaya gelinmişti. İşçiler ve askerler arasındaki çatışmalar tüm ülkeye yayıldı ve bununla birleşen bir grev dalgası da ülkeyi felç etti.
Bunlar yaşanırken İşçi ve Asker Konseylerinin ilk kongresi de 16 Aralıkta Berlin’de yapıldı. Bu kongre Spartakistler açısından büyük bir hayal kırıklığına neden oldu. Çünkü delegelerin çoğunluğu hâlâ işçilerin geleneksel örgütü Sosyal Demokrat Partiden kopamamışlardı. Spartakistlerin siyasi çizgisinin farklılıkları aradaki unsurların gözünde hâlâ netleşmemişti. Bu yüzden Spartakistler bir an önce kendi örgütlerini yaratmaya giriştiler ve 30 Aralıkta Almanya Komünist Partisini kurdular. Ancak Noele de denk gelen bu dönem, bir rehavet ortamına neden olmuştu ve burjuvazi bu zamanı etkili biçimde kullanıyordu. Tümgeneral Groener bu kritik zaman dilimini sonrasında şu cümlelerle anlatmıştı: “Berlin’e sevk emri verdiğim on tümen «hazır değildi» ve eğer Spartakistler bu fırsatı hükümeti devirmek için kullanmayı seçseydi, onları kimse durduramazdı... Ama mucizevi bir biçimde Spartakistler bunu yapmadı. Bay Liebknecht ve yoldaşları Noel kutluyorlardı ve Berlin’de hiç askeri birlik yokken tamamen sessiz kalmışlardı. Kendi lehlerine mi, aleyhlerine mi, bilinemez; Spartakistler silahlı değil ideolojik bir çatışmaya dalmışlardı. SPD’den kopup ayrı bir parti kurmalı mıydılar ve eğer parti kursaydılar adı «sosyalist» mi yoksa «komünist» mi olmalıydı? bunları tartışıyorlardı.”[4] 29 Aralık Pazar günü, Şansölye Ebert Gönüllü Birliklere Berlin’e girme emri verdi ve bu gelişmenin ardından bütün dengeler burjuvazinin lehine bozulmuş oldu.
Devrimci işçi hareketi inisiyatifi ele almak için girişimlerde bulunuyordu. Ancak hükümetin buna karşılık vermesini sağlayacak bir gücü artık Berlin’de hazır bekliyordu. Bağımsız Sosyalist Berlin Emniyet Müdürü Emil Eichhom’un 4 Ocak 1919’da İçişleri Bakanı tarafından görevinden alındığı halde ayrılmayı reddedip, işçilere silah dağıtmaya başlamasıyla mücadelenin harareti yine yükseldi. 5 Ocak gecesi Almanya Komünist Partisi ve Bağımsız Sosyal Demokrat Partisi bir Devrim Komitesi kurdular ve 6 Ocakta hükümete geçici olarak el koyduklarını ilan ettiler. 8 Ocakta burjuvazinin hükümet güçleri saldırıya geçti. Noske’nin komuta ettiği Gönüllü Birlikler devrimci işçilere acımasızca saldırıyor, beyaz bayrakla teslim olanları bile kurşuna diziyorlardı. 12 Ocakta, devrimcilerin ellerinde kalan son mevzi olan Emniyet Müdürlüğü düştükten sonra isyanın kesin olarak yenildiği netleşti. Askeri birlikler bütün Berlin’i işgal etti.
Bütün bunlar yaşanırken Liebknecht ve Luxemburg Berlin dışına çıkma önerilerini kesinlikle reddettiler ve isyanın başında kaldılar. İkisini de Marcussohn ailesi dairelerinde saklıyordu. Ancak burjuvazinin amansız takibi ne yazık ki 15 Ocakta yakalanmalarıyla sonuçlandı. Askeri birliklerin sorgulama ve işkence merkezine dönüştürülmüş olan Eden Otele götürüldüler ve oradan Moabit Cezaevine nakledilirken alçakça katledildiler. Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’in ölümlerine dair resmi açıklama 16 Ocakta yapıldı. Bu açıklamaya göre, Liebknecht askeri muhafızlar eşliğinde Eden Otelinden Moabit Cezaevine götürülürken, yolda meçhul bir suikastçı tarafından kafasına vurulmuştu. Otomobilin motoru bozulmuş ve Liebknecht’e yürümesi emredilmiş, sendeleyen ve başındaki yara nedeniyle çok kan kaybeden Liebknecht kaçmaya kalkışmış ve vurulmuştu! Luxemburg’a ise Eden Otelinden ayrılırken bir serseri saldırmış, ama başındaki asker onu kurtarmaya çalışmış ve baygın Rosa’yı otomobile sokmuş, meçhul bir şahıs da o sırada Rosa’ya tabancayla ateş etmişti. Otomobil hareket etmiş ama kanal çevresindeki bir kalabalık onu arabadan indirmiş, sürüklemiş ve karanlıkta kaybolmuştu. Cesetse bulunamamıştı. Bunlar elbette burjuvazinin uydurduğu yalanlardı.
Gerçeği ortaya çıkaran ise Liebknecht ve Luxemburg’un yoldaşları Leo Jogiches oldu. Yaptığı detaylı soruşturmaların ardından Rote Fahne gazetesinde gerçekleri belgelerle ortaya koydu. Onun ortaya çıkardıklarına göre, her ikisi gözaltına alındıktan sonra özel kuvvetler komutanı Binbaşı Waldemar Pabst, Sosyal Demokrat Parti yöneticisi Gustav Noske ile telefon görüşmesi yapar ve katledilmeleri için gerekli izni ondan alır. Önce Karl Liebknecht öldürülür. Cansız bedeni isimsiz olarak morga teslim edilir. Ardından Rosa katledilir, Landwehr Kanalına araç ile götürülüp cesedi suya atılır. Bu gerçekleri ortaya çıkaran ve onlar öldükten sonra Alman Komünist Partisinin başına geçen Leo Jogiches de onların ölümünden iki ay sonra Mart başında tutuklanır ve Emniyette başına kurşun sıkılarak öldürülür. Resmi açıklama yine aynıdır: “Kaçmaya çalışırken vuruldu!”
25 Ocak 1919’da iki devrimci lider için çok büyük ve görkemli bir cenaze töreni yapılır. Karl Liebknecht’in mezarının hemen yanında Rosa Luxemburg için de bir mezar yeri boş bırakılır. Rosa’nın naaşı 31 Mayıs 1919’da bulunur ve 13 Haziranda kendisi için ayrılan Friedrichsfeld mezarlığındaki yere kitlesel bir uğurlama töreniyle gömülür.
[1] Nitekim bu değerlendirmeleri “Kızıl Kanatlı Rosa” broşüründe Elif Çağlı layıkıyla, en kapsamlı ve yol gösterici biçimde yapmıştır. Bu nedenle yer yer kimi noktalara değinecek olsak da, Rosa Luxemburg’un ve Karl Liebknect’in büyük mücadelesini 104. yılında anmak için kaleme aldığımız bu yazıda bu değerlendirmelerin bütününü tekrarlamıyoruz. Esas olarak Alman devrimi sürecinde bu iki önderin ortaya koydukları bazı yaklaşımların ve mücadelelerin önemini ve değerini vurgulamaya çalışıyoruz.
[2] Rosa Luxemburg, “Rus Devrimi”, Siyasi Yazılar, V Yay., s.95-96
[3] Elif Çağlı, Kızıl Kanatlı Rosa, marksist.com
[4] Elzbieta Ettinger, Rosa Luxemburg Bir Yaşam, Belge Yay., s.341-342
link: Selim Fuat, Rosa Luxemburg’un ve Karl Liebknecht’in Son Mücadelesi, 15 Ocak 2023, https://marksist.net/node/7830
Dünyaya Bir Devrim Gerek!
Emek ve Özgürlük İttifakı İlk Mitingini İstanbul’da Yaptı