Sedat Peker’in dizi gibi yayınladığı videolardaki ifşaatlarla birlikte, “devlet, vatan, millet” diye diye ortalığı inletenlerin, gerçekte en pis ve karanlık işleri devlet mekanizmalarını ve gücünü kullanarak bu söylemler eşliğinde nasıl gerçekleştirdiklerini toplumun geniş kesimleri de öğrenmiş oldu. Bu pislikler, genel hatlarıyla, elbette toplumun sosyalist, devrimci kesimleri tarafından biliniyor, anlatılıyor, üzerine yazılıp çiziliyordu. Ancak, devleti kutsallaştıran, milliyetçi, muhafazakâr söylemlerle zihinleri bulanmış olanlara, bu söylenenler ya ulaşmıyor ya da onlar tarafından kâle alınmıyordu. İktidar blokuna oy veren kesimler, gerçekleri, destekledikleri rejimin unsurlarından birinin dilinden ilk defa duydular. Sedat Peker’in çarpıcı açıklamalarıyla, bildiklerini zannettiklerinin tam tersini gösteren somut olaylar ve belgelerle karşı karşıya kaldılar.
Peker, devlet adına işlenen cinayetlerden, devletin üst düzey yöneticilerinden bakanına, Emniyet bürokratlarından yüksek yargı mensubuna çeşitli kişilerin yolsuzluklarından, bunların içinde olduğu çok büyük miktarlardaki uyuşturucu işlerinden, devletin işlediği uluslararası savaş suçlarına kadar pek çok konuda yanlışlanamayan somut bilgiler verdi. Devletlû zevatın faili olduğu tecavüz vakalarının üzerinin nasıl örtüldüğünü, devlet gücünü elinde bulunduranların başkalarının mallarına hangi yollarla çöktüğünü, uluslararası kara para aklama operasyonlarının “yerli ve milli” yöneticilerin lütfuyla ve şüphesiz paydaşlığıyla nasıl gerçekleştiğini anlattı. Onun anlattıklarıyla kutsal devletin kimi sırları bir bir dökülürken, sırların altındaki çirkinlikler apaçık görünür hale geldi.
Peker, videolarında, “Devlet nedir biliyor musunuz, devlet ruhtur” diyerek devleti yüceltmeyi sürdürmeye çalışırken, devleti kutsayarak yaptıkları ettikleri karanlık işleri bu perdenin arkasında gizlemeye, tüm suçlarını kutsal devlet söylemiyle örtmeye çalışanların bilindik söylemlerini kullanmaya devam etti. Söylediklerinin devleti özellikle uluslararası alanda zora düşürmemesi için çabaladığını anlattı. Meseleleri devletin içindeki birilerinin devletin gücünü kendi çıkarları için kullanmalarına indirgemeye çalıştı. Mesela, devlet adına hareket eden Ağar gibilerin Kürt sorununu istismar ettiğini, ama aslında bunların devletin değil Ağar gibilerin suçu olduğunu söyleyerek devletin kutsallığına halel getirmemeye çalıştı. Ancak anlattıkları, kişilerin “yanlışlarına” indirgenemeyecek kadar çok, birbiriyle ilişkili ve aynı topraktan beslenen “yanlışı” içeriyordu. Sistemli bir biçimde işleyen, çok boyutlu ilişkiler ağını içeren, çok çeşitli zor aygıtlarına sahip bir örgütlenmenin, yani tam adıyla devletin içinde olmadan gerçekleşebilecek işler değildi anlattıkları. Bu yüzden kendisinin niyeti öyle olmasa da anlattıkları, devletin kutsal addedilebilecek hiçbir yönünün olmadığını, aksine, yüceleştirilen devletin yaldızları kazındığında, sırları döküldüğünde kutsallıkla ilgisi olmayan işlevleri yerine getiren bir baskı aygıtı olduğunu açık biçimde ortaya serdi.
Kutsal devlet yanılsaması, bu topraklarda yaşayan emekçiler için kadim bir sorun. Devletin yaldızlarının dökülmesine katkıda bulunan, bu yönüyle de Türkiyeli emekçilerin zihinsel dönüşümünde yararlı etkileri olacak olan Peker’in ifşaatları bu nedenle küçümsenemez. “Devletin kutsallığı” mitinin etkisini yitirmesi emekçilerin lehinedir. Çünkü kutsallık payesi sınıfsal ilişkileri ve sömürüyü örtmek, emekçileri aldatmak içindir.
Kutsal devlet yanılsaması
Burjuvazinin, toplum düzenini toplumun gönüllü rızasıyla sağlamak için örgütlenmiş bir yapı olarak anlattığı devlet, gerçekte egemenlerin sömürülen sınıf üzerindeki baskısını ifade eden bir tahakküm aygıtıdır. Toplum ve sınıflardan, sınıfsal ilişkilerden bağımsız bir yapı asla değildir. Göklerden inmemiştir. Sömürücü sınıfların toplumu kendi çıkarlarına göre organize etmesi ihtiyacının bir ürünü olarak var olmaya başlamıştır. Tipleri ve biçimleri değişse de devletin bu temel niteliği bugüne kadar hiç değişmemiştir. En özgürlükçü görüneni dâhil sömürücü sınıfların hâkimiyetindeki tüm devlet yapıları, egemen sınıfın sömürü düzenini devam ettirmek için kullandığı bir baskı örgütlenmesidir.
Egemenliklerini sorunsuz biçimde sürdürmek isteyen sömürücü sınıflar, devleti topluma benimsetmeye, devlet hakkında yanılsamalar yaratmaya mecburdurlar. Çünkü azınlığın çoğunluk üzerinde tahakkümü ancak bu yanılsamaların topluma hâkim kılınmasıyla mümkün olabilir. Bu yüzden sömürücü sınıfların egemen olduğu her toplumda devlete ilişkin yanılsamalar o ya da bu düzeyde mevcuttur. Ancak iktidarlarını despotik bir biçimde sürdürmek durumundaki egemenler, devletin yüceltilmesine ve toplumun üstünde kutsal bir varlığa dönüşmesine daha çok ihtiyaç duyarlar. Egemenlerin bekası için devletin kutsallığı miti çok yararlı bir işlev görür, ihtiyaç duydukları gücü bu yanılsamadan devşirirler.
Geçmişte Asyatik üretim tarzı temeli üzerinde biçimlenmiş devletlerde, “devletin kutsallığı” yanılsaması çok güçlüydü. Çünkü egemen sınıf devlet sınıfıydı ve iktidarı “devletin kutsallığı” yanılsamasının toplumda hâkim olmasına sıkı sıkıya bağlıydı. Toplumun bu gözbağından kurtulmasını önlemek egemenler için hayati bir ihtiyaçtı. Kemal Tahir bunu, “Devlet Ana” romanında Şeyh Edebali’nin Osman’a verdiği “Doğu toplumlarında devletin kutsallığı, dinden bile önce gelir” öğüdüyle çarpıcı biçimde ifade eder. Asyatik bir devlet olarak biçimlenen Osmanlı İmparatorluğu’nda ve onun bakiyesi üzerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde devlet bu tarihsel köklerin etkisiyle hep “kutsal” oldu.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu ilk yıllardan itibaren, toplum ve siyaset, önceki dönemin birikimlerinin üstünde yükselen “kutsal devlet” aldatmacasıyla şekillendirildi. Egemenler, iktidarlarını, kutsallık atfederek dokunulmaz, sorgulanmaz kıldıkları devlet sayesinde sağlama aldılar. Böylece kendi çıkarları için yaptıkları her şey, devletin yüksek menfaatleri için yapılıyormuş gibi gösterilebildi. Tüm ideolojik araçlar, her dönemde, “devletin kutsallığı” yanılsamasını pekiştirecek içerikle kuvvetli biçimde kullanıldı. Devletçi ideolojiyi kabul etmeyen insanlar, daha önemlisi siyasi örgütlenmeler etkisizleştirilmeye, marjinalleştirilmeye çalışıldı. Büyük ölçüde de bunda başarılı oldu egemen sınıf. Toplumun genelinin beyni kutsal devlet aldatmacasıyla dumura uğratıldı. Bu yüzden egemenler, sorun yaşadıkları her durumda, gerçekleri açıklamaya çalışanları şaşmaz biçimde “vatan haini” olmakla yaftaladılar. “Kutsal devlet” diskurları çekerek kitleleri muhaliflerin üzerine sürdüler. Kitlelerin devlete dair yanılsamalarını tepe tepe kullandılar. Kullanmaya devam ediyorlar.
Devlet egemen sınıfın sömürülen sınıf üzerinde tahakküm aracıdır demiştik. Bu tahakküm, yasal, yasadışı, meşru, gayrimeşru her türlü yöntemle sağlanır. Devlet bu tahakkümü sağladığında devlettir. Yani aslolan hâkim sınıfın tahakküm sağlamasıdır. Bunun nasıl sağlandığı ise tali bir meseledir. İhtiyaç duyduğunda her türlü yöntemi kullanarak hâkimiyetini tesis etmeye çalışır egemen sınıf. Bu yüzden kontrgerillasından mafyasına kadar her türden örgütü faili meçhul cinayetlerden pogromlara, uyuşturucu ticaretinin organizasyonundan savaş suçlarını gerçekleştirmeye kadar her melanette kullanmaktan geri durmaz.
İçişleri Bakanı Soylu, Sedat Peker’in iddialarına cevap vermek için çıktığı TRT programında, “Siz organize suç örgütlerini sadece mafya olarak görmeyin. Mafya, sadece mafya örgütleri, böyle millete çöken, ekonomik, sosyal, siyasi etki oluşturmaya çalışan alanlar olarak görmeyin. Gayrinizami harbin en önemli aparatlarından bir tanesidir, psikolojik harekâtın en önemli aparatlarından bir tanesidir. Yani bunu sadece bir suç örgütü, bunlar bir araya gelirler, çek senet tahsili yaparlar diye görmeyin. Gayrinizami harbin en önemli aparatlarından bir tanesidir. Bunu kaydedin bir kenara” demişti. İşte devlet budur. Pekerlerle, Çatlılarla, Çakıcılarla ve nice benzerleriyle iç içe geçerek oluşmuş yapıdır. Soygunlar, talanlar, cinayetler, soykırımlar gerçekleştiren, en önemlisi işçi sınıfının sömürüsünün devam etmesi için ne gerekiyorsa yapan, sömürü ve kandan mürekkep bir aygıttır.
“Kutsal devlet”in bu yönleri geniş kitleler için çoğunlukla örtüktür, muğlaktır. Ancak çeşitli zamanlarda apaçık biçimde ortaya çıkar. O günün koşullarında önemli siyasi sonuçlar üretse de işçi sınıfı örgütlenmelerinin aktarma kayışlarının iyi çalışmadığı durumlarda, egemen sınıf açığa çıkan bu pisliklerini topluma unutturmanın bir yolunu bulur. Sorunların kaynağı olarak kişileri gösterir. Meseleyi bazı kişilerin ya da grupların şirazesinin kaymasına indirger. Genel anlamda imajını tazeler. Türkiye için bu durumun önemli bir örneği Susurluk’taki kazayla birlikte devlete ait “sırların” ortaya dökülmesi, bunların siyasi bir değişim sürecinin kaldıracı olması, sonrasında ise birkaç göstermelik cezanın ardından unutturulması sürecidir. Genç kuşaktan insanlardan çoğunun bilmediği, geçmiş kuşaktan emekçilerin çoğunun ise unuttuğu “Susurluk olayı” üzerinden, 90’lardaki siyasi atmosferi hatırlatmak ve bugünkü ifşaatlarla o zaman ortaya saçılanların paralelliklerini ortaya koymak faydalı olacaktır.
Susurluk olayı
90’lı yıllarda PKK ile savaşta kullanılan ve pek çok savaş suçu işleyen korucuların bir bölümünün aşiret lideri ve aynı zamanda milletvekili olan Sedat Bucak, pek çok şaibeli işin içinde olduğu bilinen polis şefi Hüseyin Kocadağ ve kontrgerillanın önde gelen elemanlarından Abdullah Çatlı aynı arabadaydı. Çatlı, Abdi İpekçi suikastının ve Papa İkinci Jean Paul suikastının faili olan Mehmet Ali Ağca’nın Maltepe Cezaevinden kaçırılması, 1978’de Doç. Dr. Bedrettin Cömert’in öldürülmesi ve Bahçelievler’de Türkiye İşçi Partisinden yedi öğrencinin katledilmesi gibi olaylarla ilgili olarak aranıyordu. Hakkında Interpol’ün kırmızı bültenle arama kararı vardı. Kazadan iki gün sonra, kaza yapan aracın içinden çok sayıda silah ve uyuşturucu madde çıktığı açıklandı. Daha sonraki yıllarda, bir başka kontrgerilla unsuru olan Haluk Kırcı, Çatlı’ya ait “devlet sırları” olan bir çantayı kazanın hemen ardından aldığını bir televizyon programında anlattı.
Susurluk kazasının ardından araçta çok sayıda silah, susturucu ve mermi bulunmuştu. Daha sonra soruşturmalar sonucu ortaya çıkan en önemli bulgulardan biri, İsrail tarafından Emniyet Genel Müdürlüğüne hibe edilen Uzi ve Beretta marka yaklaşık 30 silahın çok büyük bir bölümünün kayıp olduğunun anlaşılmasıydı. Bunlar suikastlar için geliştirildiği bilinen silahlardı. Yapılan balistik incelemeler, kayıp silahların markasıyla örtüşen silahların 1990’lı yıllardaki bazı suikastlarda kullanıldığını gösterdi. Ağar silahlarla ilgili, “O silahlar Başbakanlık’tan doğrudan izinle alındı. Terörle mücadele için gerekliydi. Bunların kaydı tutulmaz. Her devlet bu tür şeyleri yapar. Bu tür silah alımları her devlette olur” dedi. Bugün hâlâ bulunamayan bu silahların nerelerde kullanıldığına dair bilgiler Sedat Peker’in açıklamalarına da yansıdı. Kıbrıs’ta gazeteci Kutlu Adalı’nın katledilmesi için kontrgerillanın önemli ismi Korkut Eken’in yanına gittiğini ve bu suikast için Uzi marka silahın nasıl kullanıldığını öğrendiğini itiraf eden Sedat Peker’in kardeşi Attila Peker, söz konusu silahların izini ve ne tür işlerde kullanıldığını da göstermiş oluyordu.
Susurluk’ta kaza yapan aracın içinde bulunanların kimlikleri ve araçtan çıkanlar, devlet, düzen siyaseti ve mafya arasındaki sıkı bağın net bir fotoğrafını veriyordu. O dönemden itibaren çoğunlukla “derin devlet” olarak adlandırılan yapı bu kazanın ardından görünür hale gelmişti. Derin devlet ifadesiyle, devletin içerisinde yer alan ama devletten ayrı kirli işler çeviren klikler kastediliyordu. Ama gerçekte bu yapı devletin ta kendisiydi. Susurluk kazası ve ardından ortaya çıkan ilişkiler ağı, uzun bir süre boyunca hem medyanın hem de siyasetin temel gündemi oldu. Kazanın ardından bazı gazetecilerin yaptıkları araştırmalar pek çok kirli olayın ve bağın ortaya çıkmasını sağladı. Ortaya dökülen pisliklerin toplumda yarattığı infial karşısında burjuva politikacılar adımlar atmak durumunda kaldılar. Mecliste Susurluk Araştırma Komisyonu kuruldu. Devletin karanlık işlerinin açığa çıkarılması, suçluların cezalandırılması talebiyle “Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık Eylemi” başlatıldı. MİT ve Başbakanlık tarafından Susurluk raporları hazırlatıldı.
Bu raporlarda, devletin içerisinde uzun yıllardır bir çetenin bulunduğuna ve özellikle 1990’larda PKK ile mücadele için oluşturulan özel birimlerin zamanla faili meçhul cinayetler, mafya hesaplaşmaları ve uyuşturucu kaçakçılığı gibi bir dizi suça bulaşan bir yapıya dönüştüğüne işaret ediliyordu. TBMM’nin Susurluk Raporunda söz konusu yapılar için “Bu örgütler amaçlarına ulaşmak için, her türlü yasadışı faaliyeti (tehdit, adam öldürme, haraç, vs.) yapar hale gelmiştir. Olayların üzerine gidecek devlet görevlilerinin (güvenlik güçleri, adli merciler) ve vatandaşların (şikâyet, şahitlik şeklinde) güvenliği yeterince sağlanamamış ve söz konusu yasal olmayan güçler her türlü yasal olmayan işlerini kolaylıkla yapar hale getirilmiştir” deniyordu.
Susurluk kazası olmadan birkaç ay önce Perinçek tarafından yayınlanan MİT raporu bu durumun devletin değişik unsurları tarafından gayet iyi bilindiğini ve bu devlet yapıları arasındaki mücadele nedeniyle birilerinin Susurluk’ta ortaya çıkanları kontrollü biçimde sergileme hazırlığında olduğunu gösteriyordu. Bu raporda açık biçimde Emniyet içindeki yapılanmanın marifetleri anlatılıyordu: “Emniyet Genel Müdürlüğü’nce PKK ve Dev Sol’a karşı faaliyetler için kullanılıyor görüntüsü ile özel bir suç ekibi teşkil edilmiştir. Tehdit, gasp, haraç, uyuşturucu kaçakçılığı, cinayet gibi suçların içinde olan bu grup genellikle eski ülkücülerden teşekkül etmiştir. Grup doğrudan Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar’a bağlı olup, Emniyet Genel Müdür Müşaviri Korkut Eken tarafından sevk ve idare edilmektedir. Grup üyelerine Emniyet Genel Müdürlüğü’nce «Polis» hüviyeti ve «Yeşil Pasaport» verilmiştir. Bahsi geçen grup, teröristlere karşı faaliyetlerde bulunma görünümünde Almanya, Hollanda, Belçika, Macaristan ve Azerbaycan’a gidip gelmekte, uyuşturucu kaçakçılığı yapmaktadır.”
Susurluk kazası sonrasında ortaya dökülenler, karanlık ilişkilerin merkezinde dönemin İçişleri Bakanı Mehmet Ağar’ın bulunduğuna işaret ediyordu. Kazanın ardından ortaya atılan iddialar nedeniyle İçişleri Bakanı Mehmet Ağar 8 Kasımda istifa etti. İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi (DGM) Savcılığı, Ağar ve Bucak hakkında dokunulmazlıklarının kaldırılması istemiyle fezleke hazırladı. Dokunulmazlıkları kaldırılan iki isim hakkında “cürüm işlemek için çete kurmak, hakkında yakalama ve tevkif müzakeresi bulunan kişileri yetkili mercilere haber vermemek ve görevi kötüye kullanmak” suçlamalarıyla iddianame hazırlandı ve dava açıldı. Ağar, 1998 yılında DGM’de sanık olarak ifade verdi. Üç saat süren ifadesinde birçok soruyu “devlet sırrı” olduğu gerekçesiyle yanıtlamadı ve davaya konu birçok olayın yaşandığı tarihte bakan olduğu gerekçesiyle ancak Yüce Divan’da yargılanabileceğini savundu. DGM, önce “görevsizlik” kararı verdi. Ancak bu karar Yargıtay tarafından bozuldu. Bunun üzerine DGM bu kez “yargılanmanın durdurulmasına” hükmetti. TBMM Soruşturma Komisyonu da Ağar’ın Yüce Divan’a sevkine gerek olmadığına karar verdi. Ağar ancak 2011 yılında Ankara Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemesi tarafından “suç örgütü yöneticisi” olduğu iddiasıyla açılan davada beş yıl hapis cezasına çarptırılabildi. Ağar bu cezadan dolayı, Aydın’da kendisi için özel olarak hazırlanan cezaevinde göstermelik biçimde 1 yıl 4 gün yattı. Bu durum bile söz konusu örgütlenmelerin devlet tarafından özenle korunduğunu, dolayısıyla devletin dışında ona rağmen yapılar olmadığını açık biçimde gösteriyordu.
Devlet içerisindeki fraksiyonların güç çatışmaları sonucu pek çok belgenin ortaya döküldüğü, toplumun ciddi tepkiler göstermesi üzerine de epeyce sarsıntı yaratan, belli ki devlet içi güç dengelerindeki bir değişimin karşılığı olan Susurluk olayı, düzen içi güçlerin belirlediği siyasi koşullarda, beklenebilecek asgari sonuçlara dahi ulaşamadı. Susurluk vesilesiyle ortaya dökülenlere karşı toplumdan her geçen gün giderek yükselen tepkiler ise düzen güçlerinin kontrolüne geçti. Toplumun tepkisi, burjuva medya ve siyasetin örgütlü çabasıyla devletin “derin” işlerinden uzaklaştırılıp Erbakan başbakanlığındaki hükümeti düşürmeye yönlendirildi. Nitekim 28 Şubat 1997’de “irticaya karşı” “postmodern darbe” yapıldı. 28 Şubat müdahalesi hedefine ulaştıktan sonra da toplumsal tepkiler söndürüldü ve Susurluk olayı kimi polislerin mafya ilişkilerine indirgenerek zamanla kapatıldı.
Siyasi kriz büyüyor
Susurluk olayının sonrasındaki gelişmelerin açık biçimde gösterdiği gibi, kapitalist devletin pislikleri apaçık ortaya döküldüğünde bile buna karşı düzen içi muhalefetin, hele Türkiye'deki gibi ağır devletçilikle malûl siyasi partilerin gidebilecekleri yer son derece sınırlı kalıyor. Susurluk’un ardından Demirel’in “gideceği yere kadar gitsin” çıkışının hiçbir anlamının olmadığı yaşanan sonuçlarla görüldü. “Temiz toplum istiyoruz!” manşetleri atan düzen gazetelerinin toplumsal tepkiyi sürüklediği mecralar yüzünden bugün kimse bu sloganı bile dillendiremez oldu. Yani burjuva düzenin pisliklerinin tüm sonuçlarıyla birlikte temizlenmesi düzen içi siyasetin harcı değil. Bunu ancak işçi sınıfının devrimci mücadelesi başarabilir. Elbette bu, bugün eli kolu bağlı biçimde oturup olan biteni seyretmekten başka bir seçenek olmadığı anlamına gelmiyor. Aksine artık saklanamayan pisliklerin ve en azından Susurluk’la birlikte değerlendirildiğinde devamlılık arz ettiği kolayca anlaşılan baştan ayağa kirli devlet düzeninin, en geniş işçi katmanları tarafından da görülebilmesi, anlaşılabilmesi için çaba harcamak gerekiyor.
Her şeye rağmen Susurluk kazası vesilesiyle ortaya dökülenler toplumsal belleğe kazındı. Tozu dumana katan Peker ifşaatlarının siyasi sonuçlarının neler olacağını ise önümüzdeki günlerde yaşanacak gelişmeler bize gösterecek. Söz konusu ifşaatlar, faşist rejimin siyasi alanda yarattığı kilitlenmeler nedeniyle ortaya dökülenlerin pespayeliğiyle orantılı büyüklükte ve beklenen hızda siyasi sonuçlar üretemeyebilir. Ancak bu ifşaatlar, toplumun geniş kesimlerinin zihninde muhakkak önemli etkiler ve kırılmalar yaratacaktır. İşçi sınıfının bazı kesimleri içerisinde, devletin yüceltilmesini ve kutsanmasını esas alan zihniyetin sorgulanması ve bu zihniyetin söylemlerinin bu kesimler arasında, zamanla, eskisi kadar etkili olamaması muhtemeldir. Sınıf devrimcileri bu zihinsel kırılmaların mümkün olduğunca yaygınlaşması ve büyümesi için çaba göstermelidir.
İçinden çıkılamayan bir ekonomik krizle malûl iktidarın mevcut durumu düşünüldüğünde, bu türden birikimlerin toplumsal tepkileri sıçramalı biçimde ilerletebilmesi de küçük bir ihtimal değildir. İktidar blokunun içindeki çatışma artık bastırılamamakta, çatlakların üzeri örtülememektedir. Burjuva muhalefet “aman oyuna gelmeyelim, sokağa çıkmayın, ilk seçimde gidiyorlar nasıl olsa” aymazlığında ısrar etse de toplumdaki çok ciddi öfke birikimi akacak mecra aramaktadır. Türkiye’de gitgide bir siyasi kriz şekillenmekte, mevcut tablo siyasi kırılmalara, toplumsal patlamalara gebe bir ortamın varlığını göstermektedir.
link: Selim Fuat, “Kutsal Devlet”in Sırları Dökülürken, 8 Temmuz 2021, https://marksist.net/node/7400
Korona Virüstür, Kapitalizm Salgın!
Çocuk İşçiliği ve Çocuklarımızın Umutları