Kısa süre önce, Tayland’ın güneyinde, bir kamyonun arkasındaki konteynırda 54 Myanmarlı “kaçak” göçmen işçi boğularak öldü. 20 Çinli işçinin, Morecamble Körfezinde kabuklu deniz canlısı toplarken gelgite kapılarak ölmesi, ABD sınırını geçmeye çalışırken her yıl ortalama 400 kişinin öldürülmesi, batan botlarda yüzlerce göçmenin boğularak ölmesi gibi birçok olay ise hatırlanmıyor bile. Bu trajedileri yaşayanlar, burjuvazi için, gazete “haber”lerinin ya da istatistik verilerinin içinde birer sayı olmaktan başka bir şey ifade etmiyorlar. Yaşamayı başarıp ücretli köle olmaya hak kazananların payına ise sefaletten başka bir şey düşmüyor.
Marx, Kapital’de, ihtiyaca göre oradan oraya sürülen göçebe nüfusu “sermayenin hafif piyadeleri” olarak nitelendirmişti.[1] Sefil barınma koşulları içerisinde hastalıktan kırılan, tehlikeli çalışma şartlarına ve alçaltıcı bir yaşama razı gelmek zorunda kalan “hafif piyade”lerin berbat yaşam koşulları özünde bugün de çok değişmiş değil. Marx’ın Kapital’in “göçebe nüfus” kısmında resmettiği ağır ve sağlıksız çalışma koşulları, yetersiz ücretler ve elbette kolay gözden çıkarılabilirlik, geçen on yıllar içerisinde hafiflemek şöyle dursun katmerlenerek artmış durumda.[2]
Her zaman büyük sorunlarla boğuşmak zorunda kalan göçmen işçiler için, kapitalizmin kriz yılları, sıkıntıların bir kat daha ağırlaştığı, tehditlerin daha da çoğaldığı dönemlerdir. İçinden geçtiğimiz süreçte de bu durumun yarattığı tehlikeler göçmen işçilerin önünde duruyor. Çünkü krizin faturasını işçi sınıfının sırtına yıkmaya çalışan kapitalistlerin, üzerine en önce çullandıkları kesimlerin başında “kolayca kullanıp atabildikleri” göçmen işçiler gelmektedir. Bu yüzden göçmen işçilerin sorunlarını doğru bir yaklaşımla sahiplenip işçi sınıfının birliği çerçevesinde mücadeleyi yükseltmenin önemi bugün daha da artmıştır.
Birlikte mücadele, ortak örgütlenme!
Kapitalist üretimin başlangıcından bu yana, sefalet koşulları içerisinde yaşayan göçmen işçilerin sorunları karşısında devrimci Marksistler doğru yaklaşımlar sergilemiş, sağlıklı politik tutumlar ortaya koymuşlardır. Devrimci sınıf hareketinin güçlü olduğu dönemlerde, bu sağlıklı politik tutumlar sendikal harekette de yansımasını bulmuştur. Ne var ki bugün, işçi sınıfının devrimci mücadelesiyle yıllar içerisinde sağlanan birikimden yoksun yeni kuşaklar, burjuvazinin hizmetinde olan güçlerin yönlendirmesiyle, göçmen işçilerin yaşadığı sorunlar karşısında da çoğu kez yanlış tutumlara savruluyorlar. Bu yılın başlarında İngiltere’de gerçekleşen bir grevde bunun tipik örneklerinden biri yaşandı.
İskoçya ve Galler’de bulunan Total şirketine ait rafinerilerde, Şubat ayında, bir İtalyan firmasıyla yapılan anlaşma kapsamında çok sayıda İtalyan ve Portekizli işçinin istihdam edilmesi gündeme gelmişti. Bunun üzerine işyerinde örgütlü olan sendika, İtalyan ve Portekizli işçilerin çok düşük fiyatlara çalıştırıldıklarını belirterek ucuz işgücüne karşı oldukları gerekçesiyle grev çağrısı yaptı. Kısa sürede yayılan grevin sonunda sendika, istihdam edilecek işçilerin büyük bölümünün İngiliz olması konusunda işverenle anlaşmaya vardıklarını duyurdu.
Böylece sendikanın gerçekte yabancı işçilerin ücretlerinin düşük olmasına değil, İngiliz olmamasına karşı durduğu açığa çıkmış oluyordu. Açık bir milliyetçi yaklaşım sergileyen bu sendikaya üye işçiler de grev sırasında, Başbakan Gordon Brown’un 2007 yılında hükümeti devraldığı dönemde dile getirdiği “British jobs for British workers” (Britanya’nın işleri Britanyalı işçilere!) sloganını kullanıyor, milliyetçi tutumlar ortaya koyuyorlardı.
Derinleşen krizin sonucu her gün üzerine yenileri eklenen 2 milyondan fazla işsizin olduğu İngiltere’de burjuvazi, göçmen işçileri hedef tahtasına oturtarak sorumluluktan kaytarmaya çalışırken, sendika bürokrasisi işçileri burjuvazinin lehine işte böyle yanlış tutumlara sürüklüyordu. Bu grev sırasında tabloid basın “göçmenler bütün işlerimizi çalıyorlar!” manşetleriyle ve “1,3 milyon göçmenin İngilizlerin çalışabileceği işleri ele geçirdiğine” dönük haberlerle doldurulmuştu. Göçmenlik Bakanı Phil Woolas ise İngiltere’ye kabul edilen kalifiye göçmen işçilerin sayısının puan sistemi ile azaltılabileceğini ve iş alanları ve sosyal yardımların göçmenlerden daha çok İngilizler için olduğunu söylüyordu. Ve tüm bunlar, burjuvazinin göçmen işçiler ve aslında işçi sınıfının bütünü karşısında nasıl örgütlü bir politika yürüttüğünü gösteriyordu.
Oysa burjuvazinin bu örgütlü saldırısı karşısında işçi sınıfının çıkarlarını savunan mücadeleci bir sendikanın yapması gereken çağrı, yabancı işçilere de İngiliz işçilerle aynı düzeyde ücret verilmesi ve aynı sendikaya üye olmasının sağlanması olmalıydı. Komünist Enternasyonal’in Üçüncü Kongresinde (Aralık 1922) kabul edilen tezlerde, devrimci Marksistlerin bu konuda önerdikleri ve yaşama geçirdikleri politikalar tam da bu yöndeydi:
“Pasifiğin güneydoğu kısmındaki şeker plantasyonlarında çalıştırılmak üzere, Çin ve Hindistan’dan getirilen renkli derili işçilerin büyük bir çoğunluğu, hâlâ sözleşmeli işçi sistemiyle işe alınmaktadır. Bu olgu emperyalist ülkelerdeki işçileri, hem Amerika’da hem de Avustralya’da, göçe ve beyaz olmayan işçilere karşı kanunlar çıkartılmasını talep etmeye sevk etmektedir. Bu kısıtlayıcı kanunlar, beyaz ve beyaz olmayan işçiler arasındaki, işçi hareketinin birliğini bölen ve zayıflatan düşmanlığı derinleştirmektedir.
“Amerika, Kanada ve Avustralya komünist partileri, göçü engelleyen kanunlara karşı güçlü bir kampanya yürütmeli ve bu ülkelerdeki proleter yığınlara, böyle kanunların ırkçı nefreti körükleyerek sonuçta kendilerine zarar vereceğini anlatmalıdırlar.
“Kapitalistler, renkli derili ucuz emek-gücünün serbestçe girişini kolaylaştırmak ve bu sayede beyaz işçilerin ücretlerini düşürebilmek için, göçü kısıtlayıcı yasaları kaldırmaya hazırlanıyorlar. Kapitalistlerin bu saldırıları, yalnızca tek bir yolla boşa çıkartılabilir: Göçmen işçiler, beyaz işçilerin mevcut sendikalarının saflarına katılmalıdırlar. Hep birlikte, beyaz olmayan işçilerin ücretlerinin, beyaz işçilerinkiyle aynı düzeye çıkarılması talebi yükseltilmelidir. Komünist partiler tarafından yaratılan böyle bir hareket, kapitalistlerin niyetlerini teşhir edecek ve aynı zamanda renkli derili işçilere, uluslararası proletaryanın hiçbir ırksal önyargıya sahip olmadığını canlı ve açık biçimde gösterecektir.”[3]
İşçiler uluslararası ve çıkarları aynı olan bir sınıfın parçası olduklarını unutmamak zorundadır. Çünkü burjuvazinin ulusal, dinsel ya da kesimsel farklılıklar üzerinden işçileri bölmesi ve böylece yaşadıkları koşullara hatta daha kötülerine razı edebilmesi ancak işçilerin bu gerçeğin bilincinde olmadıkları zaman mümkün olmaktadır. Burjuvazinin işçileri bölmek ve birbirinden ayırmak dışında iktidarının devamını sağlayabilecek bir gücü yoktur. Lenin de emperyalizm döneminde kapitalizmin bu yönde taşıdığı eğilimin altını çizmiştir:
“Emperyalizmin … özellikleri arasında, bir de, emperyalist ülkelerden dışarı yapılan göçlerde bir azalma ve buna karşılık bu ülkelere, daha az ücret ödenen daha geri ülkelerden işçi göçünde artma görülmesi gerçeğini anımsatmalıyız... Amerika Birleşik Devletleri’nde, Doğu ve Güney Avrupa’dan gelen göçmenler en düşük ücretli işlerde çalışırken, Amerikan işçileri, ustabaşılar ya da daha iyi ücretli işçiler içindeki en büyük oranı oluştururlar. Emperyalizm işçiler arasında da ayrıcalıklı kesimler oluşturma ve onları büyük işçi kütlesinden ayırma eğilimi taşıyor.”[4]
Geçtiğimiz aylarda İskoçya ve Galler’deki grevlerde sergilenen milliyetçi tutumlar önümüzdeki süreçte ne yazık ki istisna olmayacaktır. Burjuvazi tarafından, işsizliğin sorumlusu olarak yerli işçilerin gözünde günah keçisi haline getirilen göçmen işçiler, işçi sınıfı devrimcilerinin etkili müdahalelerinin söz konusu olamadığı durumlarda, sorunların kaynağı olarak görülmeye devam edilecektir. Oysa bu anlayış, yerli işçilerin de içine düştüğü, onları kapitalistlerin elinde oyuncak eden bir tuzaktır. Göçmen işçileri bir tehdit ve baskı unsuru olarak kullanan burjuvazi, bu sayede yerli işçi sınıfına da daha ucuza ve daha kötü şartlarda çalışmayı dayatmaktadır.
İşsizlik kapitalizmin kaçınılmaz olarak ürettiği ve neticede kapitalistlerin işine gelen yapısal bir sorundur. İşçilerin tamamının istihdam edilememesi bunun yapılamayacak olmasından değil, kapitalist sistem dâhilinde bu durumun gerçekleşemeyecek olmasından kaynaklanır. İşsizliği yaratan da, ücretleri düşüren de, yaşam koşullarını katlanılmaz kılan da, yoksulluğa mahkûm ettiği insanları göçe zorlayan da, işçileri bu yüzden birbirine düşüren de kapitalist sistemdir.
İşçileri göçe kapitalizm zorlar
Bir sınıfın parçası olduğunun bilincinde olmayan tek tek işçiler için diğer işçiler kıyasıya yarıştıkları bir rakipten başka bir anlam ifade etmezler. Oysa rakiplerini yendiklerini düşünen işçiler bile nedense bir türlü kazanamazlar. Yaşam koşulları hiçbir zaman düzelmez, giderek daha çok yoksullaşır ve daha çok yıpranırlar. Patronlar sınıfı daha da zenginleşirken onların payına sadece daha çok çalışma zorunluluğu düşer. Sınıf bilinciyle davranıp mücadele etmeyen işçilerin kaçınamadıkları kaderleri budur. Göçmen işçileri kendisiyle aynı koşulları paylaşan sınıf kardeşi olarak görmeyip, işini elinden almaya çalışan bir rakip olarak değerlendirenler de bu kaderi yaşamaktan başka bir şey yapamazlar.
Lenin, “Hızla gelişen endüstriyel ülkeler, büyük ölçekli makine kullanarak ve geri ülkeleri dünya pazarından sürerek, ücretleri ortalama ücretin üzerine çıkarırlar ve böylece geri ülkelerden işçi çekerler … insanları öz yurtlarını terk etmeye aşırı yoksulluğun zorladığına, kapitalistlerin göçmen işçileri en utanmasız biçimde sömürdüklerine hiç kuşku yoktur” derken sonuna kadar haklıdır. Üstelik zorunlu göç kriz dönemlerinde kapitalizm için sübap görevi de görmüştür: “İşçilerin ve köylülerin okyanusun bir tarafından öbür tarafına göçü, Avrupa’daki kapitalist rejim için her zaman bir emniyet sübabı vazifesi görmüştür ve uzayan buhran dönemlerinde ya da devrimci hareketin yenilgilerinden sonra hep artmıştır.”[5]
Kapitalizmde göçmen işçilik olgusu hiçbir zaman ortadan kalkmayacaktır. Aksine göçmen işçilerin sayısının giderek artması kapitalizmin yapısal eğiliminin bir sonucu olarak sürecektir. Yani bugünün ve geleceğin göçmen işçilerini göçmenliğe zorlayan da, diğer işçilerle acımasız bir rekabet içerisine sokan da kapitalizmdir ve hiçbir işçi son tahlilde bu rekabetten kazançlı çıkamayacaktır.
Kapitalizmin yarattığı sorunları yalnızca işçi sınıfının devrimci mücadelesi çözebilir!
Kapitalistlerin ideolojik hâkimiyetinin etkisi ve reformist önderliklerin yönlendirmesiyle, işçi sınıfının içine düştüğü açmazlar ve yanlışlar, her seferinde devrimci Marksistlere, sorumluluklarını yerine getirmenin aciliyetini hatırlatıyor.
Göçmen işçilerin katmerli sömürüsü ve ezilmişliği önümüzdeki süreçlerde kaçınılmaz olarak patlamalara ve yeni mücadelelere yol açacaktır. Burjuvazinin buna yanıtı ise ulusal ve ırksal ayrımları kaşımak ve bu temelde işçileri birbirine düşürmek olacaktır. Bu yüzden göçmen işçilerin sorunları işçi sınıfının devrimci mücadelesi açısından büyük önem arz etmeye devam edecektir.
Burjuvazi sınıf mücadelesinden çıkardığı dersleri ustalıkla hayata geçirmektedir. İşçi sınıfının da izlemesi gereken yol budur. Düşmanın taktikleri karşısında işçi sınıfı da önceki kuşakların büyük bedeller ödeyerek ortaya koyduğu devrimci mirasa sahip çıkmalıdır. Devrimci Marksist önderlerin eserlerinde ve Komünist Enternasyonal belgelerinde de somutlanan bu miras sınıf temeli üzerinde yükselen örgütlü bir mücadeleyle hayata geçirilmelidir.
Sınıf mücadelesinin tarihi bize, ulusal ayrımlar sebebiyle işçiler arasında yaratılmaya çalışılan bölünmeye karşı işçilerin enternasyonalist sınıf kardeşliği temelinde mücadele etmek gerektiğini söylemektedir. Bu bilinci ve bu yöndeki mücadeleyi yükseltmek için yerli işçiler göçmen işçilerle aynı örgütlerde birleşmeli ve mücadelelerini ortaklaştırmalıdır.
Aynı zamanda işçi sınıfı, bir bütün olarak, “eşit işe eşit ücret”, “eşit siyasal, sendikal ve toplumsal haklar” gibi işçiler arasındaki rekabeti kaldıracak talepler için mücadele etmeyi önüne koymalıdır. Sınıf bilinçli işçiler, göç edilen ülkelerde var olan en temel haklardan bile mahrum milyonlarca göçmen işçinin ve aslında çıkarları onlara göbekten bağlı yerli işçilerin yaşam koşullarının kötülüğünün kapitalist sistem ayakta kaldığı sürece ortadan kalkmayacağını sınıfa sabırla anlatmalıdır.
Göçmen işçilerin yüz milyonları bulan sayısı ve geniş bir alana yayılmış olması bu sorunu sadece birkaç emperyalist ülkede yaşanan bir sorun olmaktan çıkarmıştır. Örneğin Türkiye de başka ülkelere çok sayıda göçmen gönderiyor olmasına rağmen, bir milyondan fazla göçmen işçinin yaşadığı bir ülkedir artık. Bu yüzden bu talepler etrafında ve bu anlayışla örgütlenme ve mücadele etme zorunluluğu Türkiye işçi sınıfı için de geçerlidir. Bu yüzden, kapitalizmin işçi sınıfına saldırılarını daha da arttıracağı kriz konjonktüründe, Türkiye’deki işçi sınıfı devrimcileri de göçmen işçi sorununa gereken önemi vermelidir.
[1] Marx, Kapital, Sol Yay., c.1, s.681
[2] Bkz. Nazım Yıldırım, Sahte Cennetlerin Öteki Yüzü, www.marksist.com ve Kerem Dağlı, Göçmen İşçiler: “Kullanılıp Atılabilir İnsanlar”, MT, Ağustos 2007.
[3] Lenin Döneminde Komünist Enternasyonal, “Doğu Sorunu Üzerine Tezler”, Maya Kit., c.2, s.343-344.
[4] Lenin, Emperyalizm, Sol Yay., s.128-129
[5] Lenin Döneminde Komünist Enternasyonal, “Uluslararası Durum ve Komintern’in Görevleri Üzerine Tezler”, c.2, s.53
link: Selim Fuat, Göçmen İşçilerle Ortak Mücadeleye!, 1 Ekim 2009, https://marksist.net/node/2275
Korkuları olanlar kaybedecek!
Örgütlü Bir Halkı Hiçbir Kuvvet Yenemez