Burjuva sosyal bilimlerinin tarihi, bir yönüyle, Marksizmin en önemli temellerinden olan tarihsel materyalizmi ve diyalektik materyalizmi çürütme çabasının tarihidir dersek, herhalde çok önemli bir noktaya işaret etmiş oluruz. Bu çabanın ana üssü olan burjuva akademisinin felsefe, tarih, ekonomi ve benzeri bölümlerinin anlı şanlı kürsüleri, Lenin’in anlatımıyla, yüzüncü, bininci kez materyalizmi çürütmüş olduklarını ilan etmiş olmalarına rağmen, yeni bir gelişme sözkonusu olduğunda, yüz birinci, hatta bin birinci kez materyalizmi çürütmeye devam etme uğraşına girişirler. Önemli bir bilimsel bulgunun ortaya çıktığı her durumda, bu çevrelerde hızla, kendi düşüncelerinin dayanaklarını bunlardan bulup çıkarma çabası baş gösterir. Böylece kendi tezlerini desteklediğini varsaydıkları yeni bilimsel gelişmelerin, onların haklılıklarını ortaya koyduğunu iddia edebileceklerdir.
Kütüphanelerin raflarını ve dijital bellekleri yok yere işgal edecek sayfalar dolusu külliyat, daha önemlisi bu yayınlardaki düşünceleri dayanak alarak popülerleştiren çeşit çeşit neşriyat böylesi gelişmelerde ortaya dökülüverir. Burjuva medyasının maharetleriyle kitabından filmine, sosyal medya metinlerinden dijital medya yayınlarına olabildiğince çeşitlendirilir. Bu idealist düşünce selinin suları geniş kesimlerin zihinlerini tahrip edecek düzeyde yaygınlaştırılır. Ne var ki, bir süre sonra ortaya çıkan somut bulgular karşısında bu türden tezler sapır sapır dökülmeye başlar, boşa düşerler. Marksistler de, bilimdeki yeni gelişmeleri idealist felsefi temelle yorumlayanların sukut-u hayale uğramalarına bin birinci kez tanıklık etmiş olurlar. Nitekim idealizm temelli düşüncelerin sayılamayacak kadar çok girişimi, bilim tarihi boyunca daima boşa çıkmış, gösterişli laf süprüntüleri olarak geride kalmışlardır.
Bu durum kaçınılmazdır. Çünkü bilimsel bilgi alanı bilimsel çalışma pratiklerinin sonuçlarını ifade eder. Bu bilimsel sonuçları materyalist ve diyalektik temelde değerlendirenler, maddi dünyaya ilişkin açıklamalarını yeterli düzeydeki somut veri arasında ilişkiler kurarak yaparlarken, var olan boşlukları da yeni maddi kanıtlar bulma arayışı ile doldurmaya çalışırlar. O andaki bilginin ve bulgu elde etmek için kullanılacak teknolojinin yetersizliği nedeniyle oluşan boşlukları, yaptıkları kurgular bilginin yerine geçmiş gibi göstererek telafi etmeye kalkmazlar. Duruma uygun yeni hipotezler ortaya sürerler. Bu hipotezler de yeni kanıtlar bulma arayışlarına yön verir. İdealizmi temel alanlarsa bilimin yerine geçip onun adına konuşmaya, boşlukları idealist yöntemle oluşturdukları düşünceleri ile doldurmaya çalışırlar. Somut bulguların yerine yapılan bu boş konuşmalar da eninde sonunda elde edilecek bilimsel verilerin, bulguların karşısında boşa düşmekten kurtulamazlar.
Söylediğimiz gibi bilim tarihi, idealist düşünürlerin yeni gelişmeler karşısında hevesle ortaya boca ettikleri fikirlerin kursaklarında kalmasının örnekleriyle doludur. Bunun çarpıcı örneklerinden biri, “çift oluşumu ve yok oluşu” olgularına dair bilimsel bilgilerin ortaya çıkmasıyla yaşananlardır. Yapılan deneyler sonucunda görülmüştü ki, elektron ve pozitron gibi kütleli ve zıt yüklü iki karşıt parçacık bir araya geldiklerinde yüklerini ve kütlelerini yani “maddesel niteliklerini” tamamen kaybederek gama fotonlarına dönüşüyorlardı. Ya da yüksek enerjili iki gama fotonu birbiriyle etkileşime girdiklerinde bir elektron-pozitron çifti ortaya çıkabiliyordu. Bu olgulara dair bilimsel yayınların ortaya çıkmasının hemen ardından, bunları maddenin yok olduğuna ya da yokluktan madde oluştuğuna dair açık kanıtlar olarak değerlendiren idealist yorumlar ortalığı kaplamış, “materyalizm”in yenilgisi ilan edilmişti.
Oysa elbette ki, yoktan madde elde etmek mümkün değildi. Buradaki temel yanlış yok olan ya da üretilen karşıt parçacık çifti madde olarak görülürken, yine yok olan ve üretilen gama fotonunun madde olarak görülmemesiydi. Lenin’in ifadesiyle madde, kendisini yansıtan insan zihninden bağımsız olarak var olan ve onun tarafından yansıtılan nesnel gerçeklik anlamına geliyordu. Bu yüzden tıpkı karşıt parçacık çifti gibi gama fotonu da insan zihninden bağımsız nesnel gerçeğin bir görüngüsüydü. Her iki olayda da vardan yokluğa ya da yokluktan varlığa bir geçiş olmuyor, sadece madde biçim değiştiriyordu. Çünkü enerji de maddenin bir formuydu. Madde hakkında Engels’in, ta 1883’de, Doğanın Diyalektiği kitabında yazdıklarına bakıldığında da bu yaklaşımın izlerini bulmak mümkündü: “Ancak, maddenin hareketi, salt kaba mekanik hareket değildir, salt yer değiştirme değildir; ısı ve ışıktır, elektrik ve magnetik gerilimdir, kimyasal bileşim ve ayrışımdır, yaşamdır ve son olarak bilinçtir.” Maddeden bilince doğru ilerleyen Engels ışığı madde olarak gördüğünü net bir biçimde ifade ediyordu. Yani, “çift oluşumu ve yok oluşu” olguları diyalektik materyalizmi çürütüp idealizmin savlarını desteklemiyor, aksine diyalektik materyalizmin ne kadar sağlam bir temelinin olduğunu gösteriyordu.
Göbeklitepe ne anlatıyor?
Materyalizm temelli bakış açısının ve diyalektik yöntemin ne kadar önemli ve yol gösterici olduğu sadece doğa bilimlerinde değil bilimin her alanındaki pek çok örnekte kendini ortaya koymaktadır. Sosyal bilimlerin burjuva mahfillerinden kendisine yönelen tüm gözden düşürme çabalarına rağmen tarihsel materyalizm temelinden güç alan yaklaşımlar, bilimsel gelişmeleri doğru biçimde açıklama yeteneğini sürdürmektedir. İdealizm temelli yaklaşımların aceleci, güya çarpıcı açıklamaları her defasında çuvallarken, tarihsel materyalizmin bilimsel temelli yaklaşımının doğruluğu eninde sonunda ortaya çıkmaktadır. Bunun son parlak örneğini Göbeklitepe’de ortaya çıkarılan tarihi yapıların mahiyetinin açıklanmasında görmek mümkündür.
Urfa’da bulunan Göbeklitepe’de, Alman arkeolog Klaus Schmidt’in başında bulunduğu ekipler 25 yıl önce başladıkları kazılarda, iç içe halkalar halinde sıralanmış, çoğunun üzerinde tilki, arslan, akbaba, akrep gibi hayvan figürlerinin kazındığı T-biçimli kireçtaşı megalitler bulmuşlardı. Bu kalıntıların tarihi ise yaklaşık 11.500 yıl öncesine yani o zamana dek tarihlenen neolitik dönemden daha geri yıllara uzanıyordu. Yani tarımın da hayvancılığın da henüz söz konusu olmadığının düşünüldüğü bir dönemin kalıntılarıydı bulunanlar. Keşfi yapan arkeologlar Göbeklitepe’de yerleşim izine rastlamamışlardı. Bölgenin iskân edilmiş olduğuna dair herhangi bir işaret yoktu. Kazı alanında bulunan çok sayıda yaban hayvanı kemiğiyse buradaki yiyecek ihtiyacının, avlanan hayvanların başka yerlerden taşınmasıyla sağlandığını göstermekteydi.
Schmidt bu bulgulardan, bölgedeki küçük göçebe grupların, inançları gereği tepede bir araya gelip düzenli aralıklarla şölenler düzenledikleri ve sonra tekrar dağıldıkları, burayı bir ritüel merkezi olarak kullandıkları sonucunu çıkarmıştı. Schmidt, Göbeklitepe’nin 100 kilometre yakınında yaşayan avcı toplayıcı grupların, uzun yıllar boyunca burada ortak tapınma için toplanmalarının ve tapınağı inşa etme faaliyetlerinin karmaşık bir örgütlenme, işbirliği ve işbölümü gerektirmesinden hareketle de bu faaliyetlerin, tarım ve hayvancılığı başlatmış olabileceğini ileri sürdü. Yani, dinsel törenlerin, din adamlarının ve dini tapınakların ortaya çıkışı ve gelişimi, daha üretim faaliyeti (toprağın ekilmesi ve hayvan yetiştirme) gelişmemişken, insanlık henüz en doğal halindeyken ortaya çıkmıştı. Bu dini düşünceler, toplumun maddi gelişiminin yarattığı koşullardan değil adeta insanların içgüdülerinden kaynaklanıyordu. Hatta tersine bu dini düşüncelerin ve törenlerin yerine getirilmesi “zorunluluğu”, toplumu maddi üretimi geliştirmeye zorlamıştı! Schmidt, dinsel törenlerde kullanılmak üzere bira yapımı için yabanıl arpanın mayalandırılması ya da taş bloklarının uzaktaki ocaklardan kesilip, taşınıp, dikilmesi için çok sayıda insanın beslenmesi gibi gereklilikleri bitki ıslahlarının ve yiyecek üretimine başlanmasının nedenleri olarak açıklamaktaydı. Taşlara biçim verilip, üzerlerine hayvan kabartmalarının yapılmasını da zanaatçılığın doğuşu olarak görüyordu.
Schmidt’in düşünceleri çok çarpıcı, ancak insanlık tarihi ile ilgili o güne kadar ortaya konan tüm bilgi birikimini yadsıyan değerlendirmelerdi. Tamamen idealist felsefi temeller üzerinde yükselen bu düşüncelere göre, dinsel düşünceler maddi koşullara göre biçimlenmemiş, aksine son kertede maddi koşulları belirleyen bir işlev görmüştü. Oysa dünyanın değişik bölgelerinde avcı ve toplayıcı toplumlardan çiftçilik ve çobanlık yapılan görece düzenli besin üreticiliğine nasıl geçildiğinin, oluşan bu yapıların belirleyiciliğinde dinsel düşüncelerin hangi biçimler aldığının çok sayıda örneği bulunmaktaydı. Arkeolojik bulguları tarihsel bütünlüğü ve gelişimi içinde ele alan Marksist arkeolog Gordon Childe’ın geçerliliğini halen koruyan kuramıyla bu geçiş çok net biçimde açıklanmıştı. Childe’a göre, “tarım devrimi”, yeryüzündeki ekolojik değişimlerin bitki örtüsünde ve hayvan çeşitliliğinde yol açtığı değişikliklerin oluşturduğu maddi ortamda, insan topluluklarının bu yeni türlerle binlerce yıl süren deneyimlerinin bir ürünüydü. Neolitik devrim sürecinde, tarımın yapılmaya başlamasıyla birlikte, insanlar yerleşik yaşama geçmişler, tarımın sağladığı besin güvencesi sayesinde nüfus hızla artmış, daha gelişmiş toplumlar biçimlenmeye başlamıştı. Bu toplumlarda din de, bu gelişmelerle birlikte bunlara uygun biçimler altında şekillenmeye başlamıştı. Göbeklitepe’de elde edilen bulgulara kadar bilinen bütün örnekler bu açıklamayı doğruluyordu. Ne var ki Schmidt tüm bu bilimsel bilgileri yadsıyarak, eldeki bulguların yetersizliğine rağmen, kafasındaki idealist kurgunun şehvetine kapılıp uygarlık tarihini yeniden yazmaya girişti.
Benzer bilimsel örneklerde olduğu gibi Schmidt’in idealist açıklamaları başta akademik çevrelerde, sonrasında da hızla popüler medyanın her mecrasında kabul görmeye ve yaygınlaşmaya başladı. Medya, Göbeklitepe’yi dinin doğduğu yer olarak adlandırdı; Alman dergisi Der Spiegel, höyüğün etrafındaki otlakları Cennet Bahçesine benzetti. Dinci gazeteler Göbeklitepe bulgularını “Darwinist görüş ile yazılmış on binlerce kitap ve yüz binlerce makaleyi çöpe attıracak bilgiler” olarak okurlarına müjdeledi. Tarihsel materyalizmin bilimsel yöntemi ve sağlıklı kriterleri bir kenara konulup idealizme savrulunduğunda, şarlatanca mistik ve dinsel anlayışlara kapılar işte böyle kolayca açılıveriyordu.
Göbeklitepe’ye dair bu aceleci değerlendirmeler çok satan kitaplarda da yerini aldı. Tüm dünyada milyonlarca satan, Yuval Noah Harari’nin Hayvanlardan Tanrılara Sapiens kitabında da bu görüşlere yer verilmişti. Ona göre de Göbeklitepe’deki keşifler tarihi yeniden yazmış ve dinin insan yerleşmelerinden sonra geldiği inancını parçalamıştı: “Amaçları her neyse, avcı toplayıcılar bunun harcadıkları zaman ve enerjiye değeceğini düşünmüş olmalılar. Göbekli Tepe sütunlarını yapmanın tek yolu, farklı gruplara ve kabilelere mensup binlerce avcı toplayıcının uzunca bir süre işbirliği yapmasıdır. Sadece gelişmiş bir dini veya ideolojik sistem bu tür bir çabayı sürdürmeyi sağlayabilir. Göbekli Tepe’nin heyecan verici bir sırrı daha vardı. Genetikçiler yıllar boyunca evcilleştirilmiş buğdayın kökenini aramaktaydı. Yakın zamandaki keşifler en azından evcilleştirilmiş bir türün (küçük kızıl buğday) Göbekli Tepe’ye otuz kilometre mesafedeki Karacadağ Tepeleri’nde ortaya çıktığını gösteriyor. Bunun bir tesadüf olması mümkün değil. Muhtemelen Göbekli Tepe’deki mabet, bir şekilde insanın buğdayı ve buğdayın da insanı evcilleştirmesinin ilk adımlarıyla ilintiliydi. Yapıları inşa eden ve kullanan insanları doyurmak için çok büyük miktarlarda gıdaya ihtiyaç vardı. İnşaatı desteklemek ve tapınağı yönetebilmek için avcı toplayıcılar yabani buğday toplamaktan yoğun buğday tarımına geçmiş bile olabilirler. Normalde öncüler bir köy inşa eder ve köy büyüyünce ortasına bir tapınak kurarlar. Fakat Göbekli Tepe bulguları, ilk önce tapınağın yapıldığını ve köyün daha sonra tapınak çevresinde geliştiğini işaret ediyor.” Harari’ye göre Göbeklitepe’nin ortaya çıkarılmasıyla tarihçilerin tüm temel fikirleri derinden sarsılmıştı ve yepyeni bir anlayışla tarih öncesi durumu değerlendirmek gerekiyordu.
Tüm bu yorumlar, Göbeklitepe ve yakınlarında yerleşim yeri bulunmadığı iddiasına dayandırılıyordu. Ama sorun şu ki, böylesi yerleşim yerlerini bulmak için ciddi bir çaba gösterilmemişti. Oysa bu tür yerleşim yerleri bulunursa, yapılması gereken esas şey neolitik devrimin başlangıç tarihini bu yeni bulgular temelinde daha geriye çekmekten ibaret olacaktı. Nitekim tarihsel gerçekliği tam anlamıyla tepetaklak eden idealist yorumların sefaleti, yapılan yeni kazılarla birlikte kısa süre sonra ortaya çıktı. Göbeklitepe kalıntılarını güneş ve yağmurdan korumak için yapılan inşaat çalışmalarında Alman Arkeoloji Enstitüsü ekibi Schmidt’in kazdığı derinlikten birkaç metre aşağıya indiğinde, yapılan tüm yorumları boşa çıkartan yepyeni bulgulara erişildi. Büyük anıtsal yapıların zeminlerinin birkaç metre altında, evlerin ve sabit yerleşim alanlarının olduğu görüldü. Bunun anlamı açıktı: Göbeklitepe sadece özel ritüeller için bir araya gelinen izole bir tapınak değil, merkezinde özel yapıların bulunduğu, büyüyen ve gelişen bir köydü. Ekip, tepede su ihtiyacını karşılayan büyük bir sarnıç ve yağmur suyunu toplamada kullanılan kanalların yanı sıra, yulaf lapası ve bira yapımı için tahıl işlemede kullanılan binlerce öğütme aleti tespit etti. Schmidt’den sonra bölgedeki kazıların başına geçen Alman arkeolog Clare ve diğer arkeologlar da artık Göbeklitepe’yi yüzyıllar boyunca süren ve tarımın başlamasına ön ayak olan bir dini tapınak olarak değerlendirmiyorlar. Ayrıca civar bölgelerden elde edilen bulgular da, o dönemde insanların hayvanları ve bitkileri evcilleştirme girişimlerine başlamış olduklarını gösteriyor.
Aslında Childe’ın belirlediği gibi, avcı-toplayıcı yaşam biçiminden tarıma, hayvancılığa dayalı bir yaşam biçimine geçiş, uzun, belirsizliklerle dolu, ekolojik değişimler nedeniyle yerleşik yaşam sürdüren kimi toplulukların avcı-toplayıcılığa geri döndüğü karmaşık durumları da içeren bir süreçtir. Ancak ana eğilim tarıma geçiş yönündedir ve sancılı da olsa süreç bu yönde ilerlemiştir. Göbeklitepe’yi de, avcı-toplayıcılıktan tarım toplumuna geçiş sürecindeki yapılardan biri olarak değerlendirmek, bu geçiş sürecinin ikili doğasına sahip olduğunu düşünmek yanlış olmayacaktır. Zaten bu döneme ait arkeolojik bulguları geçiş evresi niteliği kapsamında değerlendirmemek, kaçınılmaz olarak önemli hatalara yol açacaktır. Elde yeterli veriler olmadan girişilen acele yorumların, ideolojik bakış açısının da etkisiyle bilimi nasıl tuhaf durumlara düşürebildiği Göbeklitepe örneğinde kendini göstermiştir. Tarihsel materyalizmin bilimsel yaklaşımıyla oluşmuş bilgi birikiminden kopup idealist yaklaşımlara savrulmanın bedeli bu yanlışlara düşmektir.
Göbeklitepe’deki çok önemli tarihi buluntular da başlangıçtaki tüm tantanaya, idealist gevezeliklere rağmen, sonunda, Marx’ın tarihsel materyalizmine uygun biçimde açıklanabilmiş, safsatacıları değil Marx’ı doğrulamıştır. Çok kişi, Marksizmin politika ve ekonomi alanı ile sınırlı bir ufkunun olduğunu düşünür. Oysa Marksizm diyalektik materyalist yöntemle dünyaya bakar ve tarihsel materyalizm felsefesiyle değiştirmek için dünyayı yorumlar. Bilimle kopmaz bir bağı vardır. Marksizme karşı her zaman, özellikle de gericilik dönemlerinde, bir kısım bilim insanının da desteğini alan büyük ölçekli ideolojik saldırılar olur. Bu saldırılar Marksizmin itibarını zedelemeyi hedefleseler de sonunda (bin birinci kez!) başarısız olmaya mahkûmdurlar. Çünkü nesnel olanla öznel olan arasındaki ilişkiyi doğru ve derinlikli biçimde bilimsel temelde kuran Marksizm sonunda hep haklı çıkar. Pozitron-elektron etkileşiminde de, Göbeklitepe’de de.
link: Selim Fuat, Göbeklitepe de Marksizmi Doğruladı!, 30 Eylül 2021, https://marksist.net/node/7473
Gıda Krizi ve Sri Lanka’da OHAL
“Eşekli Kütüphane” ve Mustafa Güzelgöz