Kapitalizmin tarihsel krizinin yarattığı yıkımların toplumları sarstığı süreçte ortaya çıkan Covid-19 pandemisi, sistemin insanlık için nasıl akıldışı sonuçlar ürettiğini, açmazlar yarattığını çarpıcı biçimde gösterdi. Kapitalist üretimin devam etmesi için virüsün bulaşması ve yayılması koşullarıyla yüz yüze bırakılan, sonuçta hastalığın en ağır sonuçlarını yaşayan işçi sınıfı, doğru düzgün tedavi görme olanağı elde edemeyen çok sayıda insan, eşitsizliğin alabildiğine büyümesine yol açan kapitalizmin yasalarıyla kısa sürede daha da yoksullaşan milyarlar ve bunun karşısında bir avuç sermaye sahibinin servetinin katlanması bu akıldışılığın çarpıcı görüntüleriydi. Virüsün doğaya ölçüsüzce müdahale edilmesinin (ya da bir ihtimal laboratuvar çalışmalarının) sonucu olarak ortaya çıkması da, hastalığın salgın hale gelmesiyle sağlık sisteminin pek çok yönden acze düşmesi de sermayenin ihtiyaçlarına göre düzenlenmiş toplumsal sistemin hem irrasyonel hem de insanlık düşmanı karakterini ortaya koyuyordu.
Diğer her şeyi bir kenara bıraksak bile, pandemi sırasında aşı ile ilgili olarak yaşananlar, kapitalizmin nasıl insanlığa düşman bir sistem olduğunu tek başına kanıtlamaya yeter de artar aslında. Hastalığa derman bulunmuştur ama gerektiği gibi uygulanamamaktadır. Yeni tip koronavirüse karşı etkinliği kanıtlanmış on kadar aşı hızlı biçimde üretilmişken, bu aşılar tüm topluma planlı ve hızlı biçimde yapılamamaktadır. Kapitalist tekeller kâr edecek diye insanlar hastalanmaya ve ölmeye devam etmektedir. Çünkü bu aşıları onlarca ülkede üretecek teknoloji ve tesisat mevcut olmasına, bugünkü üretim miktarının çok çok üzerine kısa sürelerde çıkılabilecek imkânların varlığına rağmen, aşı patentlerini ellerinde bulunduran şirketler buna izin vermemektedirler. Tekeller milyarlarca insana “siz ölebilirsiniz umurumuzda değil, biz elimizdeki patentler sayesinde kâr, hem de çok kâr edeceğiz. Sizlere karşı sorumlu değiliz, siz milyonlar olarak ölseniz de biz hissedarlarımızın ceplerini doldurmak zorundayız” demektedir. Yani mevcut koşullarda bu salgını hızla dünya üzerinden temizlemenin tüm koşulları varken kapitalist kâr düzeni bunun önünde dağ gibi durmaktadır. Dünyada her gün binlerce kişi, aşısı olan, yani artık “önlenebilir” olarak nitelenebilecek bir hastalıktan dolayı yaşamını kaybetmektedir.
Bir başka çarpıklık da üretilen aşının dağılımına bakıldığında gün yüzüne çıkmakta, kapitalizmin mayasında bulunan eşitsizlik, burada, acı ve çarpıcı biçimde kendini göstermektedir. Parasını yüksek miktarda ve erkenden veren ülkeler, risk grupları vb. etkenler gözetilmeden aşılara ulaşmışlardır. Mesela, dünya nüfusunun yalnızca %14’üne sahip gelişmiş kapitalist ülkeler, ilk üç aşıya onayın verilmesinin ardından bir ay içinde 2021 yılı için tahmini tüm üretimin yaklaşık %85’ini sipariş vermişlerdi. Kanada, nüfusunun 10, İsviçre 7, ABD ise 4 katından fazla aşı sipariş etti.
Şu anda, gelişmiş kapitalist ülkelerin bir kısmı nüfuslarının kat be kat fazlası aşıyı edinmişken, henüz tek bir doz aşıya sahip olamayan onlarca ülke vardır. Bu durum büyük bir adaletsizliğe ve saçmalığa yol açmaktadır. Bir yanda stoklanan aşılar, diğer yanda hastalıktan her gün kırılanlar. Bir yanda çocukların ve gençlerin genelinin virüsten olumsuz etkilenme düzeyinin çok düşük olduğu bilinmesine rağmen bunları aşılamak için bu ülkelerde bekletilen aşılar, diğer tarafta başka ülkelerdeki risk gruplarının aşıya erişme imkânından yoksunluğu. Üstelik bu durum, virüsün evrimsel gelişim süreci sonucu oluşabilecek bazı mutasyonlarla mevcut aşılanmaların etkisinin berhava olma riski hiç de azımsanmayacak bir ihtimalken yaşanmaktadır. Ama aklı başında pek çok bilim insanının uyarılarına rağmen, önde gelen kapitalist ülkelerin yönetimleri kapitalist zihniyetlerinin sonucu olarak bu budalaca tutumu sürdürmekte ısrar etmektedirler.
Bu durum haliyle toplumda geniş kesimlerin tepkisini çekmekte ve aşı patentlerinin askıya alınması, şirketlerin aşı üretme ile ilgili bilgilerinin açık hale getirilmesi talepleri yükselmektedir. Toplumlar bu trajediyi yaşarken, başta bu tekellerin sözcüleri olmak üzere kapitalizme iman etmiş kimileri de bu taleplere şöyle argümanlarla itiraz etmektedirler: “Patent ve kâr güdüsü olmasa ilaç sanayii bu kadar gelişebilir miydi? Yeni tip korona virüs aşısı bu kadar hızla bulunabilir miydi?” “Bu denli kâr getiren bir şey olmasa araştırma şirketleri risk alıp araştırma yapmaz, dolayısıyla patent hakkı olmasa bir aşı da olmazdı”, “patentler askıya alınırsa bir sonraki salgında kimse aşı bulmak için uğraşmaz”, “patentler askıya alınsa bile malzemeyi bulmak, üretimi gerçekleştirmek mümkün olmaz. Çünkü hem bunlar uzmanlık gerektirir hem de uygun altyapı” vs. vs.
Peki, gerçekten böyle mi? Kapitalist girişimcilerin “risk” alarak yaptıkları çalışmalar olmasa ilerlemeler sağlanamaz mı? Gerçekte patentler sağlıkta ve diğer alanlarda, genel olarak üretici güçlerin gelişimini sağlayan hakları mı ifade ediyor yoksa onun önündeki devasa engelleri mi?[1]
Aşı çalışmalarının finansmanı esas olarak kamu kaynaklarından sağlandı
Hemen belirtmek gerekir ki, Covid -19 aşısının bulunması sürecinde ilaç tekellerinin sermayelerini riske ederek bu çalışmaları yürüttükleri iddiası palavradan ibarettir. Bu sermayelerin zaten işçi sınıfının sömürülmesiyle elde edilmiş olması gerçeği bir yana, Covid-19’a karşı aşı geliştirmek için yapılan çalışmalar büyük ölçüde kamu kaynakları kullanılarak sürdürüldü. Birçok büyük ilaç şirketi, araştırma ve geliştirme maliyetlerini çoğunlukla ve bazı durumlarda tamamen devletlerden büyük destekler alarak karşıladı. Dünyadaki pek çok kurumun yayınladığı verilerde bu durum tüm açıklığıyla görülmektedir. Mesela Biontech, aşı çalışmaları için Alman Federal Eğitim ve Araştırma Bakanlığından 445 milyon euro alırken, ABD hükümeti Moderna’ya 2,5 milyar dolar destek verdi. Tüm dünyada aşı geliştirme çalışmaları için kamu kaynaklarından verilen paranın ise, sadece 2020’nin ilk 11 ayında en az 93 milyar euro olduğu ifade ediliyor.[2]
ABD’de, kamu fonlarından yararlanan sadece Moderna da değildi. Altı şirket, Covid-19 aşılarını geliştirmek için toplamda 12 milyar doların üzerinde kamu desteği aldı. Başka ülkelerde de şirketler benzer destekler aldılar. Şirketlerin desteklenmesi sadece doğrudan desteklerle de olmadı. Bu ilaç şirketleri daha önce yapılmış kamu araştırmalarından hiçbir patent ödemesi yapmadan yararlandılar ve denemeler için ücret ödemedikleri gönüllüler kullanarak klinik testlerin maliyetlerini düşürdüler. Ayrıca daha aşıyı üretmeden on milyonlarca doz sipariş alarak milyarlarca doları kasalarına koydular. Örneğin, Pfizer ABD hükümetinden doğrudan destekleme almadı çünkü zaten Almanya hükümeti tarafından desteklenen Biontech firmasının çalışmalarını yürüttüğü aşıya ortak olmuştu. Ama aşı daha onay almadan 1,95 milyar dolar karşılığında 100 milyon doz için ABD’den ön sipariş almış ve parayı kasasına koymuştu. Pfizer, bu aşının geliştirilmesinin 3,1 milyar dolarlık bir maliyeti olduğunu iddia ederken, aşıdan sadece 2021 yılında tahmini gelirinin 15 milyar dolar değerinde olacağını da belirtelim. Moderna aşısının geliştirilmesi ise anlaşıldığı kadarıyla tamamen ABD hükümeti tarafından verilen 2,5 milyar dolarla sağlandı.
AstraZeneca aşısının geliştirilmesi ise durumu en çarpıcı biçimde özetlemektedir. AstraZeneca’nın şempanze adenovirüslerine dayalı aşısının geliştirilmesinde yararlanılan teknolojinin araştırma çalışmaları neredeyse tamamen kamu bütçesinden finanse edilmiştir. Bu teknoloji 2002 ile 2020 yılları arasında yayınlanan 100’den fazla makalenin analiziyle, Oxford Üniversitesinde kamu tarafından finanse edilen bir laboratuvar tarafından geliştirilmiştir. Üstelik çalışmanın başlangıcında herhangi bir üretici için ücretsiz olarak kullanılabilecek açık lisanslı bir aşı olarak düşünülmüş ve bu durum ilan edilmiştir. Ancak süreç içerisinde ilaç tekeli AstraZeneca’nın haklarına sahip olduğu bir aşı durumuna gelmiştir. Aşı geliştirme için Oxford’a 750 milyon dolar bağışlamış olan Gates Vakfı, üniversiteyi AstraZeneca ile özel bir aşı anlaşması imzalamaya zorlamış ve bu “hayırsever” kapitalistin etkisiyle çok çok düşük fiyatlarla dünyaya dağıtılacak aşı dev ilaç tekeli AstraZeneca’nın malı oluvermiştir.[3]
Bu tablo açık biçimde, daha önce görülmemiş bir hızla aşının üretilmesini sağlayan mali faktörün şirketlerin riske ettikleri sermayeleri değil kamu kaynaklarını kullanmaları olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla burjuvaların “sermaye koyduk, risk aldık” iddiası toptan yalandır. Zaten daha önce pek çok kez başka virüslere karşı aşı ve ilaç geliştirme konusunda elde edilmiş büyük bilgi birikimlerini yatırımların kârlı olmayacakları gerekçesiyle bir kenara koyan bu şirketlerin, sermayelerini riske atacak girişimlerde bulunmalarını beklemek de boşunadır. Bu ilaç tekellerinin tüberküloz, HIV aşıları geliştirmek gibi konularda çalışmamaları bunu açıklıkla göstermektedir. Özellikle çok büyük sermaye grupları için işler, büyük ölçüde mali riski üstlenme biçiminde yürümemekte, kamudan sağlanan imkânlarla riskler bertaraf edildikten sonra riski üstlenmeyen bu sermayedarlar “kutsal” mülkiyet hakkı sayesinde ceplerini doldurmaktadır. Buna rağmen ilaç tekelleri riyakârca, maliyetler çok yüksek olduğu için patentleme olmadan yeni aşıların ve ilaçların geliştirilemeyeceğini iddia edebiliyorlar. Hem pek çok maliyet unsurunu çeşitli fonlarından yararlanarak kamuya yükle hem de bunu para kazanmanın garantisi olan patent haklarına sahip olmanın bahanesini yap. Dünya gerçekten sermaye sahiplerine güzel!
“Patentler askıya alınırsa bir sonraki salgında kimse aşı bulmak için uğraşmaz” mı?
Üretim araçlarının özel mülkiyetinin hem insan özgürlüğünün hem de gelişmenin vazgeçilmez bir koşulu olduğunu iddia eden burjuvazi, fikri mülkiyet hakkını ifade eden patentleri de, yaratıcılığının teşvik edilmesi ve verdikleri büyük emeklerle gelişmelerin önünü açan bilim insanlarının çıkarlarının korunması için olmazsa olmaz bir sistem olarak anlatıyor. Oysa patent sisteminin, bilim insanlarının çıkarlarını ve haklarını koruduğu iddiası da bütünüyle yalandır. Kapitalizmde bilimsel araştırma faaliyetleri sistemin ihtiyaçları doğrultusunda planlanır ve gerçekleşir. Gelişmiş bir işbölümü temelinde yürütülen bilimsel çalışmalarda bilim insanları karar mekanizmalarında bilim emekçileri sıfatlarıyla ve örgütlenmeleriyle yer alamazlar. Fikirleri, çalışmak istedikleri konular, genel perspektiften bakıldığında çok önemli görünseler bile yatırımların kârlılığı eleğinden geçmedikçe gündeme gelmezler, hayata geçirilemezler. Hatta üretilen bilgilerin, ürünlerin epeyce bir kısmı da şirketlerin kârlılığa göre belirlenen tasarruflarıyla bir kenara konur. Bilim emekçileri de tıpkı diğer emekçiler gibi kendilerine çizilen sınırlarda görevlerini yerine getirirler. Bir konuda çalışma yapılıp yapılmayacağına, hangi çerçeve içinde çalışılacağına, ne kadar kaynak kullanılacağına emekçiler değil, şirket ya da kurum yöneticileri karar vereceklerdir. Sonuçta ortaya çıkan ürünlerin de sahibi onu üreten bilim emekçileri değil şirketin hissedarları olacaktır.
Var olan mekanizma bu olduğuna göre, aslında bugün de bilim emekçilerinin bilimsel bilgileri üretme, bunun için çalışma motivasyonlarını sağlayan etkenin patent sahibi olmak olduğu düşünülemez. Çünkü sermaye sahibi olanların dışındaki büyük çoğunluğun böyle bir imkânı kesinlikle söz konusu değildir. Ama yine de bu insanlar günlerce, gecelerce o patentlere konu olan bilginin üretimi için alınteri dökmüşlerdir. Verimsiz, çoğunlukla bilim emekçilerinin hevesini kıran engellerle dolu koşullara, onları birbirine kırdıran rekabet ortamına rağmen ortaya anlamlı üretimler çıkabilmesi, yaratıcılığın servet edinme sevdasından başka güdülerden de beslenebileceğinin açık kanıtıdır.
Burada önemli bir noktanın da altını çizmek gerekir. Bugün en önemli buluşlar artık bireysel çabaların değil, gelişmiş bir işbölümüne dayalı kolektif çalışmaların ürünü olarak ortaya çıkmaktadır. Ayrıca üretilen bilimsel bilgiler ve edinilen birikimler hiç şüphe yok ki, önceki dönemlerde çok sayıda bilim insanının onlarca yıl boyunca ortaya koydukları emeğin bir devamıdır. Dolayısıyla son ürün üzerinde kişisel ya da kurumsal hak ilan etmenin hiçbir meşru dayanağı yoktur ve ikiyüzlücedir.
Gelişmenin sürmesi isteniyorsa patent sistemini savunmalıyız diyen burjuva ideologlar bütünüyle haksızdır. Çiçek aşısı, çocuk felci aşısı vs. patent sahibi olmak için mi bulunmuştur? Yoksa bu buluşlara imza atanlar açıkça patentleme anlayışına karşı mı çıkmışlardır? Bu yüzden “bu aşılarla ilgili patent hakları askıya alınırsa bundan sonrasında kimse aşı bulmak için uğraşmaz” iddiası toplumsal, insani kaygıların bütünüyle uzağındaki burjuvaların zihniyetinin dışavurumundan başka bir şey değildir. Kapitalizmin insanlık dışı koşullarında bile yaratıcı olabilen, insanlık için yararlı buluşlar yapabilen bilim emekçilerinin her durumda bilimsel üretim için çaba göstereceklerinden şüphe duymak gereksizdir. Hele ki özgürlüklerin önünün alabildiğine açıldığı, bilim emekçilerinin karar alma süreçlerine katılabildikleri, yürütülme süreçlerinde söz sahibi olabildikleri bilimsel üretim faaliyetlerine imkân veren bir toplumsal sistem söz konusu olursa, işte o zaman bilimin önündeki bentler de yıkılacak, toplum yararına gelişmenin önünde hiçbir şey duramayacaktır.
“Patentler askıya alınsa bile daha fazla aşı üretimi yapılamaz” mı?
Patentlerin askıya alınması konusunda öne sürülen bir başka iddia ise “şirketler patentten kaynaklı haklarından yoksun kalsalar bile üretim sanıldığı kadar çok artmaz” şeklinde. Biontech’in kurucularından Özlem Türeci, aşılarının üretim sürecinin 50 binden fazla adım içerdiğini, aşının güvenliği ve etkinliği için her bir adımın doğru uygulanması gerektiğini, dolayısıyla böylesi bir tecrübe olmadığında aşının başarılı bir biçimde üretilemeyeceğini söylüyor. Aşı üretiminde deneyim gerektiği savının yanına aşıların üretilmesi, dağıtılması ve uygulanması için ihtiyaç duyulan malzemelerin tedarik edilmesinde yaşanacak zorluklar ekleniyor. Bir de tabii ki patent sorunu bir başka boyutuyla karşımıza çıkarılıyor ve aşıların üretilmesinde kullanılan teknolojik adımların her birinin ayrı ayrı patentlenmiş durumda olduğu, bunların da izinlerinin alınmasının ayrı ayrı sorun teşkil ettiği söyleniyor. Yani, uygun altyapıya sahip olmamak, teknoloji transferi, nitelikli işgücünün eğitimi, üretim standardı ile güvenliğinin sağlanması, ruhsatlandırma, üretimde kullanılacak teknoloji için gereken yüzlerce patent izni alınmasının güçlüğü gibi sorun yaratacak somut zorluklardan ötürü patentler askıya alınsa bile sorun çözülmez iddiasında bulunuluyor.
Oysa büyük zorluklar olarak sıralanan ve ilk anda haklı değerlendirmeler gibi görünen bu sorunların hiçbiri aşılamaz değildir. Patentlerin askıya alınmasıyla birlikte aşıların üretimindeki bilgi ve teknolojinin de paylaşımıyla bu sorunlar hızlı biçimde aşılabilecektir. Çünkü yapılan değerlendirmeler aşının laboratuvarda geliştirilmesinden fabrikada üretilir hale gelmesine kadar geçen sürenin aşı çeşidine göre iki ilâ yedi ay arasında değiştiğini göstermektedir. Örneğin, Sputnik V aşısı tipi adenovirüs aşılarının kitlesel üretimine sadece iki ay gibi kısa bir zamanda geçilebilirken, Biontech’in mRNA aşısını ürettiği tam kapasiteli bir fabrikayı kullanıma sokması sadece altı ayını almıştır. Patentlerin askıya alınması halinde, Bangladeş’ten Kanada’ya, Güney Kore’den Pakistan’a en az 30 ülkede üretimin yapabilmesini sağlayacak altyapı bulunmaktadır.[4]
Mevcut halde dünyanın toplam aşı üretim kapasitesini 3,5 milyar doz olarak belirten UNICEF’e göre, patent engelleri nedeniyle bu kapasitenin ancak yüzde 43’ü kullanılabilmektedir.[5] Yani araştırma ve geliştirme çalışmaları için kamudan milyarlarca dolar destek alan şirketler, aşı formülleri ve teknolojilerinin başka üreticilerce kullanılmasını patentleyerek engelledikleri için bir anda iki kattan fazla aşı üretilebilme imkânı varken bu imkân kullanılamamaktadır.
İşin özü, aşının ihtiyaç duyan herkese yapılabilmesi için üretici güçler yeterli gelişkinlik düzeyindedir. Ancak kapitalizmin bizatihi kendisi bunun önünde engeldir.
Üretim araçları toplumsal mülkiyete geçmeden sorunlar gerçekten çözülemez!
İnsanlık için en büyük tehdit, çürüyen kapitalizmin hâlâ hükmünü sürdürüyor olmasından gelmektedir. İnsanlık bulaşıcı hastalıklar gibi melanetlerle baş etme kapasitesine çoktan ulaşmış olmasına rağmen emekçilerin hâlâ dermanlı dertleri çekiyor olmalarının sebebi, bu ömrünü tamamlamış sistemin tarih sahnesinden henüz indirilememesindendir.
Burada sözünü ettiğimiz konu bağlamında patentlerin aşılar için askıya alınması ve aşıların üretimindeki bilgi ve teknolojinin paylaşılması aslında kapitalist düzenin sınırlarını aşan bir talep bile değildir. Nitekim bu talepler dünya çapında yükseltilince ABD başkanı Biden bile bunun desteklenebileceğini ifade eden açıklamalarda bulunmuştu. Dünya Sağlık Örgütünden ve ekonomik olarak orta ya da az gelişmiş pek çok ülke yöneticisinden de bu yönde talepler gelmektedir. Ayrıca, fikri mülkiyet haklarına dair ihtilafların çözüldüğü Dünya Ticaret Örgütünün TRIPS (Ticaretle Bağlantılı Fikri Mülkiyet Anlaşması) olarak adlandırılan sözleşmesinin 31. maddesinde de, pandemi gibi bazı özel koşullar altında ülkelerin iç üretim yapabilmek için patentlerin kullanımına istisna getirebileceği yazılı.
Ne var ki, tüm dünya koronavirüsün etkilerine maruz kalıp büyük yıkımlar yaşarken, her gün binlerce insan bu hastalıktan hayatını kaybederken, hastalığın önlenmesini sağlayacak en önemli araç olan en az on tane etkinliği kanıtlanmış aşı bulunmuşken sorun devam etmektedir. Aşıların patent haklarını askıya alıp, bilgi ve teknolojinin hiçbir kısıtlama olmadan herkese açık hale gelmesi kararı hiçbir merci tarafından alınamamaktadır. Üstelik bu aşıların geliştirilmesi büyük ölçüde kamu kaynakları sayesinde sağlanmış olmasına rağmen. Bu tablo kapitalizmin insanlık için nasıl bir engel haline geldiğini açık biçimde ortaya koymaktadır.
Patent sistemi, insanların en hayati ihtiyaçlarının bile mali sermayenin insafına bırakılmasına yol açmaktadır. Bu yüzden en başta yeni tip koronavirüs aşıları ile ilgili olanlar olmak üzere tüm patent hakları lağvedilmelidir. Ancak patent sisteminin bütünüyle ortadan kalkması kapitalizm devam ettiği sürece mümkün olmayacaktır. Çünkü kapitalist sistemin damarlarında dolaşan kan, üretim araçlarının özel mülkiyeti sayesinde üretilmekte ve toplumun tüm hücrelerine pompalanmaktadır. Fikri mülkiyet hakları da bunun önemli ve kapitalistler için vazgeçilmez parçalarından birisidir.
Üretim araçlarının mülkiyetini toplumsal mülkiyet haline getirip, insanlığın tüm birikimlerinin sermayenin sultasından kurtarılarak topluma mal edilmesi mümkündür ve artık zorunludur. Sadece koronavirüs aşısının tüm toplumun malı haline getirilmesi için değil, tüm sorunların çözümü için bunun sağlanması gereklidir.
[1] Patent konusunda aydınlatıcı bir yazı için bkz: Oktay Baran, Bilim ve Teknoloji Patent Esaretinde, marksist.com
link: Selim Fuat, Aşı da Tüm Toplumun Ortak Malı Olmalıdır, 3 Haziran 2021, https://marksist.net/node/7371
Kolombiyalı Emekçiler: “Artık Kaybedecek Bir Şeyimiz Yok!”
Zihinlere Örülen Duvarları Yıkalım!