11 Eylül, içine girdiğimiz yeni bin yılda yalnızca takvimlerde değil, sınıf mücadelesinin gidişatında da yeni bir sayfanın açıldığı bir gün oldu. Dünya kapitalizminin en büyük gücü, kendi evinde, üstelik kapitalist ihtişamın sembolleri olarak gösterilen İkiz Kulelerin ve Pentagon’un yerle bir edilişine şahit oldu. Çoğu işçi, binlerce insan öldü. Burjuvazi ve onun temsilcileri, olayı başlangıçta bir terör eylemi olarak nitelemiş olsalar da, derhal, bunun bir savaş ilânı olduğunu açıklamanın kendi çıkarları açısından çok daha kullanışlı olduğunu keşfettiler. Ardından da bu savaş davetini kabullenmeye dünden razı olduklarını açığa vurarak, “bilinmeyen” bir düşmana karşı “sonsuz” bir savaş başlatacaklarını anons ettiler.
Amerikan burjuvazisinin bu savaşa “sonsuz özgürlük” adını vermesi gerçekten de anlamlıdır. Dünyanın en azılı teröristi olan ABD, dünya çapında yürütmekte olduğu iktisadi, siyasi ve en önemlisi askeri operasyonları için böylece sonsuz bir özgürlük talep ediyor, ve bu uğurda kendi yanında olmayan herkesin düşman belleneceğini pervasızca ilân ediyordu. İngiltere, II. Dünya Savaşından bu yana izlediği çizgide tutarlı olduğunu kanıtlar bir tarzda bu olayda da ABD’ye kayıtsız şartsız destek verdiğini açıklayarak, onun arkasına takılmakta gecikmedi. Başta AB, Rusya, Çin ve Japonya olmak üzere dünyanın diğer büyük güçleri de, bu azgın Anglo-Amerikan meydan okuması karşısında şimdilik sessiz bir kabulleniş rolünü kendilerine uygun buldular. Ne var ki, tarih bize olaylar serpilip geliştikçe bu sessizliğin bozulacağının, çatlak seslerin yükseleceğinin ve bu seslerin gitgide yeni kutuplaşmalarda somutlaşacağının sayısız örneklerini sunuyor. Sözümona terörizme karşı ilân edilen bu kutsal ittifak yakın bir zamanda parçalanıp değişime uğrayacak ve emperyalist kutuplar belirginleşip, netleşecektir.
Yeni bir döneme giriyoruz. Ve bu dönem hiçbir şekilde bir barış dönemi olmayacak. Bugün ABD’nin Afganistan’da yürüttüğü savaş, aslında önümüzde uzanan süreçte emperyalist güçlerin kendi aralarında hegemonya çekişmesi nedeniyle ve nüfuz alanlarının yeniden paylaşılması amacıyla kışkırtacakları yeni emperyalist savaşların bir ön hazırlığı gibi görünüyor. İşçi sınıfı bir kez daha çok ciddi bir sınavla karşı karşıyadır. Sınıfımızın bu sınavdan başarılı bir şekilde çıkabilmesi için bugün bir kez daha emperyalist savaşların doğası ve böylesi savaşlara karşı takınılması gereken sınıfsal tutum konusunda çok net olmak gerekiyor.
Savaş, en özlü anlatımla, siyasetin başka araçlarla yani silahlar aracılığıyla sürdürülmesidir. Sınıflı toplumlar tarihinin her döneminde, egemen sınıflar, kendi çıkarlarını korumak ve geliştirmek üzere sayısız savaşların başlatıcısı oldular. Ve istisnasız her birinde bu savaşların gerçek amaçlarını, savaş alanına sürdükleri insanlardan sakladılar. Kimi zaman “Tanrı kelâmını gavurlara da benimsetecek kutsal bir cihat” olarak, kimi zaman “barbar halkları uygarlaştıracak erdemli bir insani girişim” olarak, kimi zaman “tehlike altındaki vatanın düşmanlardan kurtarılması” olarak sunulan yüzlerce savaşa tanık ve dahil oldu insanoğlu. Ama her birinde savaş genellikle savaşa sürülenlerin haberdar olmadığı belli amaçlara ulaşmak üzere şiddetin kullanıldığı bir araç olageldi. Bu durumda savaşları anlamak ve savaşa karşı doğru bir sınıfsal tutum alabilmek için, aracın kendisine değil amaca bakmak zorundayız. Diğer bir deyişle, işçi sınıfının bakması gereken nokta, savaşın hangi siyasi, iktisadi, askeri, stratejik hedefler ve amaçlar uğruna verildiği, yani hangi siyasetin doğrudan bir sonucu ve devamı olduğu noktasıdır.
Peki kapitalist toplumda savaştan önce hangi siyaset izlenir? “Hangi siyaset” sorusu, sınıflı toplumlarda, “hangi sınıfın siyaseti” sorusuyla birlikte düşünülmediği sürece gerçekler açığa çıkartılamaz. Çünkü toplum, hele ki kapitalist toplum, bir çırpıda tüm gerçeklerin önümüze serildiği basit ve tek değişkenli bir denkleme indirgenemez. Gerçekler bilinçli olarak egemen sınıf tarafından çarpıtılır. Bu nedenle pek çok durumda silahlı bir çatışmaya yol açabilecek ivedi ekonomik çıkarların neler olduğunu ayırt etmek o kadar kolay olmaz. Ama sınıflı bir toplumda, barış zamanında olduğu kadar savaş zamanında da her türlü anlaşmazlığın temelinde sınıfsal çıkarlar yatar.
Kapitalist toplumda egemen olan sınıf burjuvazi olduğuna göre, izlenen siyaset de gerek barış dönemlerinde gerekse de savaş dönemlerinde burjuvazinin sınıfsal çıkarlarına hizmet eden bir siyasettir. I. Dünya Savaşı sırasında savaşa karşı doğru bir sınıfsal tutum alabilmiş ender işçi önderlerinden biri olan Lenin, “savaş korkunçtur” diyen birine, “doğru, savaş korkunç kârlar demektir” şeklinde karşılık vermişti. Barış dönemlerinde işçi sınıfının sırtından mümkün olduğunca fazla kâr etmenin peşinden koşan ve tüm iç siyaseti bu “kutsal” amaca göre belirlenen burjuvazi, savaşa da aynı “kutsal” amaçlarla başvurur. Dahası tıpkı Lenin’in alaycı bir biçimde belirttiği gibi savaş, başlı başına muazzam bir kâr kaynağıdır. En başta silah ve petrol tekelleri olmak üzere, üretimin birbirine bağlı halkaları içerisinde faaliyet gösteren çeşitli kapitalist işletmeler, savaştan ve onun ekonomide yarattığı canlanmadan muazzam kârlar elde ederler.
Savaşı küçük-burjuva bir mantıkla değerlendirenlere, en başta da sosyal-demokratlara göre, savaş harcamaları koca bir israftan başka bir şey değildir ve savaşlar olmasaydı insanlar ne bu denli sefalet içinde olurdu ne de ekonomik krizler yaşanırdı. Örneğin, Kürt halkına karşı yürütülen savaş boyunca sosyal-demokratlardan ve küçük-burjuva aydınlardan bu palavrayı dinleyip durduk. Bu ahlâkçı yaklaşım aslında kapitalist sömürünün üstünü örtme gayretinden başka bir şey değildir. Çünkü modern çağda savaş muazzam bir tüketimdir. Ama tüketim demek üretim demektir. Sıkılan her bir kurşun, ateşlenen her bir top, fırlatılan her bir füze, imha olan her bir zırhlı araç, yıkılan her bir bina, kapitalistlerin gözünde, yerine tekrar konulması gereken bir metadan başka bir şey değildir. Tüketilmek üzere ve tüketildikleri sürece kâr etme gayesiyle üretilirler. Dolayısıyla kapitalist ekonomi açısından savaş harcamalarının, kârlı görülen bir başka alana yapılan yatırım harcamalarından hiçbir farkı yoktur. Savaşlar burjuvazi açısından, hele de zafer kazanmış burjuva kesim açısından tam bir yağlı kazanç kaynağı demekken, işçi sınıfı açısından yıkım, ölüm ve artan sefalet demektir. İşçi sınıfı yalnızca elde silah cephelerde ölümle boğuşmakla kalmaz, aynı zamanda cephe gerisinde de kendi kapitalistlerinin savaşı kazanması için gerekli fedakârlıkları yapmak zorunda bırakılır: Ücretler düşer, çalışma saatleri artar, çalışma temposu yükselir, sosyal haklar askıya alınır, sendikalar eğer kapatılmamışsa hepten işlevsizleştirilir, grevler yasaklanır ... kârlar artar.
Savaş nasıl politikanın başka araçlarla sürdürülmesi demekse, dış politika da aynı şekilde iç politikanın devamı demektir. Burjuvazinin iç politikası işçi sınıfından mümkün olan en büyük artı-değerin elde edilmesine dayanır. Demek ki onun dış politikasının temeli de, dünya çapında aynı artı-değer sömürüsünden daha fazla pay alma amacını güder. Dev kapitalist tekeller arasında yürüyen amansız rekabet, normal dönemlerde barışçıl yollardan yani iktisadi araçlarla, siyasi manevralarla ve kapalı kapılar ardında yürütülen diplomasiyle çözüme bağlanır. Ama işlerin artık bir düğüm noktasına ulaştığı bir an çıkagelir. Çeşitli kapitalist tekellerin ve onların temsilcisi durumundaki ulus-devletlerin sahip oldukları askeri, siyasi ve en önemlisi iktisadi güç oranları değişir ve bu yeni durum, dünya çapında verili eski güç dengeleriyle artık bağdaşmaz hale gelir. Kapitalist dünyada hakim olan uluslararası siyasal statüko çatlamaya başlar, dengeler yerini dengesizliğe bırakırken, barışçıl yollar da yerini savaşlara terk eder. Kapitalistler açısından savaş, rekabette kimin üstün çıkacağını, yeni dünya düzeninde kimin belirleyici olacağını tayin eden nihai boy ölçüşmedir, şüphesiz bir sonraki düğüm noktasına ulaşıncaya dek. Dolayısıyla emperyalist savaşlar, iktisadi kaynakları, hammaddeleri ve pazarları ele geçirmek, yeni nüfuz alanları oluşturmak ve varolanları pekiştirmek için yapılır. İşte burjuvazinin sürdürdüğü ve kapitalizm yıkılmadığı sürece sürdürmek zorunda olduğu politika da budur.
20. yüzyıl tam da bu temelde iki büyük dünya savaşına tanık oldu. Gerçekten de I. Dünya Savaşı, temelde, zayıflayan ama dünya hakimiyeti devam eden İngiliz emperyalizmi ile muazzam bir atılım yapan ama sömürgelerden ve sömürge imparatorluğu olmanın ayrıcalıklarından yoksun olan Almanya arasındaki çekişmeden kaynaklanmıştı. Dünya bir önceki dönemde (19. yüzyılın son çeyreği) toprak bakımından çoktan paylaşılmıştı. Kendine bu dünyada belirleyici bir yer edinmek isteyen Almanya, ekonomik büyümesini sürdürmek için İngiliz emperyalizmini geriletmek zorundaydı. Aksi taktirde muazzam bir iktisadi kriz içine sürüklenmek tehlikesiyle yüz yüzeydi. Ve burjuva ideologlarının, gazetecilerinin ve siyasetçilerinin sonsuz barış hayalleri pompaladıkları bir sırada, I. Dünya Savaşı patlak verdi. 10 milyondan fazla insan ölüm tarlalarında can verdi. Avrupa, uygarlığın hepten yok oluşuyla karşı karşıya kaldı. Almanya yenildi ve büyük bir iktisadi ve askeri baskı altına alındı. 1920’lerin dünyasında bunun anlamı, I. Dünya Savaşına yol açan sorunların çözülmeksizin kalmasıydı. Ve yeni bir paylaşım savaşı kaçınılmazdı. 1920’lerin sonlarında Almanya’da ve 1929’da ABD’de patlak veren muazzam iktisadi kriz kısa sürede tüm Avrupa’ya da yayılarak bir dünya krizi haline geldi. Kapitalistler için krizden bir çıkış yolu vardı, o da yeni bir savaştan başka bir şey değildi. Ve böylece kapitalizm ve onun kaçınılmaz krizleri, tüm insanlığı bir kez daha büyük bir emperyalist savaşın içine yuvarladı. II. Dünya Savaşı, yepyeni bir güçler dengesi kurduğu gibi 1930’lu yılların iktisadi krizinin aşılmasının da temel kaldıracı oldu, şüphesiz bu savaşta hayatını kaybeden 55 milyon insan pahasına.
İnsanlık 20. yüzyılda böylesi iki büyük dünya savaşının yanı sıra, başını doğrudan büyük emperyalist devletlerin çektiği ve kendi emperyalist çıkarları için küçük devletleri birbiriyle çatıştırdığı nice bölgesel emperyalist savaşa tanık oldu. Ama bu savaşlar yalnızca çalışan emekçi kitlelerin büyük acılar çekmesine yol açmakla kalmamış, beraberinde kaçınılmaz olarak kimi iktisadi, siyasi ve toplumsal değişimleri de getirmiştir.
Lenin, emperyalizmi kapitalizmin en son aşaması olarak tanımlarken, insanlığın emperyalizmle birlikte bir savaşlar ve devrimler çağına girdiğine işaret ediyordu. İki büyük dünya savaşı şu gerçeğin altını bir kez daha çizdi: Savaşlar devrimlerin dölyatağıdır. I. Dünya Savaşı, tüm Avrupa’da devrimci duyguları fırtınaya dönüştürdü. Bu öyle bir fırtınaydı ki, hiçbir burjuva rejim bundan kendisini tümüyle kurtaramadı. I. Dünya Savaşı, Avrupa’da en başta Hohenzollern, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı hanedanlıkları olmak üzere birçok monarşinin yıkılmasına yol açtı. Bazıları bununla bile kurtulamadılar. 1917 Şubatında patlak veren Rus devrimi, 1917 Ekim ayında proletaryanın zaferiyle taçlandı. Değişen yalnızca siyasal rejim değildi, mülk sahibi tüm sınıfların dünya sahnesinden silinmesinin ilk kıvılcımı olarak Rusya’da işçi sınıfı ve onun yoksul müttefikleri mülksüzleştirenleri mülksüzleştirmeye girişmişlerdi. Benzer olguları II. Dünya Savaşı sonrasında da görmek mümkündür. Japon İmparatorluğu ABD’nin desteğiyle zar zor ayakta kalırken, yine de burjuva demokrasisine geçmek zorunda kaldı. Dünyanın en kalabalık ülkesi olan Çin’de büyük bir devrim patlak verdi ve Çin halkı emperyalizmin bir yarı-sömürgesi olmaktan kurtuldu. Hindistan ise Britanya’nın “akılcı” politikası sayesinde son anda devrim yolundan geri çevrildi ama yine de bağımsızlığını kazandı. Tüm Avrupa’da büyük devrimci yükselişler yaşandı, ama bu yükselişlerin önüne geçen bu kez Stalinizm idi. Eğer Stalinist bürokrasinin ihaneti olmasaydı, bugün bambaşka bir dünyada çok daha farklı şeylerin mücadelesini veriyor olacağımız çok açıktır. Ama şunu da unutmamak gerekir ki, yenilen her devrimci yükseliş, yerini eskinin restore edilmesine değil, burjuvazinin muazzam bir karşı-saldırısına, bir karşı-devrime bırakır. I. Dünya Savaşının ardından Almanya ve İtalya’da proletaryanın iktidarı alamaması, daha önceki devrimci yükselişlere bir tepki olarak Mussolini ve Hitler’in faşist diktatörlüklerine yol açarak, II. Dünya Savaşını kaçınılmaz kıldı.
20. yüzyılda insanlık yalnızca emperyalist savaşları görmedi kuşkusuz. Yanı sıra büyük emperyalist devletlerin birer sömürgesi ya da yarı-sömürgesi durumundaki nice ulusun verdiği ulusal kurtuluş savaşlarına da şahit oldu. Siyasal bağımsızlıktan yoksun ezilen ulusların verdiği bu savaşımlar şüphesiz özü itibarıyla apayrı bir kategoridedir. Ve dünya işçi sınıfının bu tip savaşlara karşı çıkmak şöyle dursun, bu savaşlarda ezilen ulusların devrimci mücadelesinin yanında olmak gibi bir görevi vardır. Tam da bu noktada, Marksistlerle pasifistler arasındaki ayrım ortaya çıkar. Pasifistler, ya da daha Türkçesiyle barışseverler her türlü savaşa karşıdırlar. Oysa Marksistler savaşlara sınıf perspektifinden bakarlar, haklı ve haksız savaşları birbirinden ayırt ederler.
Pasifistlerin unuttuğu gerçek, sınıflı bir toplumda yaşadığımızdır. Bu gerçekte öyle bir toplumdur ki, bağrında derin bir sınıfsal bölünmeyi taşır. Böyle bir toplumda farklı ve dahası birbirine karşıt çıkarları olan sınıflar arasında bir mücadele kaçınılmazdır. Bu mücadelenin kendisi düpedüz bir savaştır, sınıf savaşıdır. Küçük-burjuva reformistleri ve pasifistler bu gerçeğin üzerini örtmeye ne kadar çalışırsa çalışsınlar, aslında proletaryanın devrimci öncüleri ve elbette ki burjuvazi bunun pekala bir savaş olduğunun farkındadır. Bu nedenle her türlü savaşa karşı çıkmak demek, proletaryanın son derece haklı olan, kapitalist düzene karşı savaş hakkına da karşı çıkmak demektir. Ve böylece pasifistler, proletaryaya, sermaye düzeninin ona dayattığı koşulları kabul etmekten başka hiçbir çıkar yol sunmayarak, aslında burjuvazinin çıkarlarının temsilcisi olduklarını açığa vururlar. Proletaryanın genel çıkarlarını savunmak üzere kolektif bir tarzda giriştiği en küçüğünden en kapsamlısına her eylem, bu sınıf savaşının bir parçasıdır. Demek ki, kapitalist toplumun temel iki sınıfı olan burjuvazi ile proletarya arasında zaten her gün, şurada burada patlak veren bir mücadele, yani soğuk bir “iç savaş” yaşanmaktadır.
Kapitalizm varolmaya devam ettiği sürece çeşitli burjuva kesimleri ve grupları arasında kıyasıya rekabetin, sıcak çatışmalarla, yani emperyalist paylaşım savaşlarıyla sonuçlanması kaçınılmazdır. Bir başka deyişle, derin iktisadi krizler nasıl kapitalizmin içsel işleyişinden kaynaklanıyorsa ve kapitalizmi krizlerin patlak vermesinden kurtarmak mümkün değilse, emperyalist savaşlar da doğrudan kapitalizmin iktisadi krizlerinden ve yeniden-paylaşım kavgasından türerler. İşte bu yüzden savaşsız bir kapitalizm düşünülemez. Dolayısıyla işçi sınıfı emperyalist savaşların kurbanı olmak istemiyorsa yalnızca emperyalist savaşları başlatan, körükleyen, destekleyen, sevk ve idare eden burjuva hükümetlere değil, bir bütün olarak kapitalist sisteme son vermek zorundadır. O halde emperyalist savaşları engellemenin tek mümkün yolu burjuvazinin egemenliğine son verecek bir proleter devrimdir. İşte bundan ötürü, emperyalist bir savaşa ilişkin olarak, burjuvazinin iktidarını devirme perspektifinden yoksun bir “barış” sloganı, işçi sınıfının sloganı olamaz. Marksistler işçi sınıfına silahlardan arınmasını ve barış güvercinleri uçurmasını değil, o silahları gerçek düşmanına yöneltmesini söyleyerek şu çağrıda bulunurlar: Sınıf kardeşlerini boğazlamayı reddet, gerçek düşmanın içeridedir, kendi burjuvazindir!
İşçi sınıfı bu perspektifle emperyalist burjuvaziyi alaşağı etmedikçe, emperyalist büyük güçler açısından gerçek bir yenilgi söz konusu olamaz. Emperyalist bir savaşta taraflardan biri yenilse bile bu, onun egemen sınıf olma konumunun sona ereceği anlamına ya da o ülkenin emperyalist bir güç olmaktan çıkacağı anlamına gelmez. Eğer öyle olsaydı, I. Dünya Savaşının mağlup devletleri, II. Dünya Savaşında da sahnede baş aktörler olarak boy göstermezlerdi. 20. yüzyılda yaşanan iki büyük emperyalist savaşın ve nice küçük çaplı savaş ve çatışmaların baş aktörleri neredeyse eksiksiz bir biçimde bugünkü kurtlar sofrasında da yerlerini almış olmazlardı. Burjuvazinin gerçek yenilgisi, onun herhangi bir savaşta alacağı askeri bir yenilgi değil, kendi toprakları üzerinde tadacağı sınıfsal bir yenilgi olabilir ancak. Bu yenilgiyi burjuvazi açısından kalıcı hale getirmek; burjuvaziyi yeni katliamlara girişmekten alıkoymanın tek yolu olarak onun sınıfsal iktidarını devirmek ve yerine işçi sınıfının iktidarını geçirmek. İşte proletaryanın tarihsel görevi budur.
Emperyalist savaşı iç savaşa çevirerek, burjuvazinin iktidarını devirme perspektifi en kapsamlı biçimde Lenin tarafından I. Dünya Savaşının başından itibaren ortaya konulduğunda, işçi sınıfının tüm sahte dostları, bu perspektifi hayalci, ütopyacı olarak damgaladılar. Reformistlere ve sosyal-şovenlere göre Lenin’in bu perspektifi, barış için mücadele etmekten kaçmak üzere ileri sürülmüş devrimci bir lafazanlık idi. Ama Lenin ve onun önderliğindeki Bolşevikler, hiç de lafazan ve hayalci olmadıklarını 1917 Ekiminde kanıtladılar. Rus halkı, barışa ne burjuva liberallerle, ne de sosyal-demokratlarla kavuşabildi. Rus emekçilerine barışı getiren, burjuvazinin siyasal saltanatının yıkıldığı Ekim devrimi idi.
Ama biz Marksistler biliyoruz ki, ve tarih bunu acımasızca göstermiştir ki, tek bir ülkede proletaryanın iktidarı fethetmesi yeterli değildir. İnsanlığın gerçek ve kalıcı barışa ulaşabilmesinin koşulu, tüm dünyada sınıflar savaşının sona ermesidir. Fakat sınıf savaşımı reformistlerin hayal ettiği gibi iki karşıt sınıfın uzlaşmasıyla değil, ancak ve ancak sınıfların ortadan kaldırılmasıyla sona erebilir. Sınıflar ise tek bir ülkede ortadan kaldırılamaz. Tüm dünya bir savaş cehenneminde kavrulurken, onun ortasında bir ada cenneti hayal ediyor değiliz. Tüm dünyada sınıfları ve onunla birlikte her türlü ayrımcılığı ve ayrıcalığı ortadan kaldırmanın önünde duran tek engel, bu sınıflı dünyadan çıkarı olan burjuvazidir. Burjuvazi gücünü üretim araçlarının özel mülkiyetinden aldığına göre, gerçek ve kalıcı bir barışa, eşitliğe ve insanlığın engelsiz bir gelişimine gidebilmek için, bu engeli yerle bir etmemiz gerekir. Mülksüzleştirenleri mülksüzleştirmek gerekir! Emperyalist savaşlar, kapitalizmin öldürdüğü gerçeğini bize somut bir şekilde gösteriyor. O halde yapılması gereken tek şey kapitalizmi öldürmektir!
Afgan “Savaşı”
Bugün sürmekte olan Afgan savaşı, iddia edildiği gibi ne terörizme karşı bir savaştır, ne Hıristiyan dünyasının İslam’a karşı bir savaşıdır, ne bir kültürler çatışmasıdır ne de özgürlük ve demokrasi savaşıdır. Bunların hepsi, bugünkü savaşın ABD açısından emperyalist bir savaş olduğu gerçeğinin üstünü örten koca yalanlardır. Bugünkü savaşın gerçek hedeflerini ve nereye doğru evrimleşeceğini anlamak için, 11 Eylül öncesi dünyanın gerçek durumunu kavramamız gerekiyor.
Yaşamakta olduğumuz 21. yüzyılın ilk yılları, gerek tüm dünya çapında bir iktisadi krizle karşı karşıya olunması anlamında, gerekse de buna bağlı olarak nüfuz alanlarının yeniden paylaşımının yakıcı bir zorunluluk olarak kendini dayatması anlamında, I. ve II. dünya savaşlarının öncesindeki yılları andırıyor. Peki emperyalizmi yeniden paylaşımın savaşlar aracılığıyla gerçekleştiği ve gerçekleşeceği böylesi bir noktaya sürükleyen sürecin temel momentleri nelerdir?
Her şeyden önce belirtmek gerekiyor ki, 20. yüzyılda emperyalist kapitalizmin gelişimi, 1917 Ekim devrimi ve onun dolaylı-dolaysız sonuçları tarafından, kendi yolundan belli ölçülerde saptırılmıştır. Bu nedenle, 1991 yılında SSCB’nin çökmesi dünya tarihinde gerçekten de yeni bir dönemin açılması anlamına geliyordu. SSCB’nin ve ona bağlı olarak Doğu Bloku ülkelerinin birbiri ardına çöküşü, dünya kapitalizminin önünde yepyeni pazarlar açılması demekti. Emperyalistler açısından tüm dünya pazarının, nüfuz alanları temelinde yeniden paylaşılması zorunluluğu böylelikle daha da yakıcı hale geldi.
SSCB’nin çöküşü, iki kutuplu soğuk savaş dünyasının da çökmesi ve dolayısıyla II. Dünya Savaşı sonrasında kurulan Pax-Americana’nın da (Amerikan Barışı) artık sona ermesi anlamına geliyordu. Ancak tarih sona erenin yerine derhal yenisini koyamadı. 1990’ların başlarından beri dünya burjuvazisinin “yeni dünya düzeni” kavramıyla ifade ettiği şey, aslında böylesi bir yeniden düzenlemenin yani yeniden paylaşımın kaçınılmazlığıdır. Soğuk Savaş yılları boyunca ABD şemsiyesi altında üstü örtülen, bastırılan emperyalistler arası rekabet ve çelişkilerin üzerindeki perde, bu kutbun karşıtıyla birlikte ortadan kalktı. Ama aradan 10 yıl geçmesine rağmen yeni bir dünya düzeni kurulamadı. Bugünkü savaş bu düzeni kurmak için emperyalist güçlerin teker teker sahne alacakları emperyalist savaşların ön hazırlığı gibidir. Baş aktörün ABD olduğu açık. Çünkü hegemonyası sarsılan ve tahtına göz dikilen güç odur. Yanı başında onun mağrur uşağı ve II. Dünya Savaşından sonra yavaş yavaş Avrupa’nın “varoşu” haline gelen İngiltere bulunuyor. Karşı tarafta ise, ABD’nin unvanına göz diken aday sayısı çok. Bir tarafta Japonya, diğer tarafta en güçlü aday gözüken AB, öte tarafta kendini toparlayıp daha geriden gelen ama hiç de yabana atılmaması gereken Rusya ve yükselişteki Çin.
Ancak tüm bu kutuplaşmalar arasındaki rekabetin giderek sertleşerek, dün değil de bugün artan emperyalist savaş tehdidini gündeme taşımasının arkasında yatan neden, tıpkı 1930’lu yıllardaki gibi tüm dünya kapitalizminin aynı anda krizle karşı karşıya kalmasıdır. 1990’lar boyunca, durgunluk başta Japonya olmak üzere tüm büyük emperyalist güçleri kasıp kavururken, dünya kapitalizminin kurtarıcısı, ABD ekonomisindeki istisnai canlanma idi. Burjuva ekonomistler “Yeni Ekonomik Paradigma” sayesinde kapitalizmin artık krizlerden kurtulduğunu bir kere daha vaaz ede dursun, Marksistler önünde sonunda bu ekonomik genişlemenin sona ereceğini defalarca belirttiler. Ve son bir yıldır, ABD ekonomisinin de önce durgunluk ve ardından daralma içine girmesiyle birlikte kriz kapıyı çalmaya başladı. Küreselleşme olgusu, burjuva ideologların bu olguya yükledikleri efsanelere gülüp geçerek, krizin de küresel olduğunu hatırlatıverdi. Son bir yılın iktisat dergilerinde işlenen neredeyse tek konu krizdir. Başlıklar bile bunu ele veriyor: “ABD’de işten çıkarmalar başladı!”, “2001 dünya ekonomisi karanlık”, “ABD’de durgunluk korkutuyor”, “ABD’de işsizlik rekor düzeyde”, “Almanya’da büyüme umutsuz vaka”, “Bush: Ufukta ekonomik sıkıntı var”, “Japon ekonomisinde küçülme”, “Senkronize durgunluk korkutuyor”, “IMF: Durgunluk iki yıl sürecek”, “ABD’de evsiz sayısı artıyor” ...
Bugün 1930’lu yıllardan bu yana ilk kez tüm dünya aynı anda, yani senkronize bir bunalım döneminin içine yuvarlanıyor. Büyük emperyalist güçlerin bu bunalımdan duydukları korku, kapitalizmin bir toplumsal devrimle karşı karşıya kalmasından duydukları korkudur. 1930’lu yılların Avrupa’da ve ABD’de ne denli muazzam toplumsal çalkantılara yol açtığını burjuvazi unutmadı kuşkusuz. Küçülen bir dünya ekonomisi içerisinde kendi payını korumak ve arttırmak mücadelesi, artık barışçıl yolları geride bırakmış gibi görünüyor.
Böylesi bir ortamda kaybedecek şeyi en fazla olan ABD emperyalizmidir. Büyük oynayanların kayıpları da büyük olur. SSCB’nin çöküşünden beri, dünyanın çeşitli coğrafyalarında güç gösterilerinde bulunmasının temel nedeni, soğuk savaş döneminde sahip olduğu prestij ve hegemonyayı yitirmemek ve içine girilen dönemde gerek diğer emperyalist güçlere, gerek ABD karşıtı burjuva rejimlere, gerekse de dünya işçi sınıfına gözdağı vermektir. ABD, son on yıl içinde giriştiği üç savaşta –1990-91 Körfez Savaşı, 1999 Yugoslavya ve şimdiki Afganistan– giderek eski soğuk savaş dönemi müttefiklerinden bağımsız davranma eğilimine girdi. Körfez Savaşında NATO adına hareket edilirken, Yugoslavya’da NATO yalnızca bir kılıf idi. Bugünse, hegemon güç olduğunu kanıtlama yarışı içindeki ABD, emperyalist saldırganlığının meşruiyetini burjuvazinin uluslararası kurumlarının onayına dayandırmayı bile kendine zül sayıyor. Öte yandan başta Almanya ve Fransa olmak üzere (ki AB’nin başını da bunlar çekiyorlar) çeşitli NATO üyeleri, bir yandan soyut destek mesajlarıyla zaman kazanmaya diğer yandan da ABD’yi açıktan karşılarına almayıp onu dizginlemeye çalışıyorlar ve çok daha önemlisi temel eksenini ABD’nin oluşturduğu NATO’nun karşısına bir AB ordusu dikmeye çabalıyorlar.
11 Eylül saldırısı tam da ABD’ye istediği serbestiyi sağlamış oldu. Sözümona “meşru müdafaa” adı altında diğer emperyalistleri dikkate almaya artık eskisi kadar gerek duymuyor. Dünün müttefikleri ilânihaye öyle olmak zorunda değiller. ABD Savunma Bakanı, içine girdikleri savaşın çok uzun süreli olduğunu ve bu savaşın her aşamasında müttefik tanımının değişeceğini belirtiyor. Demek oluyor ki, dünün müttefikleri yarın düşman haline gelebilirler. ABD’nin bugünkü savaşı, eğer ki diğer emperyalistler sinip geri çekilmezlerse, yarınki savaşlara kendi kamuoyunu ve askeri gücünü hazırladığı gerçekçi bir tatbikat özelliği de taşıyor. Özellikle Amerikan kamuoyunun militarizme ikna edilmesi, ABD yönetimi açısından belirleyici bir önem taşıyor. Bunun ise birkaç boyutu var: Birincisi, ABD’nin stratejik-askeri hedeflerine ulaşabilmesi için kamuoyunda çok yaygın olan Vietnam Sendromunu artık aşması gerekiyor. İkincisi, krize doğru yuvarlanan durgunluk ortamında, son yıllarda tüm ileri kapitalist ülkelerde canlanan işçi hareketinin bastırılması, küreselleşme karşıtı diye anılan hareketin ezilmesi gerekiyor. Üçüncüsü, 11 Eylül saldırısı bahane edilerek tüm demokratik hakların kısıtlanması gerekiyor. Bu saldırılardan sonra Kongre kararlarıyla başkan Bush’a tanınan yetkiler, II. Dünya Savaşı sırasında Roosevelt’in sahip olduğu yetkileri bile daha şimdiden geride bırakmış durumda. Amerika’nın liberal gazeteleri, zanlıların sorgulanması sırasında işkencenin meşru bir yöntem olması gerektiğini bile dile getirmeye başlıyorlar. Tüm bunlar, yaklaşan yeni savaşlara Amerikan yönetiminin, kendi cephe gerisini güçlü tutmaya dönük adımlarıdır.
Ancak bu söylenenlerden Afganistan savaşının salt bir hazırlıktan ibaret olduğu sonucu çıkartılamaz. Nitekim, yukarıda kısaca aktardığımız siyasi, askeri ve stratejik nedenlerden başka bugünkü savaşın cereyan ettiği bölge, çok açık bir şekilde savaşın ardında yatan ivedi ekonomik çıkarları da ortaya seriyor. 11 Eylül saldırısına kadar, bir yıllık taze başkanlığı döneminde Amerikan medyası tarafından tiye alınan, yaptığı gaflarla fıkra konusu haline gelen ve başkanlığını bile mahkeme kararına borçlu olan bir salak oğlan, bir anda ne hikmetse, yenilmez bir başkomutan, ulusun lideri ilân ediliverdi. Amerikan silah ve petrol tekellerinin adamı olduğu herkes tarafından bilinen başkan Bush’a, daha iktidara gelir gelmez, dünya siyasetini kızıştırıcı, çatışmaları arttırıcı bir siyaset izlettirilmeye başlandı. Clinton döneminde gereksiz ilân edilip rafa kaldırılan Uzay Savaşları Projesi yeniden gündeme getirildi, 1970’lerde imzalanan kıtalararası balistik füze anlaşmasındaki sınırlamaların tek taraflı olarak tanınmayacağı açıklandı, Çin ile askeri bir çatışmanın eşiğinden dönüldü, çevre sorunlarında AB’nin sıkıştırmalarına açıktan cephe alınarak Kyoto konferansı boşa çıkarıldı, İsrail’le ilişkiler militarist bir zeminde daha da geliştirilerek Filistin sorunu yeniden alevlendirildi, Irak’a dönük askeri saldırılar arttırıldı vb.
ABD’nin bu yeni politikasındaki saldırganlık şüphesiz en başta Amerikan petrol ve silah tekellerinin çıkarlarının ifadesidir. Ama bu saldırganlık, Demokrat Partinin yerini Cumhuriyetçi Partiye bırakmasından kaynaklanmıyor. Tersine, ABD ekonomisinin içine girdiği durgunluk, daha sağ, daha saldırgan ve daha gerici bir ekibi gerektirdiği içindir ki, son seçimlerde mahkemelere kadar uzanan bir demokrasi şarlatanlığıyla Cumhuriyetçi Parti ite kaka iktidara getirildi. Başkanlık için adaylığını koyan Demokrat Parti politikacılarından biri olan Lyndon H. LaRouche 24 Temmuzda, nesnel durumu şu çarpıcı ifadelerle betimliyor: “Bugün sistematik bir mali krizin dibinde bulunuyoruz, eğer bu yılın sonuna kadar bir savaş patlak vermezse, eğer bu dönem boyunca uluslararası liderlerden kilit isimlere suikastlar düzenlenmezse, yılın sonunda, en açık ve basit biçimde söyleyelim, mevcut mali sistem çökmüş olacaktır. Ve onunla birlikte mevcut parasal sistem de. Bu durdurulamaz. Sistemin sonuna geldik.” Konuşmasının sonunda şunları belirtiyor LaRouche: “Ağustos yaklaşıyor. Muhtelif nedenlerden ötürü, Ağustos, Avrasya’da bir savaş başlatmak için uygun bir aydır. Ve savaşın eşiğindeyiz... Brzezinski diyor ki, Çin, Rusya, Hindistan vs.’yi Avrasya’da iktisadi bir işbirliği yapmaktan alı koymanın yegâne yolu, İslam ve Batı arasında bir savaş başlatmaktır. Peki böylesi bir savaşı nasıl tetiklersiniz. Ortadoğu’da dini bir savaş başlatarak.... Ve bugün bir kez daha Ağustos noktasına geliyoruz, ve yeni bir savaş tehdidiyle, belki de bu kez patlayacak olan savaş bir din savaşı olacak.”
Ve 11 Eylül saldırısı bu gelişmelerin düpedüz uzantısı olan bir çizgiye oturuyor. Savaş sanayi ABD ekonomisinin can damarlarından biridir. Nitekim Körfez Savaşı, Amerikan ekonomisi için patlamalı bir büyüme döneminin başlangıcı olmuştu. Amerikan silah tekellerinin bugün de aynı beklenti içinde olduklarını kavramak için çok zeki olmak gerekmiyor. Ama çok daha önemli bir doğrudan iktisadi hedef duruyor ortada. Ortadoğu petrolleri ve Orta Asya’nın petrol ve doğalgaz yatakları. Son on yılda, ABD’nin askeri operasyonları bir dünya haritası üzerinde işaretlenecek olursa bu gerçek daha da iyi anlaşılır. Bugünkü savaşın ve gelecekteki savaşların galiplerinin elde edeceği ganimet bu petroller ve doğalgazdır.
Ortadoğu’nun emperyalist dünya sistemi açısından önemini herkes biliyor. Ama Orta Asya dünya politikasında çok yeni bir başlık. SSCB’nin çöküşünden önce bu devletin sınırları içerisinde kalan Kafkasya, Hazar Denizi ve Türki cumhuriyetler çok zengin petrol ve doğal gaz yataklarına sahip. Hazar Denizi ve çevresindeki doğal gaz yataklarının yaklaşık 20-25 trilyon metreküplük bir rezerve sahip olduğu biliniyor. Petrol rezervi ise bazı hesaplamalara göre 250 milyar varil civarındadır. Bunlar çok büyük rakamlardır. Ve dahası bu kaynaklar bugüne kadar işletilmemiş durumdadır.
Böylesi devasa bir kaynağın paylaşılması, aslında geride bıraktığımız son on yıl boyunca gerek Kafkasya’da, gerekse de Türki cumhuriyetlerde yaşanan askeri çatışmaların, iç savaşların ve siyasi-diplomatik krizlerin ardında yatan temel nedendir. Aynı bölgeyi tarihsel olarak kendi arka bahçesi olarak gören Rusya bir yanda, özellikle Kafkasya üzerinden bölgede etkili olmaya çalışan AB öte yanda, ve yanına Türkiye’yi de alarak tüm bölgeye göz diken ABD bir başka tarafta aç kurtlar gibi bekleşiyorlar. Bakü-Ceyhan boru hattının akıbeti ve süreç içerisinde yaşananlar akıllarda henüz tazedir. ABD bu kaynakların sömürülmesini güvence altına almak istiyor. Öte yandan bunun için söz konusu kaynakları denize ulaştıracak güvenliği sağlanmış ve ucuz boru hatlarına ihtiyaç var. Bu boru hattının döşenmesinin kendisi bile dev tekeller için muazzam kârlar demektir. Bu nedenle, söz konusu boru hatlarının geçtiği ülkelerin düşük inşa maliyetleri için gerekli önlemleri ve altyapıyı hazırlamaları ve gümrük tarifelerini mümkün olduğunca düşürmeleri gerekiyor. Dahası ve en önemlisi bu ülkeler ABD açısından güvenilir ve istikrarlı müttefikler olmalılar. Bu ise bölge ülkeleri üzerinde Çin, İran ve Rusya’nın sahip olduğu etkinin bertaraf edilmesi gerektiği anlamına geliyor. SSCB’nin çöküşüyle demokrasi havarisi kesilen emperyalist ülkelerin Türki cumhuriyetlerde yıllardır süren dikta rejimlerine, anti-demokratik uygulamalara ve iç savaşlara göz yummasının nedeni de budur. Afganistan’da bir anda Taliban diye bir örgütün ortaya çıkmış ve iç savaşı kazanarak iktidarı ele geçirebilmiş olmasının nedeni de tastamam budur. Böylece geliyoruz, neden bu savaşın Afganistan’dan başladığına.
26 Eylül 1994’te ansızın ortaya çıkan ve ülkenin büyük kısmını ele geçiren Taliban yönetimi gerçekte CIA destekli Pakistan hükümetinin ve Pakistan istihbaratının bir ürünüydü. SSCB’ye karşı verilen gerilla mücadelesi yılları içerisinde CIA eğitmenleri, binlerce Afganlıyı Mücahitler saflarında örgütledi, eğitti, silah-malzeme ve para yardımında bulundu. Ne var ki, SSCB’nin geri çekilmesiyle ülkenin içine girdiği iç savaşın bir türlü taraflardan biri lehine çözülememesinden dolayı, ABD Pakistan’ın aracılığıyla Taliban’ı örgütleyerek, ülkeye istikrar getirecek bir güç olarak öne sürdü. Ama işler emperyalistlerin istediği gibi gitmedi. İki temel sorun ortaya çıktı. Taliban, ülkenin büyük kısmını ele geçirmesine rağmen Kuzey Afganistan kendi denetiminin dışında kalmıştı. Bu durum, rejime ABD’nin bağladığı ümitlerin suya düşmesi anlamına geliyordu. Hemen ardından 1997’den itibaren Usame bin Ladin önderliğindeki El Kaide örgütü (ki baştan beri ABD’nin gözbebeği idi) CIA’nin kontrolünden çıkmaya başladı. ABD’nin Ortadoğu politikalarına karşı çıkarak ona karşı cihat ilân edivermişti. Bir başka deyişle Taliban ve El Kaide örgütü, ABD açısından bir Frankestein’a dönüştü. Taliban ülkenin kuzeyini kontrol altına alamadığına ve artık denetim dışına çıkma eğilimleri gösterdiğine göre ona ihtiyaç kalmamıştı. Aynı yılın sonlarından itibaren ABD, Afganistan meselesini, uluslararası terörizm sorunu olarak çeşitli platformlara taşımaya ve bugünkü savaşın zeminini döşemeye girişti. İslam ve Batı arasında bir çatışmanın yaşanmasının kaçınılmaz olduğu fikri de bu dönemde işlenmeye başlandı.
Afganistan’ın istikrarlı ve ABD’nin tam denetiminde bir rejime kavuşması, Amerikan emperyalizmi açısından büyük önem taşıyor. Çünkü Afganistan Orta Asya’ya şu an mümkün tek geçiş yoludur ve Çin ve Rusya’nın arka bahçesine saplanmış bir hançer gibidir. Dahası Hazar petrol ve doğalgazını Hint Okyanusuna indirmesi planlanan boru hattının Afganistan üzerinden geçmesi tasarlanıyor. Bunun önündeki engel ise Afganistan’daki politik istikrarsızlıktır. Bu boru hattı ağının inşası için oluşturulan Unocal konsorsiyumunun başkan yardımcılarından John Maresca, 12 Şubat 1998 tarihinde ABD Kongresinde yaptığı konuşmada şunları söylüyordu: “Başından beri şunu çok açık belirttik ki, Afganistan’dan geçmesini önerdiğimiz boru hattının inşası, yabancı hükümetlerin, kredi şirketlerinin ve bizim şirketimizin güvenini kazanmış ve herkes tarafından tanınan bir hükümet Afganistan’da iş başına geçinceye kadar başlamayacaktır.”
Hepsi bu değil. ABD’nin Afganistan’la savaşı şüphesiz onunla sınırlı kalmayacaktır. Ama bu aynı zamanda CIA’nin yıllardır şeriatçı örgütleri destekleme ve bunları SSCB’ye karşı bir kalkan olarak kullanma politikasının iflâs etmesidir. Amerikan yönetimi de bunun farkındadır. Ve 90’lı yılların ikinci yarısından itibaren bu tür örgütlere karşı bir seferberliğin ideolojik ve propagandif hazırlığı yapılmaktadır. Tıpkı TC devletinin, yıllardır kendi eliyle besleyip büyüttüğü Hizbullah örgütünü artık kontrol dışına çıkmış bir tehdit olarak algılamaya ve onun üzerine yürümeye başlaması gibi, ABD de çeşitli radikal dinci hareketleri ezmeye girişiyor. Ve Afganistan bu açıdan da bir başlangıç ifade ediyor.
Ama sadece bir başlangıç. Savaş Afganistan’la sınırlı kalmayacaktır. Çok yakın bir zamanda kaçınılmaz olarak Irak’a da sıçrayacağı ve en başta İran, Suudi Arabistan ve Filistin olmak üzere Ortadoğu’nun tümünde büyük karışıklıkların ortaya çıkacağı apaçıktır. Dahası Irak’a sıçrayacak bir kıvılcımın Kürt sorununu yeniden gündeme getirmesi ve bunun da Türkiye’yi işin içine sokması güçlü bir olasılıktır. Tüm bölge namlunun ucundadır ve petrol üzerinde bulunan bu coğrafya, kıvılcımlar onun üzerine düşer düşmez alev almaya ve tüm dünya çapında yeni emperyalist paylaşım savaşlarının başlangıcı olmaya adaydır. Her şey, emperyalistler arasındaki güç tokuşturmanın her bir kutup açısından taşıdığı aciliyetin boyutlarına, her birinin kendi gücüne olan güvenine ve rakiplerinin gücünü rasyonel bir değerlendirmesine bağlıdır.
Şurası çok açık ki, emperyalistler arasındaki askeri hesaplaşmalar er ya da geç patlak verecektir. Bugünkü savaşta da, patlak vermesi kaçınılmaz yeni emperyalist paylaşım savaşlarında da, işçi sınıfından başka herhangi bir güç emperyalizmi nihai yenilgiye uğratamaz. Gerek bugün savaşın taraflarından biri olan ABD emperyalizmi, gerekse de yakın bir zamanda daha da belirginleşecek diğer emperyalist kutupların yenilgisi için dünya işçi sınıfının güçlerini seferber etmesi gerekir. ABD’yi (ya da bir başka emperyalist gücü) yenilgiye uğratacak olan, savaş ilân ettiği Afganistan ya da Irak vb. gibi ülkelerin egemen sınıfları değil, dünya işçi sınıfı ve en başta da onun ABD’deki müfrezesidir.
Emperyalist dünya sistemi, doğumundan bugüne dek insanlığı gerek genel gerekse yerel yüzlerce savaşla karşı karşıya bıraktı. Ve işçi sınıfının öncü kesiminin bilmesi gereken en temel gerçek şu ki, kapitalist sistem yerle bir edilinceye dek, insanlık barış yüzü göremeyecek. Dün olduğu gibi bugün de barış sorunu proleter devrim sorunudur. Burjuvazinin barıştan anladığı kendi zaferidir. Proletaryanın barıştan anladığı da bundan başkası olamaz. İşçi sınıfı, burjuvazinin iktidarını bir devrimle yıkıp yerine kendi dünya federasyonunu geçirmediği sürece kalıcı barış hem işçi sınıfı açısından hem de tüm insanlık açısından bir hayal olarak kalacaktır.
İşçi sınıfının önünde, savaştan proleter dünya devrimi için yararlanmaktan, emperyalist savaşı iç savaşa çevirerek, silahları içerideki düşmanına yöneltmekten başka bir seçenek yoktur. Ama yine şurası da çok açık ki, proletarya bu görevi kendiliğinden ve örgütsüz olarak başaramaz. Ona tüm dünya çapında önderlik edecek güçlü bir Enternasyonal olmadığı sürece, çıkması çok muhtemel bir emperyalist paylaşım savaşını engelleyecek bir devrimin zafere ulaştırılması ya da emperyalist bir savaşın iç savaşa çevrilmesi mümkün değildir. Her zaman dediğimiz gibi işçi sınıfı ya örgütlüdür ve her şeydir ya da örgütsüzdür ve hiçbir şey. Görevimiz dün olduğu gibi bugün de tüm güçlerimizi işçi sınıfının uluslararası örgütlülüğünü geliştirme doğrultusunda seferber etmek, savaşın getireceği siyasal ve toplumsal koşullardan bu doğrultuda yararlanmak ve işçi sınıfının öncü kesimini bu temelde harekete geçirmektir.
link: Özgür Doğan, Emperyalist Savaş ve Marksist Tutum, 12 Kasım 2001, https://marksist.net/node/875
Seattle’dan Nice’e Küreselleşme Karşıtı Hareketin Bilançosu
Bir Kitabın Anımsattıkları