Erdoğan’ın tekrar kazandığı Cumhurbaşkanlığı seçiminin ardından, Erdoğan karşıtı burjuva muhalefet cephesinin medyasında tartışmalar aynı minval üzere devam ediyor. Erdoğan rejimi altında ekonomik krizin onca derinleşmesine, hiper enflasyonun kalıcılaşmasına, yoksulluğun ve yoksunluğun emekçi kitleleri canından bezdirmesine, devlet katında yaşanan yolsuzluk haberlerinin ayyuka çıkmasına ve giderek ağırlaşan ve çözümsüz hale gelen göçmen sorununa rağmen, tüm bunların sorumlusu olan “tek adam rejimi” ve onun değişmez lideri Erdoğan nasıl olur da seçmen çoğunluğunun oylarını yeniden kazanır ve iktidarını korur? İşte bugün Erdoğan’a karşı olan burjuva muhalefet cephesi içinde yanıtı aranan temel soru budur! Aslında burjuva muhalefet cephesinin şaşkınlık içinde bu soruyu sormasına şaşmamak gerek! Çünkü onlar, 2016 Temmuzundan sonra da Türkiye’deki rejimin olağan kurallar içinde işleyen “olağan bir burjuva parlamenter rejim” olduğuna inanıyor ve Türkiye siyaset arenasında yaşanan olayları, olağan bir burjuva parlamenter rejim içinde yaşanan olaylar olarak algılıyorlar. Oysa bu rejim olağanüstü bir burjuva rejimdir ve 14 Mayıs 2023 Milletvekili ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri de bu olağanüstü burjuva rejimin (tek adam rejimi) kurguladığı ve planladığı seçim ortamında geçmiştir. Bu seçim ortamı, olağanüstü burjuva rejimin uygulayıcısı olan tek adam iktidarının halk kitlelerini pasifize etmeye yönelik, yalana ve iftiraya dayalı kutuplaştırıcı, korkutucu söylemlerinin etkisi altında geçmiştir. Bu konuda kültürel, kimliksel, ideolojik (dinsel) farklılıkların rejim tarafından bolca istismar edilmesi ve özellikle de milliyetçiliğin kışkırtılması rejimin lehine işleyen bir faktör olmuştur.
Gerçekten de geride bırakılan seçim sürecinde iki burjuva ittifak tarafından da milliyetçilik zehri kitlelere boca edildi. İktidar en azgın yalan ve iftiralarla muhalefeti “gayri milli” ilan ederken, onu “dış düşmanlar”ın uzantısı olan “iç düşman” olarak gösterdi, şoven hissiyatı köpürttü, ülkenin bölüneceğine dair korkuları, Kürtlere ilişkin önyargı ve düşmanlıkları körükledi. Öte yandan, düzen içi muhalefet de, Kürtleri de yanlarına alarak bu milliyetçi iftiralara demokrasi saflarından göğüs germek yerine, iktidarla milliyetçilik yarışına girişti. Göçmenler üzerinden, Araplaşıyoruz söylemleri de eklenerek, yabancı düşmanlığı ve ırkçılık yapmaktan da çekinilmedi. Bu son nokta Sinan Oğan etrafında şekillenen ırkçı milliyetçi ittifakın yegâne programıydı üstelik.
Bu tablo aslında “milliyetçi yükselişe” dair gerçekliğin ne olduğunu açıkça özetliyor. Ama biz yine de şunun altını kalınca çizelim: Türkiye toplumundaki milliyetçilik, daha en başından itibaren, türlü görünüm ve biçimleriyle kitlelerin bağrında, sivil toplum içerisinde doğup gelişen bir milliyetçilik değil; devlet ve devlet partileri tarafından, yukarıdan aşağıya doğru kitlelere boca edilen, kamçılanan bir milliyetçiliktir. Ya da şöyle ifade edelim, çok söylendiği gibi dipten gelen bir dalga şeklinde yükselen değil, tepeden topluma zerk edilen bir milliyetçi histeri söz konusudur. Bunu hiç akıldan çıkartmamak gerekiyor. Zira geçmişte Ermenilere ve Rumlara karşı girişilen “sivil” pogromlar da, günümüzde Kürt mevsimlik işçilerine ya da göçmenlere yönelik linç girişimleri de egemenler tarafından “infiale gelen halkın tepkisi” olarak lanse edilir. Oysa hepsinde de devletin kontr-gerilla unsurları ya da sırtlarını ona dayamış faşist çeteler başroldedir; galeyana gelen kitleler diye bir şey yoktur, devletin yönlendirmesi altındaki faşist örgütlerin kitle tabanı vardır.
Dip dalgası mı, tepeden zerk edilen milliyetçilik mi?
Türkiye toplumunda milliyetçiliğin ne ifade ettiğini ve nasıl farklılıklar barındırdığını anlamak için, öncelikle onun genelde ne olduğuna, Batı dünyasında (Batı Avrupa ve ABD’de) nasıl şekillendiğine ve bu topraklardaki özgün gelişimine bakmamız gerekir.
Yaygın kanının aksine, milliyetçilik ve dayandığı millet (ulus) olgusu, ezelden beri var olan bir şey değildir. Kapitalizmin Batı Avrupa’daki birkaç yüzyıllık evrimsel gelişimine bağlı olarak ortaya çıkmış siyasal olgulardır. Milliyetçilik, nesnel dayanak ve temelini, kapitalist üretim ilişkilerinin yarattığı pazar olgusunda, onun birliğinin, homojenliğinin sağlanması ve dışarıya karşı korunması gereğinde bulur. Batı ülkelerinde burjuvazinin kendi sınıfı içerisinden çıkarttığı ya da hızla kendisine eklemlediği kendi aydınları vardı. Burjuvazinin devrimci bir çizgi izlediği ülkelerde burjuva aydınlar, mevcut monarşik devletin düşmanı durumundaydılar. Batı’da burjuva aydınların şekillendirdiği düşünceler, mutlakiyetçi iktidarlara karşı radikal bir muhalefetin zeminini döşüyor ve sınırları aşarak, kapitalizme doğru adım atan diğer toplumların aydınlarına da etki ediyordu.
Gelelim, tarihsel olarak bir Doğu ülkesi olan ülkemize. Bizde egemen sınıflar ve partileri için milliyetçilik en yaygın, baskın ve adeta hegemon siyasi kimliktir![1] Mehmet Sinan, Türkiye’nin Asyatik-despotik geçmişini, bunun sonuçlarını ve günümüze yansımalarını birkaç başlık altında topladığı yazı dizileriyle analiz etmiştir.[2] Türkiye gibi kapitalistleşme kervanına hayli geç katılmış, hele de Asyatik-despotik bir geçmişe sahip ülkelerde, milliyetçilik, Batı’dan farklı bir gelişim çizgisi izlemiştir. Bu ülkelerde kapitalizm dışarıdan ithal edilen bir olgu olarak gelişmiştir, kendi temelleri üzerinde uzun yıllara yayılan bir evrimsel gelişimin ürünü olarak değil. Üstelik bu gelişim uzun yıllar boyunca ya doğrudan devletin sahibi olduğu işletmeler üzerinden ya da onun sıkı kontrolü altında ve onunla işbirliği yapmak zorunda olan yabancı sermaye veya onun yerli uzantılarının sahibi olduğu işletmeler üzerinden yaşanmıştır. Devletin doğrudan kontrolü dışında kalan bir alan, bir sivil toplum zaten var olmadığından, kapitalizm bu ülkelerde sivil toplumun içinden gelişmiş de değildir. Devletten bağımsız bir gelişim söz konusu olmadığından, ondan bağımsız bir burjuva sınıfı da, bu sınıfın aydınları da söz konusu değildi uzun yıllar boyunca.
Batı’da kapitalizm gelişip Osmanlı askerî rekabet açısından geride kalınca, Osmanlı egemenleri Batılı ülkelere yetişmek üzere onları teknik alanda taklit etme ve onlardan öğrenme yoluna girdiler. Bunun bir parçası da asker-sivil bürokrasinin genç unsurlarının ya da yakınlarının Batı’ya tahsil için gönderilmesiydi. Milliyetçilik bunlardan bazılarının yurtdışında tanışıp benimsediği bir siyasal akım oldu ve Osmanlı bürokrasisi ile entelijansiyasına bu şekilde ithal edildi.[3] Batı’daki gibi toplumsal-iktisadi gelişmenin yansıması olan ve monarşiye muhalif bir sivil siyasi akım olarak şekillenmedi milliyetçilik. Devleti korumanın, onu ayakta tutup modernleştirmenin aracı olarak düşünüldü. Boyunduruk altında tuttuğu halkların başkaldırısı nedeniyle imparatorluğun küçülüp güç kaybetmesi, kaybedilen savaşlar ve topraklar nedeniyle elde kalanı koruma güdüsünü doğurmuş, bu da egemenleri daha da gaddarlaştırmıştı. Osmanlı’nın çöküşü döneminde, devlet katında bir grup asker bürokrat tarafından benimsenmiş olan Türk milliyetçiliği, devleti merkez alan ve devleti yücelten bir milliyetçiliktir. O nedenle, Osmanlı devleti içinde mayalanan bu Türk milliyetçiliği, daha baştan despotik yönleri ağır basan “şoven devletçi” bir milliyetçilik olmuştur.
Osmanlı’nın enkazı üzerinde kurulan TC de bu milliyetçiliği resmi devlet ideolojisinin ana ekseni haline getirdi ve tıpkı Osmanlı’nın yaptığı gibi, onu üstten despotik yöntemlerle topluma empoze etti. Kabullenmeyenler dışlandı, ikinci sınıf vatandaş muamelesi gördüler. Cumhuriyetin kurucusu olan Kemalist devlet, uzun süre bir tek parti diktatörlüğü olarak şekillenmişti. Bu ülkede okumuş pek çok aydın da Kemalist tek parti diktatörlüğünün sonuna değin devleti savunmaya ve devletin “kapıkulu aydını” olmaya devam etmiştir. Yani Türkiye’de milliyetçilik her zaman devletçilikle iç içe idi ve esas olan devlet idi; üstelik devlet henüz modern kapitalist bir devlet haline gelmeden önce bile. Devletten geçinmeli olmayanlar bile, önemli bir çoğunlukla, ruhen onun memuruymuş gibi davrandılar. Eğitim sistemi de Kemalizmin belirleyiciliği altında, zaman zaman ırkçılık boyutuna vardırılan bir milliyetçilikle, devlet tapınmacılığıyla, militarizmle damgalandı. Kaç kuşak bu şekilde tedrisattan geçti. Faşizan bir devlet milliyetçiliği Türk milliyetçiliğine bulanarak, gençlere varlıklarının asli unsuru olarak dayatıldı. Varlıklarını seve seve onun varlığına feda edeceklerine dair her sabah yemin etmeleri beklendi.
Entelijansiya dahi kapıkulu özelliğini çoğunlukla üstünden atamamışken, burjuvazinin çeşitli partilerinin bu devlet milliyetçiliği dışında düşünülmesi mümkün değildir. Türkiye’de siyaset alanını belirleyen tüm burjuva partiler, milliyetçi olmanın da ötesinde, gerçekte devlete tapınırlar ve onun emrine amade olmaya meyillidirler. İktidarından muhalefetine pek çoğu özünde devlet tapınmacı partilerdir. Stalinizmle hesaplaşmayan sosyalist hareketin sayısız bileşeni dâhi Kemalizmle, onun milliyetçiliği (yurtseverlik vb. adlar altında) ve devletçiliğiyle sakatlanmış durumdadırlar. Bilhassa Kürt ulusal kurtuluş mücadelesi üzerine yürüyen tartışmalarda, “bu ülkede şoven Türk milliyetçiliğinin yalnızca faşist MHP ile sınırlı olmadığı, aksine bütün burjuva partilerde (dincisinden muhafazakârına, liberalinden «sosyal demokratına») ve hatta ulusalcı küçük-burjuva «sosyalist» hareketlerin içinde de «yeterli miktarda» var olduğu” çok açık bir biçimde görülmüştür.[4]
Devlet tapınmacı milliyetçiliğin egemenliği
Bugün iktidar bloku her türlü faşist eğilimi bir araya getirmişken, ana muhalefet partisi durumundaki CHP de özünde Kemalist devletçi-milliyetçi bir partidir. Gerek İYİP gibi bir ırkçı şoven milliyetçilikle, gerek Davutoğlu gibi dinci-milliyetçilikle ortak hareket etmekte hiçbir sorun görmeyen bir CHP söz konusudur. Yani çeşitli türleriyle milliyetçilik farklı yoğunluklarda bile olsa yaygın ve köklüdür burjuva partilerinde. Programlarında ve söylemlerinde türlü biçimleriyle milliyetçilik hep başköşededir.
Aşırı sağ, milliyetçiliği uç noktalara taşıyıp, ırkçı ya da dinci bir söylemle kitlelere yansıtıyor. Bu noktada yeni olan ırkçı-Turancı milliyetçiliğin parlaması değildir. MHP ve ondan türeyen partilerin toplam oylarının %20’lere oturması 1990’ların sonlarına uzanıyor.[5] Bu noktada son seçimlere mahsus olmasa da yaklaşık son 8-9 yıla damgasını basan yeni olgu, daha önce etnik milliyetçiliği ayaklar altına aldığını söyleyen Erdoğan ve kadrosunun, etnik milliyetçilik ile din sömürüsünden oluşan Türkçü-İslamcı bir söylemi hem kendi partisinde hem de kurduğu faşist koalisyonunda somutlamasıdır. Geride bıraktığımız seçimlerde her türlü biçimiyle milliyetçiliğin bu denli öne çıkmasının temel nedeni, iktidarın faşist niteliğidir.
İktidarın faşist milliyetçi söyleminin kitlelerde yankı bulabilmesinin yukarıda sıraladığımız tarihsel nedenlerinin yanı sıra güncel/konjonktürel nedenleri de mevcuttur. Bu nedenlerden birincisi ve en önemlisi, Kürt sorunu ve onun çözülmemesinin doğurduğu savaş ortamıdır. Yalnızca körüklenen bölünme korkusu değil, nice ailenin evladını savaşta kaybetmesinin doğurduğu gerici tepki ve savaşın kentlere de yansımasının yarattığı korku iklimi de önemli bir rol oynamaktadır. Kırk yıldır süren bir savaşa rağmen savaş karşıtlığının da bu denli cılız oluşu, Türkiye’de milliyetçi-devletçi ideolojinin gücünün göstergelerinden biridir. İkinci neden olarak, kapitalist krizler ve savaşlar ile bunların ülkeye yansımalarını sayabiliriz. Bunlara ülke dâhilindeki iç karışıklıkları, skandalları, afetleri, siyasi yozlaşmayı vb. de ekleyelim. Toplum bir korku tüneline sokulduğunda milliyetçiliğe, dine ve devlete sığınma eğilimi artıyor. Yaşanan felâketler, kitleleri, felâketlerle başa çıkamayan devleti sorgulamaya değil de, onun etrafında toplanmaya sevk edebiliyor: Bayrak etrafında toplanma! Üçüncüsü, iktidarın yeni-Osmanlıcılık kodlu emperyal propagandasıyla, Türkiye’nin bir dünya gücü haline gelmekte olduğu demagojisiyle ulusal gururun kışkırtılmasıdır. Emperyal kumarlardan, savaş ve işgallerden elde edilecek ganimetten herkesin payına bir şeyler düşeceği yalanı hayli etkilidir. İHA/SİHA yapımı, TGC Anadolu gemisinin inşası, TOGG’un imal edilebilmiş olması ve yerli savaş uçağı ve tankının da yakında gerçekleşeceği vaatleri ulusal gururu körüklemek için tepe tepe kullanılıyor.
Sonuçta iktidarın halen kitleler nezdinde yeterli bir destek bulabiliyor oluşunun temelinde, toplumun sınıf dışı kimlikler üzerinden yapay bir şekilde kutuplaştırılması gerçeği yatmaktadır. Kışkırtılmış şoven bir devlet tapınmacı milliyetçilikle ve dini duyguları en insafsız şekilde suiistimal ederek faşizm iktidara tutunmaya çalışıyor. Bu politikayı hayata geçirebilecek aygıtlara da (koca devlet aygıtı, medya, diyanet ve tarikatlar) fazlasıyla sahiptir. Ama ilanihaye üstünü örtmeyi beceremeyeceği bir gerçek vardır ki, o da toplumun sınıflar temelinde iki karşıt kampa bölünmüş oluşudur. Rejime karşı mücadeleyi kültürel-etnik-dini-cinsel vb. kimlikler üzerinden bir mücadele olarak tasarlayan, muğlak bir sağ-sol kamplaşması olarak ya da modernlik-gericilik veya laiklik-dincilik vb. şeklinde değerlendirenler, istemeden de olsa iktidarın ekmeğine yağ sürmektedirler. Kuşkusuz her kesim rejime karşı kendi bildiği yoldan mücadele edecektir. Ama komünistlerin çizgisi bellidir: Biz, emekçilerin birliğinin ancak “sınıfa karşı sınıf” çizgisiyle sağlanabileceğini biliyoruz. Hakiki mücadele hattı budur. Yapılması gereken bellidir: Sandığa endekslenmeden, bir sonraki seçim sürecini beklemeden, toplumsal mücadeleyi ana eksenine, yani işçi sınıfı temeline oturtarak, gün be gün, işyeri işyeri, mahalle mahalle, sendika sendika yükseltmek, bu temelde bir emek cephesi inşa etmek!
[1] Murat Belge, güzel bir benzetmeyle, “Türkiye’nin ideolojiler sofrasında, milliyetçilik ana yemektir, onun dışında kalan bütün ideolojiler ise garnitür. Liberalizm bile Türkiye’de bu kuralın dışına pek çıkmaz.” derken haklıdır.
[2] Modernleşen Despotizmin Sivilleşme Sancısı, Ekim 2005, marksist.net/node/1097
Paşalar Cumhuriyetinden Burjuva Cumhuriyetine TC’nin Sivilleşme Sancısı, Temmuz 2007, marksist.net/node/1616
Statükoculuk, Liberalizm ve Türk Tipi Burjuva Demokrasisi Üzerine Notlar, Mayıs 2009, marksist.net/node/2136
Ulus-Devletten Emperyalistleşen Ulus-Devlete ve AKP, Kasım 2012, marksist.net/node/3143
[3] Ticaret ve imalatla uğraşan gayrimüslimler için farklı dinamikler de söz konusu olmasına rağmen onlar için de esas kaynak Avrupa idi.
[4] Mehmet Sinan, Ulus-Devletten Emperyalistleşen Ulus-Devlete ve AKP, Kasım 2012, marksist.net/node/3143
[5] MHP ya da ondan türeyen partilerin toplamının, 90’lı yıllara kadar %4-7 arasında bir oy desteği bulduğunu; ama bu siyasal desteğin 90’larda tırmanışa geçtiğini görüyoruz. MHP, 1995 seçimlerinde %8 ve ardından 1999’da %18’e yakın bir oy aldı. O zamandan beri MHP ana damarından türeyen partilerin toplam oyu %20 bandına oturmuş durumdaydı ki son seçimde de bu toplam %23’tür.
link: Oktay Baran, Tepeden Kışkırtılan Milliyetçilik, 1 Temmuz 2023, https://marksist.net/node/8007
Kürt Kentlerinde Cezasız Bırakılan Çocuk Cinayetleri
Sivas Katliamının 30. Yılı: Bu Hesap Divana Kalmayacak!