Kapitalist sistemin tarihsel krizi toplumsal yaşamın tüm alanlarında giderek artan sayıdaki görünümleriyle kendisini dışa vuruyor. Normal kapitalist büyüme dönemlerinde, ya hiç gündeme gelmeyen ya da gelse bile toplumun çoğunluğu tarafından önemsiz ve marjinal addedilen olgular, böylesi kriz dönemlerinde öne çıkabiliyor, olağanlaşıyor. Böylesi büyük ve derin kriz dönemleri toplumsal-siyasal-iktisadi alanda olağan ile olağanüstü olanın yer değiştirdiği, birinin diğerine dönüştüğü bir durumu temsil ediyor. 2000’li yılların öncesinden başlayıp bugüne ulaşan süreçte, belli başlı Avrupa ülkelerinde gözlemlenen ırkçı ve faşist yükseliş bu durumun bir göstergesidir. Almanya’da uç verip ardından, İngiltere, Fransa, Avusturya, Hollanda gibi emperyalist ülkelere yayılan ve yine Yunanistan, Danimarka gibi ülkelere de bulaşan ırkçılık ve faşizm virüsü, öyle görünüyor ki son olarak İsviçre’yi de etkisi altına almış durumda.
İsviçre’de başını ırkçı Halk Partisinin çektiği faşist gruplar, camilere yeni minare inşasının yasaklanması için referandum yapılması amacıyla yeterli imzayı toplamış ve ardından yapılan referandumda, katılımcıların yüzde 57’si yasak lehine oy kullanmıştı. Sözkonusu referandum kampanyası sırasında İslama dönük karalama kampanyaları ifrat boyutuna varmış, Müslümanlara ve kurumlarına dönük ırkçı saldırılar tırmanmış ve mezarlıklar bile saldırıya maruz kalmıştı. Çoğunluğu dağılan Yugoslavya’dan gelen 400 bin Müslüman da dâhil olmak üzere toplam 7 milyon nüfuslu bu küçük ülkede yaşanan faşist ve ırkçı yükseliş ve getirilen yasaklamalar, Türkiye’de de tartışma konusu oldu.
Faşizm, ırkçılık ve İslamofobiye karşı mücadele
İsviçre Anayasasına göre, yeterli sayıda imza toplanması koşuluyla her konu halk oylamasına götürülebiliyor. Referandumda kabul edilmesi durumunda da karar, Anayasa hükmü olarak uygulamaya sokuluyor. Minare yasağı hususunda referandumla alınan karar da bu statüdedir. Sırada, suç işleyen Müslümanların tüm ailesiyle birlikte sınırdışı edilmesine dönük düzenlemeleri içeren bir referandum kampanyasının olduğu söyleniyor. Bu tür uygulamaları adlandırmanın en hafif ve aslında tek boyutlu ifadesidir İslamofobi. Gerçekte bu tür uygulamalar, düpedüz ırkçı ve faşist uygulamalardır. Bunun pratik kanıtlarından biri de faşistlerin hedefinde yalnızca Müslümanların olmamasıdır. Minare yasağından sonra, İsviçreli faşistler şimdi de İsviçre’de çalışan AB kökenli işçilere savaş açmış durumdalar. Faşist partinin bastırmasıyla, serbest dolaşım anlaşması İsviçre meclisinde tekrar ele alınarak gözden geçirilecek. Ayrıca faşistler yabancılara kontenjan uygulamasının yürürlüğe sokulmasını istiyorlar. Sosyal-demokratlar ise son dönemde ülkeye gelen yabancı işçi sayısının düşme eğiliminde olduğunu belirterek kontenjan uygulamasının “gereksiz” olduğunu söylüyorlar ve aslında böylelikle bir gün “gerekli” olabileceğini düşündüklerini de itiraf etmiş oluyorlar.
Bu uygulamalar hiç kuşkusuz ki Marksistler tarafından şiddetle eleştirilmek zorundadır. Marksistler insanların dini inanışlarına, bu inanışları doğrultusundaki ibadetlerine, yaşam tarzına, giyim kuşamına vb. yasaklarla, baskılarla, ayrımcı politikalarla sınırlamalar getirilmesine karşıdır. Aynı şekilde bir kimsenin dini inancı gereğince başkalarının sahip olduğu haklardan mahrum edilmesi ya da daha farklı haklara sahip olmasının adı düpedüz ayrımcılıktır ve mâhkum edilmelidir. Bir başkasının yaşam hakkı başta olmak üzere demokratik haklarını çiğnemediği sürece, herkes ibadetlerini dilediği gibi yerine getirme hakkına sahip olmalıdır. Aynı şekilde hiç kimse bir dine inanmaya zorlanamayacağı gibi dinsizlik propagandası yapmanın önüne de hiçbir engel konulmamalıdır. Bu nedenle Marksistler devletin tüm dini inanışlara eşit mesafede olmasını, devletin kişilerin dini inanışları ya da inançsızlıkları karşısında nötr olması gerektiğini savunurlar. Laik bir devletin resmi din kurumları, resmi din eğitim merkezleri vb. olamaz. Bu noktada din, devlet işlerine ilişkin bir konu değil, tümüyle kişilerin ve cemaatlerin inisiyatifine bırakılması gereken bir konudur.
Sözkonusu olan şey, hele de belli bir dini inanışa sahip kesimin toplumun bir azınlığından, göçmenlerden vb. oluşması durumunda çok daha hassas bir boyut kazanmaktadır. Çünkü bu durumda sorun basit bir dini özgürlükler ve laiklik savunusu olmanın ötesine geçerek, her şeyden önce azınlıklar sorunu, ulusal sorun gibi boyutlar da kazanmaktadır. Kimi durumlarda dini farklılık olgusu ulusal sorunun üstünü örten bir görüngü halini almaktadır (örneğin son dönemde öne çıkan Çin’deki Doğu Türkistan sorununda durum budur). Etnik farklılıktan çok daha ayrıştırıcı, çok daha katılaşmış ve çok daha zor eritilebilecek bir faktör olarak dini farklılıklar, baskılar ve ayrımcılık konusunda Marksistlerin son derece duyarlı olmaları şarttır. Bu noktada dini azınlıklara uygulanan ayrımcı, dışlayıcı, küçümseyici, yasakçı, aşağılayıcı vb. tüm uygulamalara karşı her daim uyanık olmak, bu ayrımcılığa karşı sistematik bir mücadele yürütmek devrimci siyasal mücadelenin görevleri arasındadır. Bu konuda üzerine düşen görevleri hassasiyetle yerine getirmeyen bir devrimci hareketin, halklar arasındaki kardeşliği ve proletarya enternasyonalizmini savunmasının özellikle ezilen azınlık ya da ulusun emekçi kitleleri nezdinde pek bir inandırıcılığı kalmayacaktır. Bu da demek oluyor ki, Avrupa’daki sosyalistlerin önünde İslamofobiye karşı sistematik bir mücadele görevi duruyor.
Yükselen ırkçılığa ve İslamofobiye karşı mücadele görevi aslında faşizme karşı mücadele görevinin bir parçasıdır. Ne var ki, bilhassa Avrupa solunda, faşizm tehlikesini küçümseyen, onu geçmişin karanlığında kalmış ve bir daha yaşanmayacak bir kâbus olarak görenlerin sayısı hiç de az değil ve üstelik böyleleri kendilerine Marksist sıfatını da yakıştırabiliyorlar. Onlara kalırsa faşizm, esas olarak küçük-burjuvazinin çılgınlığıdır ve Avrupa’da bugün küçük-burjuvazi eridiğinden faşizm tehlikesi de yoktur! Faşizmi Alman ve İtalyan örnekleri üzerinden dondurarak ele alan bu yaklaşımların bilimsel bir değeri yoktur. Faşizm tekelci sermayenin açık ve kanlı diktatörlüğü, teröre dayalı karşı-devrimci saldırısı demektir ve bu şekliyle 1930’lardan sonra dünyanın çeşitli ülkelerinde işçi sınıfına kan kusturmak üzere defalarca vücut bulmuştur. Avrupa’nın son elli yıldır barış dönemi yaşıyor olması, birçoklarını savaş ve faşizm tehdidi konusunda tehlikeli bir iyimserliğe sürüklemektedir. Aslında bu bakış açısı tam da orta sınıfa has bir rehavetin ifadesidir. Unutmayalım ki, medeniyetin doruğu olarak görülen Avrupa, insanlık tarihinin gördüğü en acımasız katliamlara, en kanlı savaşlara ve soykırımlara da ev sahipliği yapmıştır. Ve bunlar Ortaçağda değil 20. yüzyıl içerisinde olmuştur. On yıl önce Avrupa’nın göbeğinde, Balkanlar’da yaşanan kan banyosu bu açıdan yeterince uyarıcı idi. Bugün de bu karşı-devrim tehlikesi giderek artıyor, bundan kimsenin kuşkusu olmasın. Emperyalist tekelci sermaye bir kez faşizmin iktidarına tam olarak karar verdiğinde faşist katliamlara girişecek haydutlar sürüsünü bulmakta zorluk çekmeyecektir. Bunun için, hem sefalete sürüklenen küçük-burjuvaların ya da zihnen küçük-burjuvalaşmış kimi vasıflı işçi kesimlerinin içinden, hem de lümpen proletarya ve vasıfsız işsiz yığınları olmak üzere işçi sınıfının en bilinçsiz ve en örgütsüz kesimleri içinden bu unsurları devşirecektir.
II. Enternasyonalcilik, Stalinizm, Kemalizm
Sosyalist hareketin önemlice bir bölümü yalnızca dünyada değil Türkiye’de de minare yasağı konusundaki gelişmeleri manidar bir suskunluk ve vurdumduymazlıkla geçiştirmiştir. Hiç kuşkusuz bu tutumun altında, Troçkist olduğu iddiasındakiler de dahil olmak üzere sosyalist hareketin büyük bölümünün II. Enternasyonal ve Stalinizmin ideolojik etkilerinden arınmamış oluşu yatıyor. Buna Türkiye’de sol hareketin geneline damgasını vuran Kemalizm ve burjuva aydınlanmacılığını da eklemek gerekiyor. Türkiye’de sol hareketin geniş bir bölümü, yıllardır, modernleşme, çağdaşlaşma, aydınlanma adına Kemalizmin değirmenine su taşımış, dahası ideolojik cephaneliğinin önemlice bir kısmını Kemalist paradigmadan edinmiştir. Sol hareketin, dine, dinsel baskı ve ayrımcılık politikalarına, İslami harekete ve hatta dini inanışı güçlü kesimlere yaklaşımını belirleyen temel paradigma hep Kemalizm olagelmiştir. Türkiye sol hareketindeki ortalama bir devrimcinin bu konudaki görüş ve önyargıları ile Kemalist bir bürokratınkilerin ya da diyelim ki bir CHP’linin bakış açısı arasında maalesef köklü bir fark bulunmamaktadır.
Avrupa’daki sosyalist çevrelerin de bu konuda son derece yanlış bir çizgiye kaymaya başladığına işaret edelim. SSCB’nin yıkılışıyla yaşanan ideolojik bunalım sosyalist hareketin bütününde muazzam bir kafa karışıklığını ve temel konularda bile Marksizmin ilkelerinin kaldırılıp bir tarafa atılmasını beraberinde getirmiştir. Avrupa’daki feminist ve çevreci harekete baktığımızda da aynı olguyla karşılaşıyoruz. Bu tip çevrelerin bir bölümü, modern ve çağdaş yaşam değerleri ve kadın hakları adına, Müslümanlara dönük yasakçı, baskıcı ve ayrımcı politikaları kerhen ya da açıkça destekleyebiliyorlar. Kadınları baskı altına alıyor ve köleleştiriyor argümanıyla Fransa’daki kimi sosyalist çevrelerin liselerde türban yasağını desteklemesi Marksizmin ilkeleriyle bağdaşmaz. Ama bu bir istisna olmadı, İsviçre’deki son referandum öncesinde, ayrımcı politikalara içsel olan İslamofobiyi eleştirenlere karşı kimi çevreler İslamofaşizm (İslam faşizmi) tehlikesine çubuk bükmekte beis görmediler.
“Farklılıkları bir arada yaşatabilme zorluğu” mu?
Kimi demokrat ya da solcu geçinen aydın-akademisyen çevreler, “kültür”, “kimlik”, “farklılık”, “öteki” gibi moda sosyolojik kavramlara atıfta bulunmakla yetinen sığ açıklamaların ötesine geçemiyorlar. Bu farklı çevrelerin tümü de yaşanan gelişmeleri genel bütünle ilişkilendirmiyor ve bu bütünü kapitalist üretim ilişkilerinin zorunlu sonucu olan uzlaşmaz sınıf mücadelesi, emperyalist savaş ve kriz konjonktürü çerçevesinde ele almıyorlar. Sınıfsal tabiatları dikkate alındığında, bu tür çevrelerden böylesi bir değerlendirmeyi beklemek zaten beyhudedir. Onların misyonu yaşanan gelişmeleri bu çerçevede ele alıp teşhir etmek değil, bu pisliğin kapitalist bataklıktan türediği gerçeğini emekçi kitlelerden usturuplu biçimde gizlemektir.
Bu indirgemeci sosyolojik yaklaşımlar, içinde yaşadığımız dünyanın sınıfsal ilişkilerinin tümüyle üstünden atlıyor. Kimileri bu noktada Batı burjuva demokrasilerinin asıl üstün yanının, “öteki”yle ilişki kurma becerisinde yattığını söyleyip Batı hayranlığıyla gerçekleri çarpıtıyor. Buna karşı çıkarak Batı kapitalizminin de bu hususta çok başarılı örnekler sergilemediğini haklı olarak vurgulayanlar ise, kültürel ya da kimliksel farklılıkları “kavgasız bir arada yaşatmak insanlık için her zaman zorlu bir sınav olmuştur” yaklaşımıyla tarih üstü genellemelere varabiliyorlar. Oysa bu sınıflar ve tarih üstü genelleme doğru değildir.
Birincisi, “farklılıkların” bir araya gelmesinden ve etkileşim içerisine girmesinden zaten ancak kapitalizmle birlikte bahsedebiliriz. Kapitalizmin gelişimiyle birlikte, kapitalizm öncesi dönemin içe kapalı kırsal toplulukları giderek artan ölçüde yalıtılmışlıklarını kırmış ve birbirleriyle etkileşim içerisine girmişlerdir. İnsanlık açısından ortak bir kültür yaratmaya dönük önemli bir atılımdır bu. Ne var ki bu sürece, kapitalist çıkar ilişkilerinin damgasını vurması, süreci daha baştan sakatlamıştır. Etkileşim içerisine giren topluluklar arasındaki ilişkilerin meta ilişkisine dayanması, yani çıkar, kâr ve üstünlük sağlama amacına dayanması sürekli bir çatışma anlamına da gelmiştir.
İkincisi, ancak kapitalizmle birlikte, ulus-devlet denen olgu ortaya çıkmış ve bu süreçte etnik, kültürel, dini ya da dilsel öğelerden biri ya da birkaçına vurgu yapılarak ulus denen siyasi yapılanma yukarıdan aşağıya inşa edilmiştir. Bu inşa sürecinde bir yandan ortaklıklara vurgu yapılarak vatan denilen sınırlar içindeki farklılıklar zorla asimilasyona tâbi tutulmuş, öbür yandan da yine ortak kimliği vurgulamak adına diğer uluslardan farklılık ve üstünlük öne çıkarılmıştır. Bu süreçte üretilen milliyetçilik ideolojisi, etnik kimlikler arasında giderek artan gerilimleri, çatışmaları ve önyargıları da azdırarak insanlığın başına belâ olmuştur. Demek ki ulusal önyargı ve ihtilâflar kapitalizmin ürünüdür ve kapitalizm ortadan kalkmadıkça da varlığını sürdürecektir.
Irkçılığın sebebi “farklılıklar” değildir
Bu bağlamda ileri sürülen, burjuva demokratik standartların ancak İkinci Dünya Savaşı sonrasında farklılıklar savaşla asgariye indirildikten, toplumlar azami ölçüde türdeşleştikten sonra mümkün olduğu düşüncesi de doğru değildir.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’da ne farklılıklar asgariye inmiş ne de toplumlar azami ölçüde türdeşleşmiştir. Gerçek bunun tersidir. 90’lı yıllara kadar Avrupa’da ırkçı ayrımcı yaklaşımların pek yaygın olmamasının nedenlerini farklı bir yerde aramak gerekir. Savaşla birlikte ve savaştan sonra faşizme karşı emekçi kitlelerin bağrında gelişen muazzam tepki, ırkçı, ayrımcı, dışlayıcı düşüncelere karşı uzun zaman etkili olan bir panzehir olmuştur. Öte yandan Soğuk Savaş döneminde emekçi kitleler “dış tehdit” ile yeterince ürkütülüp sindirilebilirken, Avrupa burjuvazisi, toplum içerisinde gerilimi ve çatışmayı arttıracak ırkçı propagandaya ihtiyaç duymamış ve bunu riskli bulmuştur. Ama kuşkusuz ki en önemli faktör, 50’li yılların başlarından 70’li yıllara kadar süren kapitalist büyümedir. Ekonominin hızla büyüdüğü bu dönemde, yabancı işgücüne muhtaç olan Avrupa burjuvazisinin ırkçı, ayrımcı politikalar izlemesi, bindiği dalı kesmesi anlamına gelirdi.
70’li yıllarla birlikte içine girilen uzun yavaşlama döneminde işler tersine dönmeye başlamış ve SSCB’nin yıkılışıyla birlikte önemli bir dönemeç noktasına gelinmiştir. Her şeyden önce işçi hareketi içerisinde muazzam bir ideolojik bunalım ortaya çıkmış, geleneksel işçi örgütleri zayıflamaya başlamış, devrimci güçler muazzam bir kan kaybına uğrayıp ideolojik ve örgütsel bunalıma sürüklenmiş, geçmişin militan ve anti-faşist gelenekleri silinmeye yüz tutmuştur. SSCB’nin çöküşüyle birlikte tehdit algılamasında da değişimler yaşanmış ve burjuvazi yeni arayışlar içerisine girmiştir. Diğer taraftan da ekonominin önce yerlerde sürünen büyümeleri bile zar zor yakalaması, ardından da uzun süren ve gittikçe derinleşen krizler, muazzam ölçüde artan işsizlik ve toplumsal hoşnutsuzluğa emperyalist savaş koşullarını da eklediğimizde burjuvazi açısından faşizm silahını yeniden yağlamanın zamanı gelmiştir. 90’lı yıllardan beri Avrupa’da yükselen ırkçılık ve faşizmin nesnel zemini, demek ki, Avrupa’nın türdeşliğinin bozulması vb. gibi saçmalıklar değil, emperyalist savaş ve kapitalizmin tarihsel kriz konjonktürüdür. Bu bağlam bilince çıkartılmadığı sürece, içinden geçtiğimiz dönemde yaşanan hiçbir gelişmeyi doğru kavramak ve doğru öngörülerde bulunmak mümkün olmayacaktır.
Batı dünyası, Hıristiyanlık ve “Medeniyetler Çatışması”
SSCB’nin yıkılışından sonra Marksizmin uzun bir dönem boyunca itibar kaybetmesi ve buna paralel olarak da hem örgütlü işçi hareketinin hem de devrimci komünist hareketin gerilemesi, her türlü gerici, sağcı, muhafazakâr, ırkçı ve faşist düşüncenin engelsizce gelişimine yol açtı. İşçi sınıfının öldüğü propagandasının yapıldığı ve bu iddianın epey bir kabul gördüğü bir ideolojik ortamda, gerek toplumsal olayların kavranışında gerekse de politikada, sınıf dışı kimliklerin, kültürel farklılıkların vb. öne çıkartıldığı bir söylem geliştirildi. Sözkonusu dönemin aynı zamanda iktisadi kriz ve artan emperyalist hegemonya kavgasıyla örtüşmesi de bu gelişmeyi fazlasıyla körükledi. Ne de olsa, sınıflar üstü kimliksel farklılıklar ya da kültürel farklılıklar, toplumsal yaşam içerisinde son derece kolayca görünebilir farklılıklardır. Devrimci hareketin verili güçsüzlüğü ve burjuva ideolojik propaganda araçlarının muazzam etkisi düşünüldüğünde, bu farklılıkların kaçınılmaz olarak çatışmaya yol açacağı düşüncesi, kitleler nezdinde rahatlıkla inandırıcı kılınabilir ve emperyalist savaşların bir gerekçesi haline getirilebilirdi. Bu ayrımların altını çizmeye yarayacak bir dizi provokasyonla yeni tehditler yaratarak kitleleri terörize etmek ve onların kapitalizme karşı biriken öfkesini yanlış kanallara akıtmak hiç de zor değildi. 90’lı yılların ortalarından itibaren “Medeniyetler Çatışması” safsatasıyla kitlelere yutturulan ve şimdilik İslam düşmanlığında somutlanan yaklaşım budur.
1930’ların başlarında Alman proletaryasının en lümpen kesimlerinin ve konum ve ayrıcalıklarını kaybeden küçük-burjuvazinin biriken öfkesi Hitler faşizmi aracılığıyla nasıl Yahudilere karşı yöneltildiyse, bugün de aynı oyunun, tüm sağcı burjuva politikacılar eliyle Müslümanlara karşı tezgâhlandığı açıktır. Devrimci hareketin dipte seyrettiği, emperyalist savaş ve kriz döneminin hükmünü icra ettiği günümüzde, sağcı iktidarlar (ki özde solcu geçinen sosyal-demokratların da bunlardan çok bir farkları yoktur) giderek artan ölçüde ırkçı, ayrımcı ve İslam düşmanı bir söylemi yükseltiyorlar. Örgütsüz ve önderliksiz kalan emekçi yığınlar içerisinde ırkçı eğilimler artıyorsa, bunun yegâne sorumlusu kapitalist düzen, onun yılmaz savunucusu olan burjuva politikacılar ve burjuva medyadır.
Bugün Avrupa’daki neredeyse tüm iktidarlar, ki aralarında sosyal-demokratlar da vardır, Hıristiyanlık değerlerine işaret ediyorlar. Dini sembollerin kamu alanında işi yok diyenlere, Berlusconi, sekiz Avrupa ülkesinin bayrağında haç olduğunu hatırlatıyor. Türkiye’nin AB üyeliğine kabul edilmesine karşı çıkanlar, onun İslami kimliğini öne çıkarıyorlar. AB’nin yeni başkanının, Almanya ve Fransa başbakanlarının pozisyonu da budur. AB’nin yeni başkanı ve eski Belçika başbakanı Herman Van Rompuy Avrupa Konseyi’nin toplantısında şunları söylemişti: “AB’nin Türkiye’nin içine alacak şekilde genişlemesi geçmişteki gibi herhangi bir genişleme değildir. Avrupa’da geçerli olan evrensel değerler, ki bunlar aynı zamanda Hıristiyanlığın temel değerleridir, Türkiye gibi büyük bir İslam ülkesinin girişiyle birlikte etkinliğini, diriliğini kaybedecektir.”
Hıristiyanlık öne çıkartılan bir siyasal değer ve temel bir referans kaynağı haline getirildiğinde, burjuvazi eliyle yükseltilen ırkçı ve İslam karşıtı propaganda, kaçınılmaz olarak tersini de yaratıp güçlendiriyor. Gerek İslam âleminde gerekse de Avrupa’daki Müslümanlar arasında İslam giderek bir dini inanç sisteminin ötesine geçerek, tepkisellik temelinde gelişen bir siyasal hareket biçimini almış, dini kimlikten öte bir siyasal kimlik haline gelmiştir. Böylelikle birbirini besleyen ve bir diğerinden beslenen bir ayrışma ve kutuplaşma yaşanmaktadır ki, bu durum “Medeniyetler Çatışması” safsatasının kitleler gözünde giderek daha inandırıcı hale gelmesine yol açıyor: “Bunun inandırıcılığını pekiştirmek için de sıradan halkta zaten pasif biçimde varolan bazı önyargılar tahrik edilerek kolay hedefler yaratılmaktadır. Bu uğurda akla gelebilecek insana özgü her türlü kötülük göçmenlere adeta doğuştan gelme özellikler olarak yakıştırılmakta ve bu kesimler şeytanlaştırılmaktadır. Zaten içinde bulundukları koyu sefalet nedeniyle suça eğilimli hale getirilen göçmenler, bir yandan sistematik polis tacizleriyle, faşist saldırılarla, yasal düzenlemelerle, ırkçı yayınlar ve filmlerle, gözle görülür-görülmez binbir türlü aşağılama biçimiyle kışkırtılmaktadır.” (Levent Toprak, Medeniyetler Çatışması mı Emperyalist Saldırganlık mı?, MT, no: 12) Sınıf çatışmasının yerine din çatışmasını, sınıfsal kimlik yerine dinsel-kültürel kimliği geçiren bu anlayışa karşı uzlaşmaz bir mücadele yürütülüp bu faşist ideoloji etkisizleştirilmedikçe, kapitalizmin insanlığın başına yepyeni belâlar açacağı muhakkaktır.
Sağcı demagojiye geçit yok!
Türkiye’de sağcı, milliyetçi ve dinci çevreler, Batı’ya, AB’ye, demokratik süreçlere vb. dönük nefretlerini İsviçre’de yaşanan bu gelişme vesileyle bir kez daha dışa vurdular. Hıristiyan dünyasının İslama dönük Haçlı Seferinden, İslamın tüm dinlerden üstün oluşundan, “Medeniyetler Çatışması”ndan vb. dem vurdular. Batı dünyasını bir bütün olarak ırkçı olmakla, Türk ve Müslüman düşmanlığıyla suçlayıp, İslamın egemen olduğu coğrafyalarda yüzyıllardır diğer dinlere büyük bir hoşgörüyle yaklaşıldığı yalanını tekrarladılar. Oysa Türkiye’de de Rumlara, Ermenilere, Yahudilere, Kürtlere ve Alevilere dönük bu tür uygulamaların gerek geçmişte gerekse de günümüzde sayısız örneği mevcuttur. Dolayısıyla bu tür uygulamalar Türklere ve Müslümanlara yapıldığında bunu ayrımcılık, ırkçılık gibi sıfatlarla adlandırmak, bizzat TC tarafından yapıldığında ise tam bir inkâr ya da mazur gösterme tutumu benimsemek ikiyüzlülüğün daniskasıdır.
Enternasyonalist komünistler, bu tür uygulamalar karşısında ilkeli bir mücadele yürüten, sonuna kadar tutarlı demokratlardır aynı zamanda. Bizler her türlü dinsel, etnik, ırksal ve cinsel ayrımcılığa karşı mücadele ederiz. Günümüzde, gerek ulusal gerek bölgesel gerekse de uluslararası gelişmeler, komünist hareketin dine, laiklik ve inanç özgürlüğü sorununa ilişkin doğru tutumlar sergilemesinin önemini kat be kat arttırmıştır. Böylesi bir tutumu ortaya koyabilmek ve bunu emekçi kitlelere mücadele içinde kavratabilmek içinse, her şeyden önce sosyalist hareketin kendisini milliyetçilikten ve Kemalist laiklik anlayışından özenle arındırması gerekiyor. Lenin’in 1921’de yaptığı şu uyarı önemlidir: “Herhangi bir milliyetin bizim halka dinî inançlarından dolayı baskı yaptığımızı düşünmesine ve düşmanlarımızın böyle söylemesine zemin hazırlayacak her türlü davranıştan kesinlikle kaçının.”
link: Oktay Baran, Minare Yasağı, İslamofobi ve Görevlerimiz, 1 Ocak 2010, https://marksist.net/node/2360
Kopenhag İklim Zirvesi Fiyaskosu
Yolumuz Güneşe Gidiyor