Dünya Ekonomik Forumunun (DEF) bu yıl 50’ncisi düzenlenen Davos zirvesinde 117 ülkeden üç binden fazla kişi bir araya geldi. Dünya burjuvazisinin çeşitli alanlardaki en önemli figür ve temsilcilerinden oluşan bu işadamları-siyasetçiler-akademisyenler topluluğu, “Uyumlu ve Sürdürülebilir Bir Dünyada Paydaşlar” teması ekseninde kapitalizmin nasıl sürdürülebileceği hususunda görüş alışverişinde bulundular. Tartışılan konu başlıkları şunlar: “Daha adil ekonomiler”, “hayırlı teknoloji”, “gezegeni nasıl korumalı”, “toplum ve çalışmanın geleceği”, “jeopolitiğin ötesi”, “sağlıklı bir gelecek”, “daha iyi bir iş dünyası”. Tüm tartışmalara damgasını basan şeyin ise kapitalizmin geleceği açısından genel bir karamsarlık olduğunu söylemek mümkündür.
Nasıl olmasınlar ki? Kapitalist dünya ekonomisi milenyum dönemecinden itibaren debelenmektedir. Alabildiğine düşen büyüme oranları durgunlukla kriz arasında gidip geliyor, on trilyonlarca dolar ve avro basılıp finans tekellerinin kasalarına aktarılmasına rağmen arzu edilen düzeyde bir canlanma bir türlü sağlanamıyor. Bilhassa neoliberal saldırılarla sömürü zaten alabildiğine artmış durumda olduğundan sömürü oranlarını daha da yukarı çekebilecek cephanelikleri de giderek tükenmektedir; düşen kâr oranları ve ekonominin güçlü bir canlanma yaşayacağı beklentisinin olmayışı nedeniyle yeni teknolojiler de kitlesel bir şekilde uygulamaya sokulamamakta ve tüm bunların sonucu olarak arzu ettikleri “verimlilik artışı”nı bir türlü sağlayamamaktadırlar. Ama düşen kâr oranları nedeniyle yeni yatırımlar çoğunlukla askıya alınmışken, gerek büyük şirketlerin finans spekülasyonlarına ağırlık vermesi gerekse de Merkez Bankalarının bastığı trilyonların oralara akması nedeniyle borsalar patlama noktasına daha da yaklaşan bir balon gibi kesintisiz bir şekilde yükseliyorlar. Öte kutupta milyarlarca emekçi yaşam kavgası veriyor ve kapitalizmin yarattığı sefalete karşı ayağa kalkıyor; el yordamıyla ve içgüdüsel olarak kapitalizmi sorgulamaya başlıyor.
Gerçek kutuplaşma
İngiliz “yardım kuruluşu” Oxfam’ın, Davos zirvesinden hemen önce yayınladığı rapora göre, dünyadaki 2153 dolar milyarderinin toplam serveti, 4,6 milyar insanın sahip olduğu toplam varlığa eşittir. Nüfus dilimleri açısından bakıldığında daha da vahim bir eşitsizlik ortaya çıkmaktadır. İnsanlığın %1’lik en zengin kesimi, geri kalan %99’un tüm varlıklarının 2 katına eşit bir servete el koymuş durumdadır!
Her yıl yayınlanan bu raporlarda görülen manzara, oran olarak insanlığın alabildiğine küçük olan ve giderek de azalan bir kesiminin, tüm zenginliğin daha büyük bir bölümüne el koyduğudur. Yani, küçücük bir azınlığın elinde servet birikirken, karşıt uçta devasa çoğunluk yoksulluk ve hatta sefalet koşullarında yaşamaya mahkûm edilmiştir. Kapitalizm işte budur ve Marx’ın bu doğrultudaki analiz ve öngörüsü harfi harfine doğrulanmaktadır: “Bir kutuptaki zenginlik birikimi, aynı zamanda, öteki kutuptaki, yani kendi emeğinin ürününü sermaye olarak üreten sınıfın yer aldığı karşı kutuptaki sefalet, acı, kölelik, cehalet, vahşileşme ve manevi bozulmanın birikimidir.”[1] Üretici güçlerin gelişmesi toplumsal zenginliği arttırırken, burjuvazi daha da zenginleşir, emekçiler ise nispi ya da mutlak olarak yoksullaşırlar. Toplumsal zenginliğin artışı, toplumsal eşitsizliğin artışıyla birlikte ilerler; sermaye sahipleri ile emekçiler arasındaki uçurum giderek derinleşir. Toplumu siyaseten ve ideolojik olarak yapay kutuplaşmalarla bölerek kendi egemenliklerini sürdürmek isteyen sömürücüler, işte bu gerçek kutuplaşmanın, sınıfsal kutuplaşmanın üstünü örtmeye çalışırlar.
Yine Forbes dergisinin hazırladığı listedeki veriler, bu eğilimin gerilemek şöyle dursun artarak devam ettiğini gösteriyor. Zira son on yılda dünyadaki toplam servet %80 oranında artmışken, dünyanın en zengin on kişisi servetlerini ortalama olarak 3 katına çıkarmış durumdadırlar. Dünyanın en zengini olan Jeff Bezos bu süreçte servetini 10 katına çıkartırken, altıncı sıradaki Facebook kurucusu Zuckerberg’in serveti tam 19 katına çıkmıştır.
Çalışabilecek bir iş bulanlar giderek yoksullaşırken, yüz milyonlarca mülksüz, çalışabilecekleri bir iş bile bulamıyor. Marx’ın dillendirdiği “sefalet, acı, kölelik, cehalet, vahşileşme ve manevi bozulma” en çok da işçi sınıfının bu iş bulamayan kesimlerini vuruyor. ILO’nun (Uluslararası Çalışma Örgütü) yayınladığı “Dünyada İstihdam ve Sosyal Görünüm 2020 Eğilimleri” raporuna göre, bu yıl dünya çapında işsiz sayısı 2,5 milyon kişi daha artacaktır. Burjuva hükümetlerin ve kurumların işsizliği düşük göstermek için alabildiğine daralttıkları işsizlik kriterlerine göre bile şu anda tüm dünyada 188 milyon kişi işsiz durumdadır. Yine aynı kriterlerin bir parça daha genişletilmesiyle ulaşılan “geniş tanımlı işsiz sayısı” ise 500 milyon kişiye yaklaşmıştır. Yani 3,5 milyar civarındaki dünya işgücünün yedide biri işsiz durumdadır. Gerçek işsizliğin bu resmi sayı ve oranların çok daha ötesinde olduğunu biliyoruz.
Davos’ta da yinelenen “yeni teknolojik devrim”, “Sanayi 4.0” vb. kavramlar üzerinde yürütülen tartışmalar içerisinde, yapay zeka ve robotların birçok kişiyi işinden edeceği ama aynı zamanda yepyeni iş alanları yaratacağı söyleniyor. Oysa gerçeklik ortadadır. İşsizliği yaratan ve kronik hale getiren şey yeni teknolojik gelişmeler değil, bu teknolojinin kapitalist kullanım biçimidir. Yeni teknolojiyle aynı ürün miktarı daha kısa sürede üretilebilir, bu durumun yarattığı olanağı kapitalistler ücretleri düşürmeksizin çalışma sürelerini kısaltmak için değil, çalışan sayısını azaltmak için kullanırlar. Birçok durumda, yeni teknolojilerle birlikte, iş kolaylaşmak şöyle dursun daha da ağırlaşır, iş yükü artar ve çalışma temposu yükselir.
Sınıfsal kutuplaşmanın ya da toplumsal eşitsizliğin ulaştığı bu vahim manzara, yukarıda andığımız burjuva kuruluş ve yayın organları kadar, dolar milyarderlerini de kuşkusuz tedirgin etmektedir. Konuya kapitalist sistemin bütününün çıkarları ve bekası açısından yaklaşanların, “eşitsizlik giderici politikalar” önermesinin, zenginlerden daha fazla vergi alınması gerektiğini belirtmesinin arkasında bu kaygılar yatmaktadır.
Kapitalizmin daha katlanılır kılınması ve toplumsal bir devrimin önünün kesilmesi için yapılan reform önerilerinin neredeyse hepsi zenginlerden daha fazla vergi alınması çağrısına indirgenebilir. Bir başka deyişle kapitalistlerin işçilerden sömürdükleri artı-değerin bir kısmını daha vergi adı altında devlete aktarmak ve oradan da çeşitli sosyal hizmetlerle işçilerin yaşam koşullarını bir parça daha katlanılır kılmak istiyorlar. Bu tür önlemlerin “eşitsizliği yok etmesi” mümkün değildir. Kapitalizm, emeğin sermaye tarafından sömürülmesi demektir ve sömürü oldukça eşitsizliği yok etmek mümkün değildir. Eşitsizliği yok etmenin tek yolu, bu eşitsizliği her an yeniden ve yeniden üretip büyüten kapitalist sistemi ortadan kaldırmaktır.
Ama hepsi bu da değil. Bugün kapitalizm öylesine derin ve süreğen bir sistem krizinden geçmektedir ki, geçmişteki gibi sosyal-demokrat ya da Keynesyen tedbirleri hayata geçirebilme gücünden de yoksundur. Örneğin yukarıda andığımız raporlarda, her zenginden %0,5 daha fazla vergi alınmasıyla, yaşlı ve çocuk bakımıyla ilgili olarak eğitim ve sağlık sektöründe 117 milyon kişilik işgücü ihtiyacının karşılanabileceği söyleniyor. Ama kapitalizm mevcut konjonktürde bu kadarını bile yapabilmekten acizdir. Tersine, düşen kâr oranları ve giderek daha da yavaşlayan dünya ekonomisi, kapitalistleri artan bir endişeye sevk ediyor. Tüm dünyada 83 ülkeden yaklaşık 1600 CEO ile gerçekleştirilen 23. Küresel CEO Araştırmasına göre, “yeni bir on yıllık döneme girerken CEO’ların küresel ekonomi hakkındaki yaklaşımları şimdiye kadar hiç olmadığı kadar temkinli. CEO’ların %53’ü, 2020 yılında ekonomik büyüme hızının yavaşlamasını bekliyor, bu oran 2019 yılında %29’du”. Hal böyle olunca bıraktık birtakım vergi artışlarını mevcut vergiler ve düzenlemeler (iş kanunları, sözümona anti-tekel yasalar, parasız sosyal hizmetler vb.) bile CEO’lara fazla gelmektedir. 80’li yıllardan beri uygulanan neoliberal politikalarla sermayenin emeği sömürmesini düzenleyici tüm yasalar sermaye lehine ya kaldırılmış ya da yumuşatılmıştı. Bu temelde küresel sermaye inanılmaz kazançlar elde ederken emek cephesi büyük kayıplara uğramıştı. İşte bu bile CEO’lara yetmiyor; sözkonusu rapora göre, CEO’lar en büyük sorun olarak “aşırı regülasyon”u görüyorlar, sanki ortada ciddi anlamda bir regülasyon (düzenleyici tedbirler) kalmış gibi.
Bu olmadı, başka bir kapitalizm verelim!
Oxfam yöneticisi Amitabh Behar, kapitalist sistemi aklamak adına meseleyi “bozuk ekonomi”ye indirgeyip gerçek derdini açıklıyor: “İnsanlar, milyarderlerin var olup olmamasını sorgulamaya başlıyor.” Gerçekten de tüm dünyada emekçi yığınlar son dönemde giderek artan bir hareketlilik içerisindeler. Birçok ülkede milyonlar sınıfsal taleplerle ayağa kalkıyor, kimi yerlerde bu bir emekçi isyanına dönüşüyor; özellikle ileri kapitalist ülkelerde gençlik hem ekonomik hem de ekolojik temeldeki gelecek kaygısı nedeniyle büyük kitlesel eylemler gerçekleştiriyor; cinsel ezilmişliğe ve ayrımcılığa karşı kadın eylemleri tüm dünyada yaygınlaşıyor; baskıcı rejimlere duyulan tepki de birçok ülkede kitle eylemlerini ateşliyor. Kısaca, merkezinde emekçilerin bulunduğu, sınıfsal, demokratik, ekolojik, cins ayrımcılığı karşıtı hareketler tüm dünyada yükseliştedir.
Davos zirvesinden önce Edelman Trust Barometer adlı kuruluş tarafından yayınlanan araştırma da nicedir işaret ettiğimiz aynı doğrultudaki bir gerçekliği teyit ediyor: Kapitalizm gözden düşmektedir! 28 ülkeden 34 binden fazla kişiyle görüşülerek yapılan araştırmaya göre, özellikle ileri kapitalist ülkelerde, kapitalizme karşı güvensizlik artmaktadır. Toplumun %56’sı “bugünkü biçimiyle kapitalizmin yarardan fazla zarar verdiğini” düşünürken, %80 civarındaki büyük çoğunluk, gelecek beş yılda daha iyi koşullarda yaşamayı beklemiyormuş. Kapitalizme güvensizliğin en yüksek olduğu ülkelerse %75’le Tayland, %74’le Hindistan ve %69’la Fransa imiş. Bu tip araştırmalar, kuşkusuz burjuva kuruluşlar tarafından yapıldığından, gerçeklik çarpıtılarak aktarılır. Kitlelerin hoşnutsuzluğu kapitalizme değil de onun bugünkü biçimine yönelikmiş gibi sunulur. Amaç açıktır, “bu haliyle kapitalizme hayır, ıslah edilmiş bir kapitalizme evet” fikrini empoze etmek. Ama bu araştırmalardaki tüm çarpıtmalara rağmen kapitalizme olan nefret saklanamıyor.
“Paydaşlar kapitalizmi”
Son yıllarda burjuva ideologlar ve siyasetçiler “paydaş” kelimesini kullanmaya özen gösteriyorlar. Bir sorunda taraflar, farklı çıkarlara sahip olabilir ve zıt konumda durabilirler ama “paydaşlar” ortak bir çıkarı gözetirler! Paydaş ve paydaşlık kavramıyla, “ortak çıkarlarımız var” yalanına inanmamız istenir. Toplu sözleşme mi imzalanacak, taraflar değil paydaşlar vardır! Kıdem tazminatı mı gasp edilmek isteniyor, hükümet bunu işçi ve işveren paydaşlarıyla görüşüp karara bağlayacaktır!
Burjuva ideologların son dönemde yeniden ısıtıp ortaya attıkları “paydaşlar kapitalizmi” kavramı da Davos zirvesinin ana temalarından birini oluşturdu. Buna göre “hissedarlar kapitalizmi” yerine “paydaşlar kapitalizmi” benimsenmeliymiş. Mevcut “modelde” şirketler sadece kendilerini ve hissedarlarını düşünüyorlarmış, oysa “paydaşlar kapitalizminde” şirketler çalışanlarını da, müşterilerini de, tedarikçilerini de ve faaliyet gösterdiği bölgedeki yöre halkını da düşünürlermiş!
Çok sayıda sermayenin ve bu sermayeler arasındaki rekabetin varlığı kapitalizmin alâmetifarikaları arasındadır. Kapitalist işleyiş devam ettiği sürece, bir şirket, bıraktık diğer “paydaşları”, kendi çalışanlarının çıkarlarını “düşünmeye” başladığında, rakipleriyle rekabet edemez hale gelir, batar! Bu iddianın uydurukluğunu kanıtlamak için daha fazla söze gerek yok. Zaten DEF’in kurucusu ve başkanı olan Klaus Schwab bu temayı benimsemelerinde kapitalizmin meşruiyetinin sorgulanıyor oluşunun rol oynadığını söyleyecek kadar pişkin bir burjuva olduğunu ortaya koyarcasına şöyle diyor: “Halk kendilerine ihanet ettiğine inandığı ekonomik elitlere karşı başkaldırıyor.”
“Mutluluk ekonomisi”
Sağcı burjuva ideologların dışında bir de kulağa hoş gelen laflar eden solcu burjuva ideologlar vardır. Burjuva sol gelenek, kapitalist sistemi ortadan kaldırmayı değil de onu rehabilite etmeyi savunurken, işine geldiği ölçüde kapitalizm karşıtı bir söylem kullanmaktan çekinmez. Solcu geçinen sendika bürokratlarından, sosyal-demokratlardan, yeşillerden duyduğumuz nutuklar bu kapsamdadır. Örneğin, İzlanda’da Sol Yeşil Hareket partisinin genel başkanı ve başbakan olan kadın siyasetçi Katrin Jakobsdottir, “mutluluk ekonomisi”ni savunduğu bir konuşmasında, “çocuklarımız, «gezegeni niye kurtarmadınız?» diye sorduğunda, kapitalizmi ayakta tutmaya çalışıyorduk demek istemiyorum” diyor. Peki neymiş bu mutluluk ekonomisinin temel özellikleri diye sorduğumuzda, dört maddeye indirgenen şu önlemlerden başka bir şey ortaya konmaz: “Aşırı tüketime dayalı ekonomik kirliliğin azaltılması ve yerine bireyin mutluluğunun arttırılması”, “çalışma saatlerinin azaltılması, maaşların standartlaştırılması”, “tüketim uyarıcısı olan reklamların görünürlüğünün azaltılması”, “karbon emisyonunun ekstra olarak vergilendirilmesi”.
Oysa kapitalizm, üretim araçlarının özel mülkiyetine dayalı genelleşmiş meta üretimi demektir. Yani üretilen her şey bireyler ihtiyaçlarını gidersin ve mutlu olsunlar diye değil, bu ürünleri satın alsınlar diye üretilir. Ama gerek üretim faaliyeti gerekse de üretici güçler alabildiğine toplumsallaşmışken, hem üretim araçlarının hem de üretimin sonucu olan ürünlerin özel mülkiyetin zincirlerine vurulmuş olması alabildiğine keskin bir çelişki oluşturur. Bu çelişkiden ötürüdür ki, bir yanda satılamayan ürün dağları yükselirken, diğer yanda ihtiyaçlarını karşılayacak bir gelire sahip olmayan emekçi yığınlar vardır. Bu emekçi yığınların “aşırı tüketim yaptığını” söylemek ancak gerçeklerden kopmuş tuzukuru aydınların işi olabilir.
Bu tuzukuru solcu-yeşil aydınlar, “ne pahasına olursa olsun büyüme anlayışı” yerine “planlı küçülme” modelini savunuyorlar. Peki kapitalizmi tüm temel unsurlarıyla birlikte ortadan kaldırmadan bu mümkün olabilir mi? Kapitalizm, yapısı gereği, genişletilmiş yeniden üretim demektir. Bu, sermayenin, işçilerden sömürdüğü artı-değerle sürekli büyümesi anlamına gelir. Kapitalizmin yegâne başarı ölçütü budur ve toplamdaki ifadesini “milli gelirin artışında” bulur. Kapitalizmin ıslahatçıları, “milli gelir diktatörlüğü” kavramıyla, milli gelirdeki artışın, insanı ve doğayı hiçe sayıp dikkate almadığını söylerlerken tümüyle haklıdırlar. Ancak mesele şu ki, bu tür ıslahatçılar, içinde yaşadığımız toplumu doğal bir toplummuş gibi ele alırlar; onların zihninde, devlet, özel mülkiyet, rekabet, para, ücret, ticaret gibi kategoriler insanoğlunun toplumsal yaşamının ayrılmaz bir parçasıdır. Bunlarda hiçbir sorun yoktur; yapılması gereken bu kategoriler üzerinde yeni bir model geliştirmekten ibarettir onlara göre. Bu nedenle de üretim ilişkileri ve onlara temel teşkil eden mülkiyet biçimlerini hiç sorgulamaz; yalnızca üretime ahlâki ilkeler dayatmaya kalkarlar. Aslında tam da bu yüzdendir ki, önerileri hiçbir zaman hayata geçirilemeyecek son derece yetersiz ve saçma bir hayal olarak kalır. İnsanların mutluluğunu, yani onların maddi ve manevi ihtiyaçlarının azami tatminini sağlayabilecek bir ekonomiyi var edebilmenin önkoşulu, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti ortadan kaldırmak ve böylelikle kapitalist üretim ilişkilerinin tüm unsurlarıyla birlikte tasfiyesine girişmektir. İnsanca bir yaşam ancak o zaman mümkün olacaktır!
Ekolojik kriz
Dünya Ekonomik Forumunun Davos zirvesine sunduğu raporda “iklim değişikliği” sorunu ilk kez “küresel riskler” listesinin başında yer alıyor. Daha önce de vurguladığımız gibi ekolojik kriz, kapitalizmin emeği ve doğayı talan edişinde gelinen noktayı yansıtır. Bu anlamıyla, insanlığı karşı karşıya bıraktığı tehditler gerçektir ve devasa boyutlardadır. Ne var ki buradan yola çıkarak, ekolojik krizin tüm toplumun işbirliği temelinde çözülebileceği şeklinde ileri sürülen iddialar burjuva aldatmacadan başka bir şey değildir. Bu sorunu yaratan insanlığın çoğunluğunu oluşturan emekçiler değil, burjuvazinin ta kendisidir. Sorumluluğu kendi sırtından atmaya ve emekçi kitlelere (“tüketicilere”) yıkmaya çalışan burjuvazi, çözüm için de döne dolaşa faturayı yine emekçilerin sırtına yıkmaya çalışmaktadır. Ekolojik krize karşı “önlem almak için yeni vergiler” gündeme sokulmaya, burjuva devletlerin yeni teknoloji şirketlerine devasa kaynaklar aktarması meşrulaştırılmaya uğraşılıyor.
Raporlarda da dillendirildiği gibi 1980 sonrası doğanlar, yani genç kuşaklar daha yaşlı olanlara nazaran ekolojik konularda çok daha hassastırlar. Burjuvazinin iklim değişikliği sorununu gündemin baş maddesi haline getirme çabalarında, gençliğin tepkilerini düzen sınırları içerisinde tutarak burjuva yönetimlere güven tazelemek olduğunu görmemiz gerekiyor. İstiyorlar ki, emekçiler ve özellikle de gençlik, kapitalist sömürüden kaynaklı yoksulluğa, ağırlaşan çalışma ve yaşam koşullarına, güvencesizliğe ve gelecek kaygılarına, artan siyasal baskılara, faşizmin yükselişine, emperyalist paylaşım savaşına değil de iklim sorunu üzerine kafa patlatıp oyalansın: “Çevre sorununun önemini tartışırken üzerinden atlanmaması gereken çok temel bir husus bulunuyor. Bu ciddi sorun nedeniyle, diğer tüm köklü sorunların bir tarafa bırakılmasını, insanlığın «ortak» kaderi için «tüm insanların ortaklaşa» harekete geçmeleri gerektiğini savunmak, hele de bu sorunun, burjuva hükümetler ya da burjuvazinin uluslararası kuruluşlarınca alınacak önlemlerle çözülebileceğini iddia etmek son derece bilinçli bir çarpıtmadır. İşin bir ucunda bu mavallarla yeni teknoloji şirketlerine muazzam fonlar akıtılmasını meşrulaştırmak ve bunlar üzerinden ekonomik krizden çıkış umudunu canlandırmak varsa, diğer ucunda da gençliğin şu ya da bu ölçüde ilerici tepkilerini, içgüdüsel de olsa kapitalizme ve plütokratik yönetimlere duyduğu nefreti törpüleyip düzen sınırlarına hapsetmek çabası vardır.”[2]
İnsanlığın büyük çoğunluğunu oluşturan emekçi kitleler için gerçek bir tehdit olan ekolojik kriz, kapitalist ideologların dilinde ideolojik bir saldırı ve manipülasyon aracına dönüşür. “Kapitalistler de bu dünyada yaşıyorlar ve sömürünün devamı için dünyanın devamına ihtiyaçları var” mealindeki argümanlarla, kapitalistlerin kaygılarının da samimi olabileceğini söylemek naiflikten başka bir şey değildir. İklim değişikliğinin varlığına inanmadığını defalarca açıklayan ve bunu son zirvede de tekrarlayan Trump’ın mazhar olduğu ilgi ve itibar, burjuvazinin ikiyüzlülüğünü yeterince gösterdiği gibi, onların bu sorunu çözemeyeceğini de ortaya koyuyor. Yalnızca Trump’ın yaptığı açıklamalar değil, ABD Hazine Bakanı Mnuchin’in iklim aktivisti Greta Thunberg’e atfen sarf ettiği “ilk önce üniversiteye gidip ekonomi okusun, sonra gelip derdini anlatsın” şeklindeki sözleri de kapitalistlerin konuya bakışını net bir şekilde ortaya koyuyor: Önemli olan kâr ve kâra dayalı ekonominin sürdürülebilir olmasıdır!
Almanya’nın önde gelen gazetelerinden Frankfurter Allgemeine Zeitung’da dillendirilen görüşler de aynı çizgidedir: “Bazılarına göre Donald Trump’ın Davos’taki konuşması ve tavrında eleştirilecek şeyler var. Örneğin kendini methetmesi… Fakat Trump’ın, dünyanın ancak geleceğe umutla baktığında ve çöküş vaizlerinin karamsarlığına batmadığında uzun vadede ileriye doğru gidebileceği tezi doğrudur. Bu, daha ziyade Greta Thunberg’e hitaben söylenmiş gibi duruyor. Ancak Thunberg yalnız değil. Dünyanın çöküşü yüzyıllardır boşuna vaaz edildi. Piyasa ekonomilerinin geleceğin zorluklarıyla baş etmek bakımından en iyi duruma sahip olduğu da doğrudur. İster iklim değişikliği isterse de insanlara güvenli içme suyu temin etmek olsun, ilerleme inovasyonlarla olur, bunların geliştirilmesi için de piyasa ekonomileri en iyi düzeni oluşturuyor.”
Davos zirvesinde yaptığı konuşmada AB Komisyonu başkanı Von der Leyen de, bir yandan iklim değişiminin önemine dikkat çekerken bir yandan da sorunun “çözümünü” onyıllar sonrasına erteleyen ikiyüzlü Avrupalı tavrını sürdürüyor: “İklim değişimine karşı şimdi harekete geçmeliyiz. Bu nedenle AB Komisyonu olarak Avrupa Yeşil Anlaşmasını sunduk. Bununla, Avrupa 2050 yılına kadar iklime zarar vermeyen ilk kıta halini alacak. Çevre ve iklim için AB önümüzdeki 10 yılda 1 trilyon avro yatırım harekete geçirecek.” Oysa bilimsel namusunu koruyan bilim insanlarının defalarca vurguladıkları üzere, sözkonusu olan şey bir “iklim değişikliği” değil, çoktan başlamış ve her geçen gün ağırlaşmakta olan bir iklim krizidir. 2008 krizini takiben dev finans tekellerini kurtarmak üzere bir yıl içinde 13 trilyon dolar para basıp bunları kasalarına aktaran egemenler, şimdi on yıl içinde 1 trilyon avroluk yatırımla göz boyamaya çalışıyorlar. Vaat edilen 1 trilyon avroluk yatırımın, bu meblağın yeni teknoloji şirketlerine transfer edilmesinden başka bir anlam taşımaması ve emekçilerin sırtına bindirilecek ek vergilerden sağlanacak oluşu da cabasıdır.
Yeni ve yeşil teknolojiyle kapitalizm çerçevesinde iklim krizinin aşılabileceği vaazlarının ne denli büyük bir sahtekârlık olduğunu gösteren bir örneği, elektrikli otomotiv sektöründen verebiliriz. Bilindiği gibi birçok AB ülkesinde önümüzdeki yıllarda dizel yakıt kullanan otomobiller yasaklanacaktır. Böylelikle elektrikli otomobil kullanımı teşvik edilmek, bu konuda yatırım yapan dev tekellerin pazarı büyütülmek istenmektedir. Elektrikli otomobillerin, pahalı olsalar bile kilometre başına çok daha ekonomik olacakları söyleminin ise baştan aşağı yalan olduğu ortaya çıkmıştır. Dahası bu araçların yaygınlaşmasıyla elektrik enerjisine duyulan ihtiyacın katlanarak artacağı da açıktır. Bu artan elektrik enerjisi ihtiyacının, daha uzun yıllar boyunca nükleer ya da termik santraller tarafından karşılanmak durumunda kalınacağı düşünüldüğünde nasıl bir sahtekârlıkla karşı karşıya olduğumuz ortaya çıkar. Dolayısıyla elektrikli otomobillerin içten yanmalı motora sahip olanlardan daha az kirlilik yarattığı tezi, toplamda bakıldığında doğru değildir.
Greenpeace’in hazırladığı son rapordaki veriler de, ekolojik krizin bir parçası olarak iklim değişikliğine yol açan temel faktörlerden biri olan fosil yakıtlardan neden kurtulunamadığını ortaya koyuyor. Buna göre, çeşitli banka ve fonlar, son dört yılda fosil yakıtlara 1,4 trilyon doları aşkın yatırım yapmış ya da finansman sağlamıştır. Oysa günümüzde kurulu elektrik gücünü tek başına üretebilecek güneş enerji santrallerinin yapımı için gereken meblağ 1 trilyon dolardır. Yani bu dev finansal kuruluşlar gezegeni kurtarmak üzerine boş laflar edip imajlarını düzeltmeye çalışırken, gerçekte kısa vadeli kârlarını maksimize edebilmek için gezegeni yıkıma sürüklemeye devam ediyorlar.
Küreselleşme, emperyalist rekabet ve paylaşım savaşı
DEF Raporu, kısa vadede dünyayı bekleyen en büyük risklerin, “ekonomik çatışma” ve siyasal kutuplaşmalar olduğunu söylüyor. Bunların altının nasıl doldurulduğuna baktığımızda, jeopolitik gerilimlere, büyük güçler arasındaki artan rekabetin istikrarsızlığı da arttıracağına, ticaret savaşının kızışmasına, alabildiğine artan borçluluk sorununa, dünya ekonomisinde “senkronize bir gerilemeye” işaret edildiğini görüyoruz. Yüksek yapısal işsizlik, aşırı gelir eşitsizliği gibi hususlar da önümüzdeki on yılın büyük riskleri olarak sıralanıyor.
Kapitalizme içkin olan küreselleşme eğilimi 90’lı yıllarda hem çeşitli alanlardaki teknolojik gelişmelerin bir sonucu olarak hem de Doğu Bloku’nun yıkılışıyla bu toprakların da kapitalizme açılmasının katkısıyla alabildiğine somutlandığında, burjuva ideologlar liberalizmin zaferini ilan etmişlerdi. Kapitalizm krizlerden kurtulmuştu, ulus-devletler ortadan kalkmaktaydı, ulus ötesi siyasal oluşumlar yükselişteydi, dünyayı barışçıl, dengeli, uyumlu bir ekonomik yükseliş dönemi bekliyordu! Üretim ve dolaşım alanındaki nesnel gelişmelere (küreselleşme olgusu) dayandırılmaya çalışılan bu saçma ideolojik sonuçlar (globalizm), aynı zamanda neoliberal saldırı programlarına ideolojik bir cephanelik işlevi görüyordu. Bugün ise emperyalistler arasında alabildiğine artan paylaşım kavgası artık bir paylaşım savaşına dönüşmüşken, burjuva ideologlar bu kez de diğer uca savrularak, küreselleşmenin sonunun geldiğinden, korumacılığa geri dönüldüğünden, dünya ekonomisi ve dünya pazarının parçalandığından dem vuruyorlar. Onların bu söylemleri, ulusalcı sosyalist eğilimlerin “biz dememiş miydik” şeklindeki böbürlenmesine de vesile oluyor. Oysa ne globalizmin popüler olduğu zamanlardaki dünya globalist ideologların tasvir ettiğine benziyordu, ne de günümüzün dünyası sağcısıyla solcusuyla ulusalcı ideologların arzuladıklarına denk düşüyor.
Gerçek, çelişkiler içinde ilerleyen küresel kapitalizmin bugün alabildiğine kızışmış bir hegemonya krizine ve onun bir parçası olarak giderek şiddetlenip yayılmakta olan bir paylaşım savaşımına yol açmış oluşudur. Globalizmin öldüğünü ve yurtseverliğin zafer kazandığını ilan eden Trump da, küresel ekonomiyi ve bütünleşmiş dünya pazarını savunan Çinli egemenler de, zaten bir sistem krizi içinde debelenen kapitalizmin, dünya pazarının parçalanması durumunda muazzam bir ekonomik yıkımla karşı karşıya kalacağını (ve bu anlamıyla nesnel küreselleşme olgusundan geri dönüş olamayacağını) gayet iyi bilmektedirler. Onların savaşı bu pazarın parçalanması hedefiyle değil, onun üzerinde hegemonya kurma hedefiyle yürütülmektedir. Günümüzde yaşanılan çatışmayı “ikinci Soğuk Savaş” olarak adlandıranlar işte bu gerçeklerin üstünden atlıyorlar. Onlara kalırsa, bir tarafta ABD+AB+Japonya, diğer tarafta Rusya+Çin bir “soğuk savaş” yürütmekte ve bu savaş esasen teknoloji alanında yürümektedir. Başta Ortadoğu olmak üzere dünyanın birçok coğrafyası emperyalist savaşların alevleriyle kavrulurken buna “soğuk savaş” demek için insanın bu alevlerin uzağındaki coğrafyalarda kalem oynatan tuzukurulardan olması gerekiyor. Dahası iddia edilen kutuplardan Rusya+Çin kutbu diyelim şimdilik net gözükmektedir de, ABD+AB+Japonya’nın bir kutup oluşturduğunu söylemek mümkün değildir. Zira AB kendi içinde bütünlüklü davranamamakta, ABD, Çin’in yanı sıra AB’yi de bir ekonomik tehdit ve rakip olarak görmekte ve onun parçalanma eğilimini körüklemektedir.
ABD ile Çin arasında uzun süredir devam eden “ticaret savaşı”nın ilk evresi, tarafların birinci faz adını verdikleri anlaşmayla sonuçlandı. Amerikan emperyalizmi bastırarak Çin’den önemli tavizler koparmış görünüyor. Ama herkes bu ticaret savaşının sonuçlanmadığını biliyor. Önümüzdeki süreçte, ABD’nin Çin’in önünü kesmek ve onun kendisini geçmesini engellemek üzere giriştiği savaşım kızışarak devam edecektir. Dahası ABD’nin ticaret savaşının yalnızca Çin’le değil, diğer emperyalist odakları da kapsayarak genişleyeceği görülüyor. Trump yönetiminin bir bütün olarak AB’ye ve onun tekil üyelerine yönelik gümrük vergilerini arttırma tehditleri bunu gösteriyor.
Bu tehditler ve ticari pazarlıklar Davos zirvesinde de gündemdeydi. AB ile ABD arasındaki ticaret savaşı, Trump’ın AB’den çelik ve alüminyum ithalatına ek gümrük vergileri koymasıyla kızışmış, bunu AB tarafının yüzlerce Amerikan ürününe %25 ek gümrük vergisi uygulamaya başlaması takip etmişti. Karşılıklı ek gümrük vergileri koyma tehditleri devam ediyor. Son olarak Davos zirvesinde AB komisyonu başkanıyla görüşen Trump, bu uygulamaları otomotiv ürünlerine dönük olarak genişletme tehdidini yinelemiştir: “Ona, eğer bir sonuç alamazsak harekete geçmem gerekeceğini, bu hareketin ülkemize gelen araba ve diğer çeşitli ürünlere yönelik çok yüksek gümrük vergileri uygulamak olacağını söyledim.” Otomotiv sektörüne ek vergi tehdidinin esas muhatabı Almanya iken, Fransa’yla da çeşitli ürünler üzerinden dalaşma devam ediyor. ABD’nin tehditlerini, Google ve Facebook gibi teknoloji devlerinin faaliyetlerini vergilendirmek şeklindeki tehditle karşılayan Fransa, bu vergileri ABD’nin “yaptırımları askıya alması karşılığında” ertelediğini açıkladı.
AB komisyonu başkanı Ursula von der Leyen, Davos zirvesinin “çok taraflılık, küresel işbirliği, birbirini dinleme ve gelecek için yeni fikirler ortaya koyma imkânı sağladığını” söyleyedursun, gerçekler emperyalistler arasındaki rekabet ve paylaşım kavgasının her gün yeni bir boyut kazandığını gösteriyor.
Trump’ın kişisel özelliklerinde somutlanan çürümüş kapitalizmin durumu ortadayken, AB yetkililerinin “adaletli ve karşılıklı saygıya dayalı bir biçimde işbirliğinin gücünü yeniden keşfetmemiz gerekiyor” şeklindeki ifadeleri, bir temenni olmaktan ileri gidemiyor. AB’li birçok burjuva yorumcu, ABD askeri ve mali gücüne dayanarak tüm dünyaya kabadayılıkla meydan okurken, onun karşısında bu tip diplomatik nezaket çağrıları ve kibar temennilerle tutunmaya çalışmanın aslında AB’nin güçsüzlüğünü ve “iktidarsızlığı”nı dışa vurduğunu dile getirip, AB’nin çok daha aktif ve agresif bir çizgi izlemesi gerektiğini söylüyorlar. Oysa gerek Trump gerekse de AB’li egemenler gayet iyi biliyorlar ki, AB böylesi bir adım atabilecek bir durumda değildir ve hiçbir zaman da olamayacaktır. Dünya ekonomisi büyürken ve emperyalistler arasındaki diplomatik süreçler önemini korurken, üyelerine ekonomik avantajlar sunabilmiş olan AB, nicedir kendi bileşenleri tarafından bir ayak bağı olarak görülmektedir. Brexit sürecinin artık inkâr edilemez şekilde doğruladığı üzere, hiçbir zaman bir siyasal birlik olamamış (ve de olamayacak olan) AB’de merkezkaç eğilimleri giderek hızlanmaktadır.
Sonuç olarak, Davos zirvesinde kapitalizmi ayakta tutmak üzere yürütülen tartışmalar havanda su dövmenin ötesine geçmemiştir ve geçemeyecektir de. Tüm haşmetine ve yıkılmaz görüntüsüne karşın kapitalist sistem, insanlığa daha güzel bir gelecek vaat edebilecek durumda değildir, tersine tel tel dökülmekte, adeta bıçak sırtında durmaktadır. Kapitalizm, onulmaz bir tarihsel sistem krizi içinde debelenmekte ve insanlığı felâkete doğru her geçen gün bir adım daha yaklaştırmaktadır. Bu gerçek “esirler dünyası” tarafından da bilince çıkartılıp ona rıza gösterilmez olduğunda yepyeni bir dünyanın kapıları aralanacaktır.
[1] Karl Marx, Kapital, Yordam Yay., c.1, s.624
[2] Oktay Baran, İklim Krizi ve Kapitalizm, 4/10/2019, marksist.com
link: Oktay Baran, Davos: Burjuvazinin Zirvesi Kaygılı, 30 Ocak 2020, https://marksist.net/node/6836
Elazığ Depreminin Aynasında
“Yerli ve Milli Otomobil” ve İşçi Sınıfı