Küçük bir ülke olmasına rağmen sahip olduğu petrol ve doğalgaz zenginliğiyle öne çıkan, bu zenginliği farklı alanlardaki yatırımlarla daha da pekiştiren Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), son yıllarda bölge politikalarında çok daha etkin bir rol oynuyor. Bunda kuşkusuz bölgesel sorunlarda ABD-İngiltere-İsrail çizgisinde tutum takınması önemli bir paya sahiptir.
BAE ile İsrail arasında ABD teşviki ve arabuluculuğunda yapılan görüşmelerden 13 Ağustosta “normalleşme” anlaşmasıyla çıkıldı. Buna göre BAE resmen İsrail’i tanımış olacak, karşılıklı çeşitli alanlarda yatırımlar yapılacak, elçilikler açılacak. Buna karşılık İsrail başbakanı Netanyahu, Batı Şeria’nın bazı kısımlarındaki ilhak planını ertelediğini duyurdu.
BAE ile İsrail arasındaki anlaşmanın ardından, ABD’nin bölgedeki diğer ülkelerin de aynı güzergâha girmesi için baskıyı arttırdığını görüyoruz. Son günlerde ABD Dışişleri Bakanı Pompeo bu amaçla bölge ülkelerini turluyor. İsrail’den sonra Sudan, BAE ve Bahreyn ziyaret edilecek. İsrail ziyaretini tamamlayarak Sudan’a giden Pompeo, esas amacın bu ülke ile İsrail arasındaki ilişkilerin derinleştirilmesi olduğunu açıkladı. Gerek Trump gerekse de Pompeo, ulaşılmak istenen esas hedefin Suudi Arabistan’ın da İsrail’le resmi ilişkiler kurması olduğunu belirtmişlerdi.
Ortadoğu’nun kapitalist egemenleri arasında birçok çıkar çatışmasının olduğu biliniyor. Bir yandan Sünni-Şii gerilimi, diğer yandan Arap kimliğiyle diğer milli kimliklerin çatışması (Arap-Fars, Arap-Türk, Türk-Fars) bu gerilimleri sürekli olarak besliyor. Siyonist İsrail’in varlığıysa hem Amerikan emperyalizmiyle ilişkileri hem de izlediği saldırgan politikalar nedeniyle Ortadoğu barışının önündeki en büyük engellerden birini oluşturuyor. Bölge aynı zamanda Kürt sorunu ve Filistin sorunu gibi köklü iki ulusal soruna ev sahipliği yapıyor ki bu sorunları da yukarıda saydığımız sorunlardan tümüyle bağımsız düşünmek mümkün değildir. Bölgenin hidrokarbon yatakları bu çıkar çatışmalarına büyük emperyalist güçlerin doğrudan müdahil olmalarını, çoğu durumda da bu çatışmaları doğrudan ve dolaylı yollarla yaratmalarını ya da körüklemelerini beraberinde getiriyor.
Bugün Ortadoğu’da somutlanan savaşın en önemli cephelerinden biri İran’dır. İran’da şah diktatörlüğünün yıkılmasıyla ABD’nin bölgedeki temel dayanaklarından biri ortadan kalkmış oluyordu; diğer dayanakları Türkiye ve Suudi Arabistan’dı. ABD İran’daki molla rejimini benimsemeyeceğini açığa vurunca mollalar ABD karşıtı kesildiler. O günden bu yana aradaki gerilim devam ediyor.
ABD’nin, İran’ın bölgede artan etkinliğine karşı diş bileyen Sünni devletleri bir araya getirme çabası Türkiye’nin mız çıkarması nedeniyle sekteye uğrayınca, İran’a karşı ABD ve İsrail destekli bir Sünni Arap cephesinin oluşturulması projesi hayata geçirilmişti. Ne var ki İsrail’le Arap devletleri olmasa bile Arap halkları arasındaki sorunlar böylesi bir cephenin resmiyet kazanmasının önündeki bir engeldi. İşte bugünlerde yaşanan gelişmeler, fiiliyatta çoktan kurulmuş olan bu cephenin resmi olarak da kurulabilmesi için yol temizliği yapılması anlamına geliyor. Zaten aynı çizgide sıralanan bu ülkeler arasında resmi ilişkilerin kurulması emperyalistler ve İsrail açısından önem taşıyor. Böylelikle İran karşıtı cephe tahkim edilirken, bununla doğrudan bağlantılı diğer bir hedef de Filistin sorununda ABD’nin önerdiği son plana (“Yüzyılın Anlaşması” adını verdiği zorbalığa) Arap ülkelerinin resmi desteğini sağlamaktır. Son dönemde ABD’nin, İran karşıtı yaptırımların ve silah ambargosunun uzatılmasını gündeme getirmesi de bu tabloyu tamamlıyor. Bu doğrultuda BM Güvenlik Konseyine yaptığı başvuru sonuçsuz kalsa da, ABD’nin bu hedefinden vazgeçmeyeceği ve İran gerilimini körüklemeye devam edeceği açıktır. Eğer ABD ve İsrail hedeflerine ulaşabilirlerse, bölge dengelerinde önemli bir değişimin önü açılmış ve bölgeyi daha da yakıcı savaşlar bekliyor olacaktır.
Tüm bu gelişmelerin kendilerine karşı tezgâhlandığının bilincinde olan İranlı egemenler eğer bu anlaşma sonucunda İsrail BAE’de askeri varlık gösterirse, “BAE’ye farklı muamelede bulunulacağı” tehdidini savurdular. Arap dünyasında itibar kazanmak için de bu anlaşmayı hiç de haksız olmayan bir şekilde “Filistin halkına ihanet” olarak değerlendirdiler.
Bu anlaşmaya en ikiyüzlü tepki ise Türkiye’den geldi. İktidar sahipleri, Türkiye sanki İsrail’i resmen tanıyan ilk “Müslüman ülke” değilmiş ve sanki tüm medyatik şovlara rağmen bizzat kendileri İsrail’le gerek ticari gerekse de askeri ilişkileri sürdürmüyorlarmış gibi, büyük bir ikiyüzlülükle BAE’nin yaptığı anlaşmayı “kınıyor”lar.
Egemenler bu anlaşma ve muhtemelen onu takip edecek yeni anlaşmalarla yalnızca İran’a dönük kampanyanın hız kazanmakla kalmayacağını, kendilerinin de İran konusunda bir tercihe daha büyük ölçüde zorlanacağını biliyorlar. Dahası Erdoğan iktidarı, kurulan emperyalist-Siyonist çimentolu ittifakın kendisini sıkıştırmaya dönük bir hamle olduğunun da farkındadır. Zira bilindiği gibi BAE ve Suudi Arabistan hemen her konuda birlikte tutum alıyorlar. Arap coğrafyasındaki İhvancı çizginin bastırılması da bu hususlardan biri. Her iki ülke de bu tutum doğrultusunda hem Mısır’daki askeri darbeyi ve Sisi diktatörlüğünü hem de Libya’da Hafter güçlerini destekliyorlar. Bu çizgi onları Türkiye’yle de karşı karşıya getirmiş durumda. Suriye ve Doğu Akdeniz hidrokarbonları meselesinde de Türkiye’yle karşıt cephelerdeler. Bu tutumlarında İsrail’le işbirliği yaptıkları da biliniyor.
Demek ki iktidarın gösterdiği tepki, Filistin davasını savunmakla değil, bu anlaşmanın Türkiye’nin Doğu Akdeniz ve Ortadoğu’daki emperyal niyetlerine balta vurma potansiyeliyle ilgilidir. Bu niyetleri doğrultusunda Erdoğan iktidarı gerilimi körükledikçe körüklüyor. Hem Türkiye’nin hem de Yunanistan’ın Kıbrıs’ın batısı ile Girit adası arasındaki sulardaki tatbikatlarının arkası kesilmiyor. Yunanistan’ın Fransa’yla yaptığı tatbikatı, ABD’yle yapılan tatbikat izledi; ardından da tesadüfe bakın ki BAE’yle yapılanı geldi. Son yapılan açıklamayla, Girit’in güneyinde Fransa ve İtalya’yla üç gün sürecek bir tatbikat ilan edildi. Burada İtalya’nın da Yunanistan lehine tavır almasının altını çizmek gerekiyor. Daha önce İtalyan ENI petrol şirketinin bölgedeki sondaj çalışmaları Türk donanması tarafından engellenmişti. Ama aynı İtalya’nın Libya hususunda Türkiye’yle birlikte davrandığını da görüyoruz.
Yürüyen büyük savaştaki ittifaklar bağlamında bu son örneğin de teyit ettiği şu gerçekliğin altını bir kez daha çizerek bitirelim: Aslında dünya çapında yürüyen paylaşım savaşında ittifaklar ve ihtilaflar betonlaşmış değildir; net olan tek şey, bir tarafta ABD ve İngiltere’nin, diğer tarafta da Rusya ve Çin’in yer aldığıdır. Bunun dışında gerek bu büyük güçler, gerek diğer emperyalist ülkeler, gerekse de bölgesel güçler yürüyen büyük paylaşım savaşının farklı cephelerinde farklı pozisyonlar alabilmekte ve pozisyon değiştirebilmektedirler. Gerek Ortadoğu cephesinde gerekse de Doğu Akdeniz’deki paylaşım kavgasında bunun örneklerini görüyoruz. Doğu Akdeniz hidrokarbonlarının paylaşım mücadelesinde Türkiye kendi iddialarıyla yalnız durumdadır. Aslında onun yarattığı gerilim, diğer irili ufaklı güçler arasındaki rekabeti de örtmektedir. Zira Türkiye’nin haksız iddiaları karşısında aynı ya da benzer tutumu takınan diğer güçler, paylaşımın karara bağlanması için önce Türkiye’nin çıkarttığı marazın hal yoluna sokulması gerektiğini düşünüyorlar. Ama sonrasında çok daha şiddetli bir iç kavgaya tutuşmaları da güçlü ihtimaldir.
Her halükârda İsrail ile BAE arasında imzalanan türde anlaşmaların bölgede kalıcı bir barışa ve emekçilerin refahına hizmet etmeyeceği apaçıktır. Kapitalist iktidarların hiçbirinin niyeti de bu değildir. Barışa ve refaha giden tek yol bölge emekçilerinin birleşerek burjuva iktidarların kirli anlaşmalarını boşa çıkarmaları ve sömürü düzenini yıkmak üzere siyasal iktidarı bizzat kendi ellerine almalarıdır.
link: Oktay Baran, Büyük Ortadoğu Savaşı ve İsrail-BAE Anlaşması, 28 Ağustos 2020, https://marksist.net/node/7015
ABD’de Irkçı Nefrete Karşı Tepki Devam Ediyor
Buzdolabı Efsanesi ve Çöken Ekonomi