Birleşik Krallık’ta (İngiltere, İskoçya, Galler ve Kuzey İrlanda) yapılan AB referandumu %52 ayrılmaktan, %48 kalmaktan yana olacak şekilde sonuçlandı. Hatırlanacağı üzere, referandum, son seçimlerden önce İngiliz aşırı sağının taban desteğini alabilmek için Muhafazakâr Parti lideri Cameron tarafından bir seçim vaadi olarak gündeme getirilmişti. Zira gerek İngiliz faşistleri gerekse de Muhafazakâr Parti içindeki daha sağ kanat Cameron’a AB’den çıkış doğrultusunda bastırıyordu. Bu basıncı boşa çıkartarak, onu AB yönetimiyle pazarlıkta bir şantaj unsuru haline getirmeyi ve Britanya lehine AB’den tavizler koparmayı hedefleyen Cameron referanduma giderek büyük bir kumar oynadı ve kaybetti. Görülüyor ki, bu referandum, daha en başından itibaren İngiliz aşırı sağının basınç ve baskısıyla gündeme gelmiş ve yine daha en başından itibaren (ister AB yanlısı bir liberalizm ve globalizm propagandası biçiminde olsun, ister çıkmak yanlısı aşırı sağcıların milliyetçiliği, yabancı düşmanlığı biçiminde olsun) düzen içi argümanların egemenliği altında bir süreç işlemiştir.
AB kurumları, ABD yönetimi, Muhafazakâr Parti ve İşçi Partisi yönetimleri, büyük medya kuruluşları, finans kapitalin sözcüleri, kısacası düzen güçlerinin çok büyük bölümü AB’de kalmaktan yana bir propaganda yürütmesine rağmen böylesi bir sonucun çıkması, burjuvazi açısından oldukça şaşırtıcı olmuştur. Toplumun derinlerinde muazzam bir kafa karışıklığının olduğu bu referandumla bir kez daha açığa çıkmıştır.
Çok boyutlu ve şiddetlenen sarsıntılar
Burjuva dünyada ilk günlerde yaşanan şok kayda değerdir. İngiliz parası sterlin ile AB’nin avrosu büyük değer kaybederken, ABD doları ve altın fiyatları yükseldi. Dünya borsalarında yaşanan sarsıntı bir gün içinde iki trilyon dolarlık bir değer kaybıyla sonuçlandı. Yaşanan düşüş o denli büyük ölçek ve orandadır ki, spekülatörler bunu fırsat bilerek tekrar borsalarda alıma geçmişler ve bu sayede son günlerde bir toparlanma yaşanmıştır. Ama şimdilik! Zira belirsizlik sürüp istikrarsızlık arttıkça kapitalizmin yaşadığı tarihsel kriz atlatılmak şöyle dursun daha da derinleşecektir.
Yatırımların düşmesi ve sterlinin değer kaybetmesi zaten sıkıntıdaki İngiliz ekonomisini daha da sarsacaktır. Düşen sterlinle birlikte başta tüketim malları olmak üzere ithal malların pahalılaşması, fiyat artışlarını da beraberinde getirecektir. Artan enflasyonla birlikte çıkışın ekonomik faturası hiç kuşkusuz ki yine işçi sınıfına kesilmiş olacaktır. Yani AB içindeyken nasıl ki ekonomik krizlerin faturası işçi sınıfına kesiliyorsa, onun dışına çıkıldığında da durum değişmeyecektir.
Britanya’nın “siyasal eliti” de ciddi bir sarsıntı yaşıyor. Nicedir Muhafazakâr Parti’de de İşçi Partisi’nde de önemli çatlaklar mevcuttur. Her iki burjuva partisi de, en az ikişer kanada bölünmüş durumdadır. Her iki partinin önderliği de kendi partisi içindeki daha sağ kanatlar tarafından tehdit edilmektedir.
Britanya’nın AB’den ayrılma süreci, eğer gerçekleşirse, neresinden bakarsak bakalım uzun ve sancılı bir süreç olacaktır. En az iki yıl olarak öngörülen bu zaman dilimi, normal dönemlerde çok da uzun bir zaman dilimi olarak görülmese de, içinden geçtiğimiz derin kriz ve savaş döneminde, bu zaman dilimi nice olaylara şahitlik edecek, daha nice dengeler değişecektir. Bu referandumun yeni bir referandumla veya sündürülüp zamana yayılarak geçersiz kılınması gibi olasılıklar hiç de zayıf değildir. Ne var ki böylesi bir durum yepyeni çatışmaları da beraberinde getirecek ve Britanya’nın tüm parçalarındaki toplumsal kutuplaşma daha da derinleşecektir.
Referandumu takiben İskoçya ve Kuzey İrlanda’da Birleşik Krallık’tan ayrılma doğrultusunda çağrılar artmaya başladı. İskoç başbakan yeni bir bağımsızlık referandumu düzenlemek için çalışmalara başladıklarını açıklarken, Kuzey İrlanda’da Sinn Fein liderliği, Birleşik Krallık’tan ayrılıp AB üyesi İrlanda Cumhuriyeti ile birleşmek için referandum çağrısında bulundu.
İşin bir diğer boyutunu da Avrupa’daki aşırı sağ partilerin bunu fırsata çevirerek kendi ülkelerinde de AB’den çıkma doğrultusunda referandum taleplerini daha yüksek sesle dillendirmeleridir. Yani Britanya’nın ayrılışının AB’de dağılma sürecini hızlandıracağı ve dolayısıyla başta Almanya olmak üzere AB’nin gerçek efendilerinin bunun bedelini İngiltere’ye ödetmeye çalışacakları kesin gibi görünmektedir. Bir başka deyişle ayrılık sonrası, hiçbir şey olmamış gibi Britanya ile AB ve üyesi ülkeler arasında ticari ve siyasi ilişkilerin eskisi gibi devam edebileceğini düşünmek gerçekçi değildir. Britanya ile AB arasında diplomatik, ticari ve siyasi krizlerin güçlenerek patlak vermesi, büyük emperyalist güçler arasındaki rekabetin kıta Avrupası üzerinde tekrar kızışması çok daha gerçekçi bir projeksiyon olacaktır. AB’yi mali ve siyasi olarak ayakta tutmak için epey bir kaynak ayıran Almanya, güç belâ hegemonya kurduğu Avrupa’nın dağılmasını kolayca sineye çekmeyecektir. Gerilimlerle birlikte rekabet de arttıkça, AB’nin dağılma eğilimleri güçlenecektir ki, içinden geçtiğimiz emperyalist paylaşım savaşı döneminde, Avrupalı emperyalist güçlerin yeni odaklaşmalar temelinde birbirlerine girmeleri hayli olasıdır. Alman başbakanı Merkel’in Avrupa’da barışın tehdit altında olduğunu açıklaması boşuna değildir.
Çok eksenli kutuplaşma
Referandumda, İskoçlar %62 ve Kuzey İrlandalılar %56 oranıyla AB’de kalmaktan yana oy kullanırken, İngilizlerin ve Gallilerin büyük çoğunluğu AB’den çıkmak yönünde oy kullanmışlardır. Referandum, ulusal temelde bir farklılaşmayı ve kutuplaşmayı doğurmuştur. Ama kutuplaşılan tek eksen etnik eksen değildir, demografik açıdan da ciddi bir kutuplaşma sözkonusudur. 45 yaş altındakilerin çok büyük bölümü (18-24 yaş aralığında ise her 4 kişiden 3’ü) AB’de kalmaktan yana iken, bu yaşın üstündekilerde eğilim tam ters yöndedir.
Sonuçlar İngiliz işçi sınıfı içinde de ciddi bir yarılmaya işaret ediyor. Geleneksel işçi sınıfının (mavi yakalıların) yoğun olduğu bölgelerde, eski sanayi ve madencilik merkezlerinde (ki işsizlik ve yoksulluk had safhadadır), işsizler, emekliler, vasıfsız işçiler, kısacası işçi sınıfının en yoksul kesimleri içinde AB’den çıkma yönünde belirgin bir tercih sözkonusudur. Ancak bu tercihte belirleyici olanın milliyetçilik ve göçmen düşmanlığı olduğu son derece açıktır.
Diğer taraftan, büyük kentlerde yaşayanların, göçmen kökenli işçilerin, üniversite gençliğinin ve yüksek öğrenim görmüş beyaz yakalıların daha ziyade AB’de kalmaktan yana oy kullanmış olduğu gözüküyor. Bu aynı zamanda 18 ilâ 34 yaş aralığındakilerin büyük bir oranda kalmaktan yana oluşunu da açıklıyor. Özellikle eğitim görmüş ve belli bir vasfa sahip olan beyaz yakalılar mevcut görece iyi durumlarının AB üyesi olmanın İngiltere’ye sağladığı faydaların yarattığı iş imkânlarından kaynaklandığını düşünüyorlar. Onları örnek alan üniversite öğrencileri de benzer bir gelecek hayaliyle AB’de kalmaktan yana tavır sergilemiş gözüküyorlar. Bu arada, özellikle üniversite gençliği ile okumuş beyaz yakalıların AB’nin kendilerine sağladığı olanaklardan ötürü gelenekselliği reddeden bir yaşam tarzına, çok daha “kozmopolit” bir kültüre sahip olduklarını ve bunun da bir faktör olduğunu belirtmek gerekir. Çeşitli yorumcular, eğitimli gençlerin göçmen karşıtı söyleme tepkili olduklarını ve bunun da onların AB’de kalma tercihine katkıda bulunduğuna dikkat çekiyorlar. Bununla birlikte, tıpkı ayrılalım diyenler gibi, kalalım diyenlerin büyük bir kısmının da burjuva ideolojisinin (ama bu kez liberal-globalist ideolojinin) etkisi altında kalarak bu kararı verdiklerine şüphe yoktur.
Aşırı sağ ve faşizm tehlikesi büyüyor
Hiç kuşku yok ki, AB’den çıkış kararı, sosyalistlerin mevcut etkisizliği koşullarında, her şeyden ve herkesten önce, bu kampanyayı başlatan ve yürüten aşırı sağın işine yarayacaktır. Yalnızca Britanya’da değil Avrupa’nın diğer ülkelerindeki faşist hareketlerin de bu sonuçtan cesaret alacağı, kendi toplumlarındaki meşruluklarının ve inandırıcılıklarının artacağı da kesindir.
Bilindiği gibi Maastricht Antlaşması ve takip eden anlaşmalar neo-liberal kapitalist politikaları resmi politikalar düzeyine çıkarmış, alternatifsiz ve tartışılmaz bir politika haline getirmişti. 2008 kriziyle birlikte kemer sıkma programlarının Almanya öncülüğünde tüm AB ülkelerinde uygulanması ve hatta daha zayıf AB ülkelerine adeta dayatılması (örneğin Yunanistan), AB’ye karşı tepkileri kamçılamıştır. Böylelikle AB giderek emekçi kitlelerin gözünden düşmeye başlamıştır. AB’ye duyulan tepkilerin körüklediği arayışlar çeşitli ülkelerde hem solda yeni arayışlara (çoğunlukla iflas edip gözden düşen sosyal demokrasiden daha solcu gözüken ama düzen solu olmanın ötesine geçemeyen akımların canlanması), hem de aşırı sağın güçlenmesine yol açmaktadır.
Sosyal-demokrasinin işçi sınıfını aldatan sahte sol söylemi, ondan ümidini bir türlü kesemeyen, onun içinden çıkacak sol-reformist eğilimlere bel bağlayan sosyalist (aslında oportünist denmeli) çevrelerin tutumlarıyla birleşerek, işçi sınıfını faşizm ya da aşırı sağ karşısında savunmasız bırakmaktadır. Mevcut düzene, onun kurumlarına ve topunun birden kokuşmuşluğuna içgüdüsel olarak büyük bir tepki duyan emekçi kitleler, gerçek bir sosyalist alternatif önlerine konulmadığı için, aşırı sağın demagojik söylemlerinin kurbanı olmaktan kurtulamıyorlar. Avusturya gibi bir ülkede aşırı sağcı Özgürlük Partisi’nin adayı cumhurbaşkanlığını kılpayı kaçırıyor, faşist Ulusal Cephe Fransa’nın neredeyse en büyük partisi haline geliyor, Almanya, İtalya, Hollanda ve İskandinav ülkelerinde aşırı sağ partiler hızla yükselirken, Polonya ve Macaristan’da iktidardaki sağcı partiler giderek daha sağa kayarak otoriter rejimler inşa ediyorlar. Aşırı sağın bu yükselişi bir taraftan kapitalizmin tarihsel krizinden, diğer taraftan da yoğun emekçi göçünden besleniyor. Örneğin son yirmi yılda Britanya nüfusunun içerisinde göçmenlerin oranı yüzde 7’den yüzde 13’e yükselmiştir; yine Britanya’da son krizden bu yana ortalama reel ücretler yüzde 10 oranında düşmüştür.
AB’den ayrılma kararı, kuşkusuz, bugüne dek AB merkezli üretilen burjuva liberal ve küreselleşmeci ideolojik propagandanın ciddi bir darbe alması anlamına geliyor. Kapitalizmin tarihsel üstünlüğünün kanıtlandığından, “tarihin sonunun geldiğinden”, ulus-devletin aşıldığından, kapitalist temellerde bir Avrupa Birleşik Devletleri kurulabileceğinden, krizlerin sona erdiğinden, barış ve refahın evrenselleşeceğinden vb. dem vuran bu liberal ve küreselleşmeci tezlerin pespayeliği zaten hayli zamandır somut olgularla, tarihsel ölçekteki krizle ve süren Üçüncü Dünya Savaşıyla ortaya çıkmıştı. Bugün gelinen noktada bu tezlerin halk kitleleri nezdinde de giderek gözden düştüğünü görüyoruz.[*]
Ne var ki, burjuva ideolojilerinden birinin çöküşü, doğrudan ve kendiliğinden işçi sınıfı hareketinin güçleneceği ve sosyalizme yönelimin artacağı anlamına gelmiyor. Unutmayalım ki, 1930’larda krizin sonucunda ortaya çıkan durum içerisinde parlamenter demokrasinin kurumları da giderek gözden düşmüş, halk artık bu kurumlara ve seçimlere itibar etmemeye başlamıştı. Parlamenter demokrasinin tarihsel ve siyasal iflası, sosyal-demokrasinin ve Stalinizmin ihanetinin katkılarıyla, işçi sınıfının değil, onun can düşmanı olan faşizmin zaferinin yolunu döşemişti. Gözden düşen burjuva demokratik kurumların kapısına kilit vurmak faşistler için hiç de zor olmamıştı. Dolayısıyla, AB’yi çatırdatıyor, globalizm ideolojisinin sonunu getiriyor vb. gibi haklı tespitlere dayanarak, ama sınıfsal ve siyasal güç dengelerini tümüyle bir kenara bırakarak, mevcut durumu bir bayram havası gibi sunmak devrimci ciddiyetle bağdaşmayacak bir hafifliğe işaret ediyor.
Düzen içi çözüm yok
İngiltere’nin eski sanayi ve madencilik şehirlerinde Brexit yönünde kullanılan oylar, bu işletmelerin kapatılmasıyla işlerini kaybeden ve yıllardır yoksulluğa mahkûm edilen işçi sınıfının burjuvazi tarafından manipüle edilmiş tepkisini yansıtıyor. Neo-liberal saldırı politikaları ve kemer sıkma uygulamaları, yıllardır zenginleri daha zengin, yoksulları ise daha yoksul kılmaktaydı ve halen de öyledir. Bu politikalar, gerek onu savunanlar tarafından gerekse de ona muhalif gözükenler tarafından sürekli olarak AB’ye mal edilmiştir. Bu politikaları savunan sağ siyasetçiler, bunun bir zorunluluk olduğunu, AB kriterlerinin bunu gerektirdiğini ileri sürerek saldırı programlarını meşrulaştırmaya çalışırken, bu politikalara karşı çıkar gözüken sol burjuva siyasetçiler de tek sorumlu olarak AB’yi ileri süregelmişlerdir.
Oysa sözkonusu kemer sıkma politikaları ve neo-liberal saldırılar ne AB üyeliğinden kaynaklıdır, ne de AB’den çıkmakla son bulacaktır. Mesele kapitalistlerin çıkarlarını savunan hükümetlerin uyguladığı şu ya da bu politikanın savuşturulması değil, bir bütün olarak kapitalizmin egemenliğine son verilmesidir. Bu politikaları köklü bir şekilde ve kalıcı olarak değişikliğe uğratmanın tek yolunun, kapitalizme son vermek olduğu gerçeği henüz geniş işçi yığınları tarafından kavranmış değildir. Mevcut durumdan kesinlikle memnun olmayan ama bu durumdan gerçek çıkış yolunu da henüz göremeyen işçi sınıfı, mevcut durumu şu ya da bu şekilde değişikliğe uğratabileceğini düşündüğü gerici politikalara bile sempatiyle bakmaya başlamıştır. Geçtiğimiz yıl İskoçya’daki bağımsızlık referandumunda İskoç işçi sınıfının büyük bölümü yine aynı güdülerle (mevcut kötü durumun “üst birliğe” yani Birleşik Krallık’a bağlı olmaktan kaynaklandığı yanlış görüşü) bağımsızlık lehine oy kullanmıştı. Bu kez İngiliz işçi sınıfı, mevcut kötü gidişatın genelde kapitalizmden ve özelde Britanya kapitalizminden değil de bir üst idari merkez olan AB’nin iktisadi politikalarından kaynaklandığı düşüncesiyle aynı yönlü bir eğilim göstermiştir.
İşçilerin tepkisi doğru bir çözüm yoluna kanalize edilemediği için, tüm AB ülkelerinde güçlenen aşırı sağın değirmenine su taşıyor gözüküyor. AB’deki aşırı sağ, her türlü radikal gözüken önlem ve reçeteleri çekinmeksizin ve “cesur” bir tarzda dile getirirken, düzen solu günü kurtarmaya, AB ve kapitalizm içerisinde kalarak küçük iyileştirmeler yapmaya, AB’yi “sosyal bir birlik” haline getirmeye vb. değinmenin ötesine geçemiyor. Aşırı sağ AB’yi yerden yere vururken, düzen solu AB tarafından rehin alınmış bir görüntü sergiliyor. Düzen solundan bir türlü tam olarak kopamayan, ona şu ya da bu ölçüde angaje olan sosyalist çevreler de tam da bu nedenle üzerlerine düşen görevi yerine getiremiyorlar. Düzen solundan kopmayı becermiş devrimci sosyalist grupların etki alanı ise ne yazık ki oldukça sınırlı.
İşçi sınıfını daha da derin bir yoksulluğa ve emperyalist savaşlara mahkûm eden tarihsel bir krizdir sözkonusu olan. Kapitalizmi hedef tahtasına oturtup onun devrimci yöntemlerle yıkılması gereğinden bahsetmeksizin, sabah akşam neo-liberal saldırılardan ve kemer sıkma programlarından dem vurmak sınıf hareketini ilerletmiyor. Tersine bu söylemler döne dolaşa, kapitalizm içinde bir çözüm olduğu fikrini güçlendiriyor. Neo-liberal politikalardan illallah mı ettiniz, buyurun size devlet müdahalesi, Keynesçilik! AB’den yaka mı silkiyorsunuz, o zaman ayrılın ve ulusal egemenliğinizi tekrar elde edin! Liberal kapitalizm canınızı mı acıtıyor, devlet kapitalizminden buyurmaz mıydınız?
Böyle bir dönemde, yaşananları adını koymadan, orta yol ve söylemlerle, ılımlılaştırılmış kavramlarla açıklamaya çalışmanın, kitlelerin bilincini aydınlatmak değil, şu ya da bu şekilde aşırı-sağın işini kolaylaştırmak anlamına geldiğini kavramak gerekiyor. Emperyalist kapitalizm milenyum dönemecinden bu yana tarihsel bir kriz içinde debeleniyor. Bunun göstergeleri her alanda ve her gün daha da güçlenerek ortaya çıkıyor. Buna paralel olarak toplumsal hoşnutsuzluk dalgası da öyle. Tabii, görmek isteyen gözler için. Bu toplumsal hoşnutsuzluk dalgası, Latin Amerika’da devrimci isyanlarla kendini ortaya koydu, Arap dünyasındaki halk isyanlarıyla, Yunanistan’da devrimci duruma kadar yükselen toplumsal direnişle, Akdeniz havzasındaki işçi ve gençlik eylemleriyle, genel grevlerle ortaya koydu. Ukrayna’da yaşanan çalkantılı olayların temelinde de Hong Kong’daki demokrasi taleplerinin temelinde de, Hindistan ve Bangladeş’teki geniş protesto eylemlerinde de hep bu aynı genel toplumsal hoşnutsuzluk ve huzursuzluk halidir sözkonusu olan.
Bu dalgadır ki, mevcut burjuva parlamenter demokrasileri de sarsmakta, düzen partilerini aşındırmaktadır. İstisnasız tüm kapitalist ülkelerde büyük bir toplumsal değişim arzusu yükselmektedir ve birçok ülkede bu arzu siyaset sahnesindeki aktörleri değiştirmiş ya da değiştirmekle tehdit etmektedir. İspanya’da Podemos’un yükselişi, Yunanistan’da Syriza’nın yükselişi, ABD seçimlerinde Sanders’in büyük taraftar toplaması, İngiltere’de Corbyn’in sürpriz bir şekilde İşçi Partisi’nin başına geçmesi, İtalya’da son seçim sonuçlarında ortaya çıkan tablo vb. Tüm bunlar toplumsal değişim arzusunun ifadeleridir. Bir de bu tabloya tersinden bakalım. ABD’de Trump’ın yükselişi, Avrupa ve ABD’de islamofobinin, göçmen karşıtlığının, yabancı düşmanlığının, ırkçılığın, faşist eğilimlerin yükselişi, Türkiye’de faşizmin tırmanış süreci vb. Bunlar da aynı tabloya burjuva düzenin cevabını oluşturuyor. Tek kelimeyle, kapitalist krizin derinden vurduğu tüm ülkelerde bir kutuplaşma sözkonusudur.
Hal böyleyken, işçi sınıfının durumunun AB’de kalarak mı yoksa çıkarak mı daha iyiye gideceği tartışmasına hapsolup kalmak büyük bir yanlıştır. 13 yıl önce kaleme aldığı kapsamlı broşürde Elif Çağlı şöyle koyuyor meselenin özünü: “Türkiye ve benzeri ülkelerde AB’ye katılım konusunda yürüyen tartışma ve kapışmalar, temelde burjuvazinin iç sorunudur. Bizler bu tartışmada «evet» ya da «hayır» biçiminde taraf tutmak zorunda değiliz. Unutmamalıyız ki, hangi sorun olursa olsun Marksist açıdan doğru olan ve dolayısıyla işçi sınıfının çıkarlarını yansıtan tutum, asla ve asla kapitalizmin çerçevesi içine sıkıştırılamaz. Çözüm, ne AB’li ne de AB’siz bir kapitalizmdedir. İşçi sınıfının ve emekçi kitlelerin baskı ve sömürü koşullarından kurtuluşunun yolu kapitalist düzeni yıkacak toplumsal devrimden geçiyor.” (Avrupa Birliği Sorununda Marksist Tutum)
[*] Elif Çağlı, 2003 yılında kaleme aldığı Avrupa Birliği Sorununda Marksist Tutum adlı broşüründe, AB hakkındaki liberal güzellemelerin kofluğunu şöyle vurguluyordu: “İşçi sınıfı liberal burjuva yalanların peşinden sürüklenmenin acısını, tam iki kez dünyayı cehenneme çeviren emperyalist paylaşım savaşlarında fazlasıyla yaşadı. Bugün de Amerikan emperyalizmi, dünyanın rakipsiz egemeni olabilmek için dört bir yana savaş ilân ediyor. Bu çılgınlığı ne «Birleşmiş Milletler» teşkilâtı ve ne de «Avrupa Birliği» önleyebilir. Tersine, emperyalist sistemin mevcut tüm birlikleri, yeni bir paylaşım savaşı döneminde derin krizlere sürüklenmekteler. (…) Kapitalist «Avrupa Birleşik Devletleri» yolunda yürüyeceği farz olunan Avrupa Birliği bakalım bugünkü düzeyinde bir «birlik» olarak bile kalabilecek mi? Saldırgan ABD karşısında kapitalist Avrupa’nın savaş karşıtı, demokratik bir seçenek olabileceği iddiası bir kez daha gümbürdeyerek çökecek. (…) Avrupa Birliği denilen şey, gerçekleşmiş ve gerçekleşebilecek yönüyle çeşitli kapitalist ülkeler arasında kurulan geçici bir ekonomik birliktir ve bu tür birliklerin oluşması her zaman için mümkündür. Fakat kapitalizm temelinde ulus-devletler şeklindeki parçalanmanın aşılması ve Avrupa devletlerinin barışçı bir kaynaşması mümkün değildir. Bu kaynaşma ancak, işçi sınıfı iktidarı altında, Avrupa Birleşik İşçi Sovyetleri temelinde gerçekleşebilir.” AB’deki son sarsıntıların daha ayrıntılı bir analizi için bakınız: Oktay Baran, Sarsılan AB ve Işıldayan Marksizm,12 Mart 2016, marksist.com
link: Oktay Baran, Brexit’in İşaret Ettikleri, 4 Temmuz 2016, https://marksist.net/node/5193
Barış Karanfilleri Ankara Katliamının 9. Ayında Anıldı
Devrimci Mücadeleye Adanan Yaşamlar