1 Eylül 1939’da faşist Alman ordularının Polonya’yı işgale girişmesiyle II. Dünya Savaşı resmen başlamış oluyordu. 50 milyon insanın katledilmesiyle ve çok daha fazlasının yaralanmasıyla sonuçlanan bu emperyalist barbarlığın resmi başlangıç tarihi, daha sonra yine aynı emperyalist güçler tarafından Dünya Barış Günü ilan edildi! George Orwell’in meşhur 1984 romanında tasvir ettiği egemen sınıfın sözcük oyunlarını aratmayacak bir sahtekârlıktı söz konusu olan. Emperyalizm çağında nasıl ki büyük güçlerin kozlarını paylaştıkları savaşlar emperyalist savaşlarsa, onların çıkarlarını koruyan ve garanti altına alan bir barış da ancak emperyalist bir barıştır. Gerçek şu ki, emperyalist kapitalist sistem egemenliğini sürdürdüğü sürece, sözde barış dönemleri gerçekte emperyalist savaşlar arasında verilen geçici bir ateşkes döneminden başka bir şey değildirler.
Emperyalistler II. Dünya Savaşı aracılığıyla o günkü güç dengelerine göre (yani ABD hegemonyasında) dünyayı yeniden paylaşmış ve kurdukları Birleşmiş Milletler (BM) örgütü sayesinde sonsuz bir barış döneminin başlayacağı yalanını bir kez daha tüm insanlığa yutturmaya çalışmışlardı. Bu yalan yalnızca emperyalistler tarafından değil, dönemin Sovyet bürokrasisi tarafından da defalarca yinelenmişti. Bu barış yalanını desteklemek ve gerektiğinde onu yeni savaşların nedeni haline getirebilmek için, büyük emperyalist güçlerin doğrudan karşı karşıya gelmediği savaşlar, emperyalist medya tarafından ya gözardı edilmiş ve yokmuş gibi ele alınmıştır, ya da emperyalistlerin müdahalesinin önünü açmak ve müdahaleyi meşrulaştırmak üzere, etnik, dini, aşiretsel vb. nedenlerle barbarların birbirini boğazlaması olarak sunulmuştur.
Burjuva ideologların ve medyanın yaydığı barış dönemi yalanlarının özellikle savaş atmosferinin uzağında kalan ileri kapitalist ülkelerde ciddi bir yanılsamaya yol açtığı söylenebilir. Bu yanılsama, solcu geçinen aydınları da içten içe etkilemiş ve sol cenahta da “barış dönemi” kavramı sorgusuz sualsiz rahatlıkla kabul görebilmiş ve Kautsky’nin “barışçıl” kapitalizm safsatası şu ya da bu kılık altında tekrar canlandırılmıştır. Avrupa merkezli ve Avrupa-merkezci bu sakatlanmaya karşı şu gerçeği tüm işçilerin bilinçlerine kazıması gerekir: Emperyalizm çağı boyunca ve hele II. Dünya Savaşından bu yana dünyanın şu ya da bu bölgesinde haksız savaşların yaşanmadığı tek bir gün bile geçmemiştir. Son altmış yılda yüze yakın ülkenin dâhil olduğu iki yüze yakın savaş yaşanmış ve bu savaşlarda 25 milyona yakın insan katledilmiştir. Ve bu savaşlar, liberal-reformist solcuların “müdahale et” çağrısında bulundukları BM örgütünün gözetmenliği altında gerçekleşmektedir.
Gerçekte ne bu barış dönemi yalanı ilk kez söyleniyordu ne de sözde barışın güvencesi olarak kurulan BM bu tür ilk uluslararası örgüttü. Aynı barış yalanlarının eşliğinde I. Dünya Savaşının sonrasında da Milletler Cemiyeti kurulmuştu. Ama bu sözde barış örgütünün ömrü ancak yeni bir savaşa, II. Dünya Savaşına kadar sürmüştü. Bir kez daha tüm çıplaklığıyla ortaya çıkıyor ki, tıpkı II. Dünya Savaşının öncesinde can çekişerek çöken Milletler Cemiyeti gibi Birleşmiş Milletler de bugün artık cesetten başka bir şey değildir. Hangi biçimler altında gerçekleşeceği tartışmasını bir tarafa bırakarak söyleyelim, üçüncü emperyalist paylaşım savaşı hiç de uzak değildir. Ve tüm dünya çapında yeni bir topyekûn paylaşım savaşı tehdidi giderek bir gerçekliğe dönüşürken, bu sürecin ilk “kurbanı” BM olmuştur.
Ne ilginç bir tesadüftür ki, bu üçüncü savaşa doğru ilerleyen sürecin resmi başlangıcı kabul edilen olay da yine bir Eylül ayında gerçekleşti: 11 Eylül saldırısı. ABD emperyalizmi, bundan beş yıl önce, Pearl Harbor baskınını bir tarafa bırakırsak, ilk kez kendi topraklarında saldırıya uğramıştı. İkiz Kuleler yıkılmış, Savaş Bakanlığının simgesi Pentagon binasının bir kısmı çökmüş, toplam üç bine yakın insan can vermişti. Yıllardır her an “düşman”lardan gelecek saldırı korkusuyla yaşamaya alıştırılmış ve böylelikle bir korku ve güvensizlik toplumuna dönüştürülmeye çalışılmış Amerikan halkının yaşadığı tedirginlik, ABD burjuvazisi tarafından eşsiz bir hazırlık ve ustalıkla kullanıldı. ABD emperyalizmi SSCB’nin yıkılışından bu yana tüm dünya çapında saldırıya geçmek için yürüttüğü hazırlığı böylelikle tamamlamış oluyordu. Örneğine az rastlanır bir pervasızlık, kural tanımazlık, vahşilik ve barbarlık sergilemek için bahanesi hazırdı artık. 11 Eylül saldırısını düzenlediğini iddia ettiği ve “uluslararası teröristler” olarak adlandırdığı güçlere karşı giriştiği emperyalist saldırganlık ve savaşları, “terörizme” karşı özgürlük ve demokrasi için verilen “savunma savaşları” olarak yutturmak artık kolaydı.
11 Eylül 2001’de İkiz Kulelere yönelik saldırı, uzun süredir yürütülmekte olan bu nitelikteki bir hazırlığın son halkası oldu ve Amerikan halkını Ortadoğu kökenli belirsiz bir düşmana karşı “kendi” burjuvalarının etrafında kenetleme amacına hizmet etti. Bu saldırı planının fiilen gerçekleştirilmesinde hangi güçler yer almış olursa olsun, elde edilen sonucun ABD egemenlerinin niyetleriyle doğrudan bağı aşikârdır. Vietnam ulusal kurtuluş savaşı döneminde gerek siperlerde gerekse de ülke içinde yükselen muhalefet dalgasının altında kalan Amerikan burjuva zirvesi, bu deneyimden çıkarttığı bazı dersler doğrultusunda harekete geçti. Bu kez Ortadoğu’ya yönelik çok yönlü saldırılar öncesinde, yaratılan dış düşman çok daha belirsiz ve korkutucu kılındı, şeytan sahneye “uluslararası terörizm” giysilerine büründürülerek çıkartıldı. Amaçlanan, özelde Amerikan halkının genelde ise insanlığın aklının bu “terör” senaryosuyla başından alınmasıdır. (Elif Çağlı, Tehlikenin Ortasında, MT, Haziran 2006)
Nasıl ki II. Dünya Savaşının gerçek sebebi faşist Almanya’nın Polonya’ya saldırması değilse, bugün ABD emperyalizminin yürüttüğü savaşın gerçek sebebi de 11 Eylül saldırıları ya da terörizme karşı mücadele değildir. Bunlar yalnızca emperyalist saldırganlığı gerekçelendirmek ve emekçi sınıfları emperyalist savaşların gönüllü bir taraftarı haline getirebilmek için ileri sürülen bahanelerdir. ABD’nin ve ortaklarının bugün yürüttükleri savaşta başları ne zaman sıkışsa, kamuoyunda ne zaman soru işaretleri oluşsa ya da savaşın acımasızlığına karşı ne zaman tepkiler bir parça yükselse, şurada ya da burada bombaların patlamasına artık alıştık! Son olarak İngiliz burjuvazisinin “11 Eylül’den daha korkunç bir saldırı hazırlığı var” diyerek tüm toplumu alarma geçirmeye çalışması da bu “terörizm öcüsü”nü canlı tutma çabasından başka bir şey değildir. “Terörizm” hayaleti tarihin hiçbir döneminde burjuvazinin egemenliğine bu denli hizmet etmemiştir.
Ortadoğu’da emperyalist savaş devam ediyor
Bugünkü savaş “terörizme” karşı yürütülmüyor. Bu savaş, emperyalist büyük güçler arasındaki –şimdilik– dolaylı bir hegemonya savaşıdır. Gerçek sebep, tıpkı II. Dünya Savaşınınki gibi, iktisadi krizin daha da keskinleştirdiği emperyalist rekabet ve paylaşım kavgasıdır. ABD emperyalizmi, giderek güçlenen emperyalist rakipleri (AB, Japonya, Rusya ve Çin) karşısında SSCB’nin çöküşünden sonra sarsılmaya başlayan hegemonyasını pekiştirmek, sağlamlaştırmak ve daha da geliştirmek için yürütüyor bu savaşı. Afganistan’ın işgaliyle başlayan, Irak’ın işgaliyle Ortadoğu’ya uzanan savaş bugünlerde Lübnan’a sıçratılarak, Suriye ve İran’a saldırıya giden yolun da önü açılmak isteniyor.
Lübnan’daki savaşı, İsrail ile Hizbullah arasındaki bir savaş olarak değil, ABD’nin yürüttüğü genel savaşın bir parçası olarak algılamak zorundayız. Bu savaş ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) bir gereği idi. ABD, bölgedeki en güvenilir müttefiki olan İsrail’in güvenliğini belli ölçülerde sağlamadan İran ve Suriye’ye doğrudan müdahalede bulunmayı tercih etmiyor. Filistin’de ve Lübnan’ın güneyinde İsrail’e karşı savaşan güçler belli ölçülerde denetim altına alınmadığı sürece, İran’a ve Suriye’ye karşı girişilecek bir emperyalist saldırganlığın faturasının bu güçlerce İsrail’e kesileceği ortadadır. Bir başka deyişle, BOP’un hayata geçirilmesi için İran ve Suriye’nin “elden geçirilmesi” ve bu işe girişmeden önce de bölgedeki cephe gerisinin yani İsrail’in garanti altına alınması gerekiyor. Zira emperyalistlerin desteği olmaksızın, İsrail devletinin bu haliyle bölgede varlığını sürdürmesi imkânsızdır.
ABD ve İngiltere’nin açık desteğini alan, AB’li diğer emperyalistlerin ise açıkça karşı çıkmadan mırın kırın ettikleri, çoğu çocuk olmak üzere binden fazla insanın öldüğü ve binlercesinin yaralandığı İsrail saldırısından sonra, bugün İsrail’in, işgal ettiği güney Lübnan topraklarından çekilerek yerini BM’ye bağlı bir “barış gücü”ne bırakması kararlaştırılmış durumda. Böylelikle Lübnan’daki İsrail karşıtı gruplar ile İsrail arasına bir tampon bölge yerleştirilmiş ve İsrail saldırılardan korunmuş olacak! Ancak bu barış gücünün görevleri arasında, ne Filistinlileri ne Lübnanlıları ne de diğer Ortadoğu halklarını İsrail-ABD ve İngiltere’nin saldırılarından korumak gibi bir görev bulunuyor. Bir başka deyişle, bir kez daha BM’nin, emperyalist saldırganlığın kılıfından başka bir şey olmadığı açığa çıkıyor.
Tüm bunlar, ABD’nin İngiltere ve İsrail’le birlikte yürüttüğü savaşın “terörizme karşı” bir savaş olmadığını, ya da yalnızca petrol kuyularının denetimini ele geçirmek amacıyla yürütülmediğini gösteriyor. Söz konusu olan şey, Kuzey Afrika’dan Ortadoğu’ya, Balkanlar’dan Kafkasya ve Orta Asya’ya kadar olan geniş coğrafyanın, ABD’nin mutlak hegemonyası altında siyasi ve iktisadi temelde yeniden şekillendirilerek kapitalist dünya pazarına tam entegrasyonunun sağlanmasıdır. Böylelikle, stratejik enerji kaynaklarının tamamıyla kontrol altına alınması ve bölgenin ABD’nin nüfuzu altında yeni bir pazar ve yatırım alanı haline getirilerek, rakip emperyalist güçlerin bu alandan dışlanmasıdır. ABD’nin “önleyici savaş” stratejisinin temel hedefi, “teröristler”i değil, bu muazzam coğrafyada daha etkin olmak isteyen emperyalist rakiplerini uzunca bir süreliğine “önlemek” ve güçlenmelerini engellemektir.
Bu gerçekliği kavramak işçi hareketi açısından son derece önemli, aksi takdirde, yakın geçmişte yapılan hataların tekrarlanması kaçınılmazdır. Nitekim 11 Eylül saldırılarından sonra ABD’nin “meşru müdafaa” söyleminin etkisinde kalarak burjuvazinin “terörizmi kınama ve lanetleme” korosuna katılanların sayısı hiç de az değildi! Kimileri ise önce Afganistan’daki ardından da Irak’taki savaşları bu “küçük” ülkeler ile ABD arasındaki bir savaştan ibaret olarak değerlendirip, büyük devlete karşı küçük devletin yanında olmak gerekir diyerek gerek Taliban gerekse de Saddam gericiliğine destek verdiklerini ilan ettiler. Sözümona anti-emperyalizm adına emekçileri Taliban saflarında ya da Saddam ordusunda savaşmaya çağıranlara bile rastladık! Bugün de bu tür çevrelerin Irak’taki direnişi göklere çıkardığını, ona koşulsuz destek verdiklerini ve bu direnişi anti-emperyalist bir direniş olarak nitelediklerini biliyoruz.
Öte yandan, Lübnan’a ABD teşvikli ve destekli İsrail saldırısı başladığında, Avrupa’da burjuva reformist sol, Hizbullah’ı terörist olarak nitelediğinden mırın kırın etmekle yetindi. Bir taraftan terörizmi kınarken diğer taraftan İsrail’den “orantısız” güç kullanmamasını rica ettiler. Burjuva sol ve liberaller, bu savaşın haksız bir savaş olduğu gerçeğini bir tarafa bırakarak, savaşı başlatan ilk eylemin hangi taraftan geldiğini saptamaya çalıştılar! Bazı küçük-burjuva devrimci çevreler ise Irak’taki yanlış tutumlarını bu savaşta da sürdürdüler. Meseleyi hiçbir şekilde kavramadıklarının en açık göstergesi, Lübnan bayraklarını kendi bayraklarının yanında taşımakta oluşlarıdır. Bir burjuva devletin bayrağını sahiplenmenin kabul edilebilir bir tarafının olmadığı açıktır.
Bugün yürümekte olan ve giderek daha fazla ülke ve bölgeyi içine alarak genişleyecek olan savaş, üstü ne kadar örtülmüş olursa olsun gerçekte büyük emperyalist güçler arasındaki bir savaştır. Bugün bu güçlerin apaçık karşı karşıya gelmemesi ve savaşın büyük güç ABD ile küçük devletlerin bir savaşımı olarak cereyan ediyor oluşu bizleri yanıltmamalıdır. Dün ne Afganistan ne de Irak ezilen bir ulus ya da bir sömürge konumundaydı. Ve bugün de ne Lübnan ne Suriye ne de İran böyle bir konumdadır! Hiç unutmamalıyız ki yarın da Türkiye böyle bir konumda olmayacaktır. Özellikle Türkiye, İran, Irak gibi orta boy kapitalist ülkelerin hepsi de, yürüyen bir paylaşım kavgasında ayakta kalmaya, elden geldiğince güçlerini arttırmaya dün ve bugün olduğu gibi yarın da çaba göstereceklerdir. Kimisinin çıkarları onu ABD emperyalizminin saflarında yer almaya zorlarken, kimisinin çıkarları da onu ABD emperyalizminin hedefi haline getiriyor, ama bunlar da sırtlarını diğer büyük emperyalist güçlere dayamışlardır. Mevcut çıkarları ya da siyasi rejimleri veyahut da sınırları ABD emperyalizminin çıkarlarıyla örtüşmüyor diye ABD ile bir çatışmaya girmeleri veya ABD’nin saldırısına maruz kalmaları, bu burjuva devletlerin sınıfsal tabiatını asla değiştirmediği gibi, bu devletlere sahip olmadıkları birtakım misyonları ve sıfatları bahşedecek de değildir. Bu burjuva rejimlerin hepsi de bıraktık işçi sınıfı tarafından desteklenmeyi, bizzat işçi sınıfı tarafından yıkılmayı hak eden rejimlerdir.
Barış İşçi İktidarıyla Gelecek!
Afganistan’daki Taliban ve Lübnan’daki Hizbullah ABD ve ortaklarının hedef tahtasına oturtulduğunda, AB emperyalizmi bu ülkelerde doğrudan çıkarları bulunmadığı için pek sesini çıkarmıyor. Ama söz konusu olan Irak ya da İran gibi doğrudan stratejik enerji kaynaklarına sahip ülkeler olduğunda, diplomatik alanda ABD’nin önünü mümkün olduğunca kesmeye ve ancak engelleyemediği ölçüde onun planlarına angaje olmaya çalışıyor.
Irak savaşının hemen öncesinde AB’nin burjuva solu (sözde işçi partileri ve sosyalist partiler) kitleleri savaş karşıtı gösteriler için seferber etmişti. Burjuva solu bu savaşın “petrol için” yapıldığını haykırıp durmakla, aslında kendi burjuvazisinin petrol konusundaki duyarlılığını dışa vurmuş oluyordu. Ne de olsa Irak savaşı öncesinde Irak ve İran petrolleri, Alman, Fransız ve Rus şirketlerinin denetimi altındaydı! Avrupa’nın burjuva ve reformist solu “petrol savaşına hayır” sloganıyla bu çirkin hesapların üstünü örttüğü gibi, bu savaşta AB’nin de emperyalist bir taraf olarak bulunduğu gerçeğini gizlemiş oluyordu. Emperyalist AB burjuvazisinin ABD’nin askeri saldırganlığına karşı çıkıp, barışsever rolünü oynamasının tek sebebi, henüz ABD ile askeri planda karşı karşıya gelecek bir güce sahip olmamasıdır. Emperyalist paylaşım oyununun sahası iktisadi, ticari, siyasi ve diplomatik alanın dışına çıkıp askeri alana kaydığı andan itibaren AB’li emperyalistler bugün için hiçbir şanslarının olmadığını gayet iyi biliyorlar. Bu nedenle de bu barışsever söylemle bir taraftan ABD’yi yavaşlatıp zaman kazanmaya çalışırlarken, diğer taraftan da olanca hızla silahlanmaya bakıyorlar!
Ama bu sahte barışseverliğin emekçi kitleler nezdindeki olumsuz etkileri bunlarla sınırlı değil. Bu sosyal-pasifist söylemin temel günahı, burjuva düzenin kurumlarına güven aşılaması, BM gibi emperyalist örgütleri uluslararası hukuku ve barışı sağlayan örgütler olarak pazarlaması ve savaşsız bir kapitalizmin mümkün olduğunu vazetmesidir. Bu pasifist söylemin temel günahı, emekçi kitlelere emperyalist savaşların barışçıl gösterilerle engellenebileceği fikrini benimsetmeye çalışmasıdır. Onlara kalırsa, eğer ABD yönetiminde petrol ve silah tekellerinin ağırlığı olmasaydı, eğer Yahudi lobisi olmasaydı, eğer ABD başkanı Bush gibi bir aptal değil de daha becerikli ve zeki bir başkan olsaydı, eğer ülke ekonomisinde “askeri” değil de “sivil” sektörler ağır basıyor olsaydı, eğer BM gibi uluslararası kurumların devreye girmesine olanak tanınsaydı, eğer barışa bir şans verilseydi vb. bu savaşlardan ilelebet kurtulacaktık! Liberalinden reformistine tüm küçük-burjuva sol anlayışlar bu pasifist yaklaşımlarla, emperyalist savaşların önüne ancak proleter devrimlerle geçilebileceği gerçeğini unutturuyorlar. Bununla da kalmıyor, en küçüğünden en güçlüsüne tüm burjuva hükümetlerin emperyalist paylaşım kavgasının bir aktörü ya da figüranı olduğunu da, savaşların kapitalizmin doğasından kaynaklandığını da emekçi kitlelerden gizlemiş oluyorlar. Oysa:
Kapitalizm varolmaya devam ettiği sürece çeşitli burjuva kesimleri ve grupları arasında kıyasıya rekabetin, sıcak çatışmalarla, yani emperyalist paylaşım savaşlarıyla sonuçlanması kaçınılmazdır. Bir başka deyişle, derin iktisadi krizler nasıl kapitalizmin içsel işleyişinden kaynaklanıyorsa ve kapitalizmi krizlerin patlak vermesinden kurtarmak mümkün değilse, emperyalist savaşlar da doğrudan kapitalizmin iktisadi krizlerinden ve yeniden-paylaşım kavgasından türerler. İşte bu yüzden savaşsız bir kapitalizm düşünülemez. Dolayısıyla işçi sınıfı emperyalist savaşların kurbanı olmak istemiyorsa yalnızca emperyalist savaşları başlatan, körükleyen, destekleyen, sevk ve idare eden burjuva hükümetlere değil, bir bütün olarak kapitalist sisteme son vermek zorundadır. O halde emperyalist savaşları engellemenin tek mümkün yolu burjuvazinin egemenliğine son verecek bir proleter devrimdir. İşte bundan ötürü, emperyalist bir savaşa ilişkin olarak, burjuvazinin iktidarını devirme perspektifinden yoksun bir “barış” sloganı, işçi sınıfının sloganı olamaz. Marksistler işçi sınıfına silahlardan arınmasını ve barış güvercinleri uçurmasını değil, o silahları gerçek düşmanına yöneltmesini söyleyerek şu çağrıda bulunurlar: Sınıf kardeşlerini boğazlamayı reddet, gerçek düşmanın içeridedir, kendi burjuvazindir! (Özgür Doğan, Emperyalist Savaş ve Marksist Tutum, www.marksist.com, 12 Kasım 2001)
Henüz bu bilinçle olmasa da, savaşın sonuçlarını doğrudan yaşayan dünya emekçilerinin yüreğinde bu savaşlara son verilmesi isteği haklı olarak büyüyüp gelişiyor. Irak savaşının hemen öncesinde milyonlara varan sayılarla emekçiler eşzamanlı olarak dünyanın çeşitli kentlerinde defalarca alanları doldurdular. Ama milyonlarca emekçinin savaşa karşı haklı ve içten düşmanlığı, pasifist-reformist lafebelerinin ellerinde heba ediliyor.
Buradan emekçilerin bu tür barış talep eden gösterilerinin hiçbir anlam ve önem taşımadığı şeklinde bir sonuç çıkarmak da kesinlikle yanlış olacaktır. Tarihin her döneminde haksız savaşların faturasını esas olarak emekçiler ödemişlerdir. Devrimci bir yönelime sahip olmadıkları ve devrimci bir örgütlülük temelinde ifade edilmedikleri sürece, emekçilerin barış taleplerinin egemen burjuva sınıf nezdinde belirleyici bir etkisi hiçbir zaman olmamıştır. Ancak savaşın yıkıcı etkilerine karşı barış talepleriyle alanları dolduran emekçiler, emperyalist savaşların barışçıl gösterilerle durdurulamayacağı ve engellenemeyeceği gerçeğini mücadele içinde öğrenebilirler. Lenin’in sözleriyle, işçi kitleleri kitaplardan değil mücadeleden öğrenirler. Bu tür gösteriler, barışa dair tüm çocuksu hayallerin test edilme alanlarıdırlar. Reformistlerin etkisi altında kaldığı sürece kısa zamanda vurdumduymazlığa ve karamsarlığa yol açacak olan bu tür gösteriler, devrimci bir önderlik altında kapitalist sistemin yıkılışına giden yolu açabilirler.
Birçok konuda olduğu gibi bu konuda da 1917 Ekim Devrimi ve onu önceleyen Şubat-Ekim dönemi bizlere ışık tutuyor. Şubatta Çarlığın yıkılmasına yol açan gösterilerin temel talepleri ekmek, toprak ve barış idi. I. Dünya Savaşından bıkmış emekçi kitlelerin savaşın getirdiği ölümlere ve sefalete artık bir son verilmesi ve barışın sağlanması talepleri belirleyici olmuştu. Ancak Çarlığın yıkılmasıyla işbaşına gelen burjuva geçici hükümetin savaşa devam kararı, emekçi kitlelerin emperyalist savaşa derhal son verilmesi talebini yükselten Bolşevikleri izlemesinde önemli bir rol oynamıştı.
Lenin ve Bolşevikler, I. Dünya Savaşı öncesinde silahsızlanma türünden barışçıl sloganları, yaklaşmakta olan savaş bu pasifist tutumlarla engellenemeyeceğinden haklı olarak eleştiriyorlardı. Barış, pasifist sloganlarla ya da kapitalizm çerçevesinde hiçbir zaman gerçekleştirilemeyecek bir silahsızlanma programıyla değil, ancak işçi sınıfının uluslararası devrimci eylemliliğiyle sağlanabilirdi. Savaşsız bir kapitalizm söz konusu olamazdı. Ama savaşın yarattığı cehennem bir gerçeklik haline geldiğinde ve bu durumda emekçiler barış talebini yükselttiklerinde, bizzat cephedeki emekçiler kendi silahlarını kendi subaylarına doğrulttuklarında, işte o zaman barış talebi muazzam bir devrimci kaldıraç haline gelebilirdi ve gelmişti de. Bolşevikler savaş döneminde barış sloganına karşı çıkmadılar, ona devrimci bir içerik kattılar, onu devrimci bir programla besleyip işçilerin iktidarı hedefine bağladılar: Barışı sağlamanın tek yolu kapitalizmi yıkmaktan ve işçilerin iktidarını kurmaktan geçiyordu, gerçek düşman içerideydi, kendi burjuvazindi.
Ekim Devrimine giden süreçte proleter devrim hedefine bağlı bir barış talebini yükseltmiş olan Lenin önderliğindeki Bolşevikler, pasifist lafebeliklerine en küçük bir taviz vermemeyi ilke edinmişlerdi. Nitekim Bolşevikler Komünist Enternasyonal’i inşa ettiklerinde ona katılmanın 21 koşulundan biri olarak şu şartı getirmişlerdi:
Komünist Enternasyonal’e katılmayı arzulayan her parti, sadece açık sosyal-yurtseverliği değil, sosyal-pasifizmin namussuzluğunu ve ikiyüzlülüğünü de teşhir etmekle yükümlüdür: Kapitalizm devrimci yoldan yıkılmadıkça ne uluslararası hakem mahkemelerinin, ne silahlanmanın kısıtlanması hakkındaki gevezeliklerin ne de Milletler Cemiyeti’nin “demokratik” tarzda yeniden örgütlenmesinin insanlığı yeni emperyalist savaşlardan kurtaramayacağını işçilere sistematik olarak göstermek zorundadır. (Lenin, Komintern’e Katılmanın 21 Koşulu, III. Enternasyonal içinde, Belge Yay., s.31 [düzeltilmiş çeviri])
İşte bugün de komünistlerin izlemesi gereken yol budur.
link: Oktay Baran, Barış Bir Devrim Sorunudur, 1 Eylül 2006, https://marksist.net/node/877
11 Eylül’den 12 Eylül’e, Şili’den Türkiye’ye
Ankara’nın Proleterleşen Çehresi ve OSTİM İşçileri