Dış pazarlara yayılma ihtiyacı
Kapitalist gelişim zamanla tek bir dünya pazarı yaratmış olsa da, bu üretim tarzı başlangıçta yalnızca belirli koşullara sahip bir bölgede, feodalizmin geliştiği Batı’da ortaya çıkmıştı. İnsanlık tarihinin tek tip bir ilerleme çizgisine sahip olmadığı biliniyor. Batı’da feodal üretim tarzı egemenken, Doğu’da Asya tipi üretim tarzı hüküm sürüyordu. Toprakta özel mülkiyetin yer almadığı bu üretim tarzı geniş ve güçlü despotik imparatorluklar yaratmıştı. Bu imparatorluklar Batı’daki gelişimden farklı olarak, kendi iç dinamikleriyle kapitalist bir dönüşüm yaşayabilme özelliğinden yoksundular. Kapitalist ilişkiler, feodal üretim tarzının egemen olduğu Batı’da gelişmeye başladı ve buradan hareketle dünyaya yayıldı. Kapitalizmin dünyaya yayılışı, zaman ve hız bakımından eşitsizlik temelinde ilerleyen bir süreç içinde gerçekleşti.
Tarımsal nüfusun önemli bir bölümünün mülksüzleştirilmesi ve tarım dışına sürülmesi, yalnızca emekçileri, onların geçim araçlarını ve emek malzemesini sınai sermaye için özgür kılmakla kalmadı, bir iç pazar da yarattı. Kapitalist gelişme kapitalizm öncesi üretim ilişkilerini ve bu temelden kaynaklanan siyasal ve hukuksal biçimleri ortadan kaldırarak ilerlemesini sürdürürken, eski dönemlerin yerel ve içe kapalı iktisadi yaşamına son verdi. Bir ulusal pazar ağı örerek ulusal birliklerin ve ulus-devletlerin oluşumunu mümkün kıldı.
Kapitalist gelişimin küçük yerel pazarları biraraya getirdiğine, onları büyük bir ulusal pazar, sonra da bir dünya pazarı halinde birleştirdiğine dikkat çekmişti Lenin. Böylece kapitalizm, ilkel kölelik ve kişisel bağımlılık biçimlerini yıkarak, topluluk köylülüğü arasında tohum halinde görülebilen çelişkileri derinliğine ve genişliğine geliştirerek, sorunların çözüm yolunu da hazırlıyordu.[1] Küçük-burjuva solların mutlak bir yıkım olarak değerlendirdikleri bu dönüşüm süreci, aslında insan yaşamı açısından sınıfsız ve sömürüsüz bir geleceği yaratacak olan proletaryayı geliştirip büyüterek, bir anlamda yapıcı bir tarihsel işlev görmekteydi.
Kapitalizm tek bir sektör, bölge veya ulus-devlet sınırları içindeki ilerleyişle ve yalnızca bir iç pazarı yaratıp geliştirmekle yetinemez. Onun varlığını sürdürebilmesi için, sürekli olarak yatağını genişleten bir akışkanlığa sahip olması şarttır. O nedenle kapitalist üretim tarzı, egemenliğini tesis etmeye başladığı ilk dönemlerden itibaren sınırlarının dışına taşma ihtiyacı duymuş ve bir dış pazarlar sorununu gündeme getirmiştir. Nitekim Marx, ortalama kâr oranının düşüş eğilimine karşı kendini korumaya çalışan sermayenin dış ticareti kendine bir çıkış kapısı olarak göreceğini dile getirir. Yine onun sözleriyle, “dış ticaretteki gelişme, çocukluk çağında kapitalist üretim tarzının temeli olmakla birlikte, bu üretim tarzındaki daha ileri aşamalarda, kapitalist üretimin iç zorunluluğu ve durmadan büyüyen piyasa gereksinmesi nedeniyle, onun kendi ürünü halini alır.”[2]
Kapitalizm sermayenin kendini yalnızca yeniden üretmesine dayanan basit yeniden üretim süreci olmayıp, üretim sürecinin her döngüsünde yaratılan artı-değerin önemli bölümünün sermayeye eklenmesiyle ilerleyen genişletilmiş yeniden üretim sürecidir. Üretilen toplam meta değerinin bir kısmı çeşitli sınıfların zorunlu ya da lüks tüketim harcamalarına karşılık gelirken, diğer bir kısmı ise yeni yatırımlara tahsis edilmek durumundadır. Kapitalizm, üretimin daima genişlemesini emreden bir birikim eğilimiyle birlikte yol alır. Bu nedenle gerek iç gerek dış pazarların genişlemesi zorunludur. Kapitalizm egemenlik alanını küreselleştirme ve kapitalist olmayan ülkeleri dünya ekonomisinin çarkına sokma ihtiyacı içinde varlığını sürdürür.
Bu tip ihtiyaçlar çerçevesinde ortaya çıkan sorunlar, geçmiş dönemlerden başlayarak Marksistler arasında çeşitli tartışmaların konusu olmuştur. Örneğin gelişmiş kapitalist ülkelerde iç pazarın artı-değeri realize etmeye yetmeyeceği iddia edilmiştir. Rosa Luxemburg, artı-değerin kapitalist ülkelerde gerçekleştirilemeyen kısmının henüz kapitalistleşmemiş alanlar tarafından emildiği ve kapitalist birikimin bu sayede yoluna devam edebildiği şeklinde görüşler geliştirmiştir.
Rosa Luxemburg’un hareket noktası, Marx’ın genişletilmiş yeniden üretime dair modellerinde bazı hatalar olduğu düşüncesidir. Ona göre bu modellerde varsayılan iki sınıflı (burjuvazi ve proletarya) sistem, artı-değeri içeren üretim parçasına ne kapitalistlerden ne de işçilerden talep olmayacağı için işlemeyecektir. Luxemburg, tamamen kapitalist bir ortamda birikimin imkânsız olduğunu söyler ve “sermaye birikimi sadece kapitalist-olmayan tabaka ve ülkelerin pahasına ilerleyebilir, genişleyebilir” der.[3]
Rosa’nın değerlendirmesine göre, yeni pazarlar arama ve yayılma eğilimiyle yol alan kapitalist sistem zamanla kapitalist olmayan ülke ve bölgeleri yutup bitirecek ve bu durum kapitalist üretim tarzının sonunu getirecektir. Zira kapitalizm tüm dünyaya egemen olduğunda Marx’ın iki sınıflı modeli geçerlilik kazanacak, fakat ulaşılan bu moment aslında kapitalizmin tükenişini ifade edecektir. Bu momente varıldığında “birikim yani sermayenin daha da genişlemesi imkânsız hale gelir”. Özetle bu çözümlemede, böylece “kapitalizm çıkmaz yolun sonuna ulaşır” ve “nesnel sınırına dayanır.”[4]
Kapitalist üretim tarzının tarihsel geçiciliğini ve yaşlandıkça hararetli gelişme potansiyelini yitireceğini belirtmek doğru bir tutumdur. Fakat kuşkusuz kapitalizm, Rosa’nın açıklamasının çağrıştırdığı tarzda kendiliğinden çökmeyecektir. Kapitalist olmayan alanların tüketilişi, bir başka deyişle her yerin kapitalistleşmesi, kapitalist birikim olanağını basitçe sonlandırmayacaktır. Zira insanlık ve doğa üzerinde yarattığı her türlü tehdit ve yozlaşmaya, yıkıcı boyutları giderek artan krizlere rağmen kapitalizm döngüsel büyümesini sağlayabilir. Kitlelere dayattığı yeni “ihtiyaçlar” temelinde, coğrafi anlamda olmasa da toplumsal anlamda yeni pazarlar yaratabilir; mevcut pazarları daha derinlemesine kullanabilir. Büyük kapitalist ülkeler bunu gerek kendi iç pazarlarında, gerek denetimleri altında tuttukları nüfuz alanlarında, dış pazarlarda yıllardır uygulamaktadırlar ve uygulayabilirler.
Önemli bir husus olarak ayrıca altını çizmek gerekir ki, kapitalist işleyişin tıkanıklık noktaları analiz edilirken dış pazarlar sorunuyla gerçekleşme sorunu arasında bire bir ve mekanik bir ilişki kurulmamalıdır. Gerçekleşme sorunu satılamayan meta stoklarının büyümesiyle somutlanır ve bu sorun yalnızca artı-değeri içerdiği varsayılan üretim parçasını değil, üretilen metanın genelini ilgilendirir. Tüm dış pazar olanakları hesaba katılsa dahi, üretilen metaların hepsinin düzenli olarak satılamayacağı ve bir kısmının dolaşım sürecinde takılıp kalacağı bilinmektedir.
Kendini dönemsel olarak aşırı-üretim krizlerinde açığa vuran gerçekleşme sorunu, iç ve dış pazar ayrımına bakmaksızın kapitalist işleyişten kaynaklanan bir sorundur. Yıllık yeniden üretim değerlerinin tahlilinde dış ticaretin işe karıştırılması, soruna yeni bir boyut katmaz ya da çözümüne bir katkıda bulunmaz, olsa olsa sorunun kavranışını güçleştirir.[5] Bu nedenle Marx, gerçekleşme sorunu incelenirken, dış pazar ve dış ticaret gibi faktörlerin tümüyle konu dışı tutulması gerektiğini söyler. Ayrıca pazarların sınırını coğrafi alanlar değil toplumsal işbölümünün gelişmesi belirler ve teknik ilerlemeler pazarları sürekli olarak genişletir. Kapitalizmin çıkmazı gelişememek değil, “aşırı”, “dengesiz”, “orantısız” gelişmektir. Nitekim Engels bu soruna değinir ve pazarların genişlemesinin üretimin genişlemesi ile birlikte gidemeyeceğini açıklar.[6]
Kapitalist krizlerin nedenini, ürünleri iç pazarda satıp tüketmenin mümkün olmadığı noktasından hareketle açıklayan burjuva iktisatçılarını Lenin de eleştirmiş ve bu tür yaklaşımların tamamen yanlış sonuçlar türeteceğini ifade etmiştir. Kapitalist krizlerin bu bağlamda ele alınması, kapitalizmin daha geniş dış pazarlara kavuşması durumunda krizlerden kurtulabileceği düşüncesine yol açar. Lenin şöyle der: “Kapitalist bir ülkenin bir dışpazara sahip olma ihtiyacı hiç bir zaman, toplumsal ürünün (ve özellikle artı-değerin) gerçekleştirilme yasaları tarafından belirlenmez, her şeyden önce, kapitalizmin, ancak, devlet sınırları dışına taşan geniş ölçüde gelişmiş meta dolaşımının bir sonucu olarak ortaya çıkması gerçeği ile belirlenir. Bu yüzden dış ticareti olmayan bir kapitalist ulus düşünülemez, böyle bir ulus da yoktur zaten.”[7]
Sermayenin temel güdüsü, nerede olursa olsun kendine daha kârlı yatırım alanı bulmaktır. Kapitalizmi gittikçe daha çok dış pazarlara başvurmaya zorlayan faktör, iç çelişkileriyle mücadelesidir. Ne var ki dış pazarların varlığı bu çelişkileri ortadan kaldırmaz. Kapitalist üretim tarzının plansız ve anarşik doğası nedeniyle üretim süreciyle dolaşım süreci arasında kopukluk, üretim ve tüketim arasında dengesizlik, eşitsizlik her düzeyde ve hep var olur. Kapitalizm kendi engellerini bizzat kendi iç yapısında taşır. Marx’ın deyişiyle, “kapitalist üretimin gerçek engeli, sermayenin kendisidir”.[8] Kapitalizmin, aşırı-üretim döngüsünden kaynaklanan krizlerden kaçıp kurtulması mümkün değildir.
Sorunun biraz daha derinine inecek olursak, dış pazar ihtiyacının eşitsiz gelişme yasasına yakından bağlı olduğunu görürüz. Lenin’in vurguladığı üzere, birbiri için pazar görevi yapan çeşitli sanayi dalları eşit olarak gelişmez, biri ötekini geçer ve daha gelişmiş sanayiler bir dış pazar ararlar.[9] Zamanla daha da yakıcılaşan dış pazarlar sorunu kapitalizmin genel bir sorunudur. Bir başka deyişle, bu sorun özel olarak emperyalizm aşamasıyla birlikte ortaya çıkmış değildir. Zaten emperyalizm diyalektik bir gelişme sürecinin ürünüdür ve kapitalizme içkin başlıca özelliklerin olgunlaşması, sıçramalı biçimde netleşmesi anlamına gelir.
Kapitalizmin eşitsiz gelişim yasasının ikili bir işlevi vardır. Bir yandan yeni krizlerin fitilini ateşler; diğer yandan ise bir yerde tıkanan sermayenin başka bir yerde yeni bir olanak bulabilmesine zemin oluşturur. Sermaye her zaman kâr oranının daha yüksek olacağı alanların arayışı içindedir ve bulduğunda bu alanlara akmak ister, akabilir de. Sonuçta kapitalist üretim tarzı, olumlu ve olumsuz etkiler yaratan çeşitli faktörler ve zıt yönlü eğilimler eşliğinde ilerler.
Kapitalizmin emperyalist aşaması dış pazarlar sorununu şiddetlendirse de, yeni bölge ve ülkelerin kapitalist işleyiş içine çekilmesi sistemin genişlemesi bakımından görece ferahlama anlamına gelmiştir. Kuşkusuz bu ferahlama çeşitli kapitalist ülkeler nezdinde ancak eşitsiz bir gelişme temelinde gerçekleşebilir, ama gerçekleşir. Bu tür gelişmelerin kapitalizme açılan yeni bölgelerde yeni altüstlükleri gündeme getiriyor oluşu, kapitalist sisteme entegrasyon eğilimini ortadan kaldırmaz.
Bu özellik 60’lardan bu yana yaşanan nice gelişmeyle kanıtlanmıştır. Böylece, ulusal kurtuluş mücadelelerine boyundan büyük anlamlar yükleyen görüşler ve “üçüncü dünya” diye adlandırılan ülkelerin emperyalist güçlerin geniş pazarlarına dönüştürülemeyeceği yolundaki iddialar da fos çıkmıştır. Yarattığı tüm yeni sorunlara, çarpıklık ve dengesizliklere rağmen, emperyalist kapitalizm daha önce kapitalizme entegre olmayan ülke ve bölgelerdeki ilerleyişini sürdürmüştür ve sürdürebilir de.
Büyüyen sorunlar
Kapitalizmin “olağan” işleyişi içinde kapitalistler yeni dış pazarlar arar ve bulurlar. Ancak 1929 benzeri büyük kriz dönemlerinde aşırı-üretimin yarattığı sorunlar katlamalı biçimde büyür ve kapitalist sistemin bütününü etkisi altına alır. Böylece mevcut dış pazarlar da sarsıcı krizlerin etkisiyle daralıp yetersiz hale gelirler. Bu tür sarsıntılı dönemler kapitalist üretim tarzının zaaflarını açığa vuran tarihsel kesitlerdir. Kitlelerin satın alabileceğinden çok meta üretildikçe, yeryüzündeki milyonlar büsbütün yoksulluk ve işsizlik girdabının içine çekilirler.
Kapitalizme açılan yeni bölgelerin sisteme entegre edilmesi, pazar olanaklarının basitçe tüketilmesi anlamına gelmemektedir. Zira kapitalizm yeni tüketim ihtiyaçları yaratarak pazarları canlı tutabilir ve tutmak zorundadır. Böylece kapitalizm belirli bir tarihsel süreç boyunca yeni fırsatlar yaratıp bunları değerlendirme şansına sahip olsa bile, nihayetinde eski tatminkâr canlılığını yitireceği de kaçınılmaz bir gerçekliktir. Hepsinden önemlisi, kapitalizmin yaşı ilerledikçe üretici güçler daha da toplumsallaşmakta ve üretim araçlarının özel mülkiyet altında oluşuyla büsbütün çelişki içine girmektedirler.
Sonuç olarak, sistem yeni olanaklar yaratma bakımından eski hararetli temposunu giderek yitirmektedir. Bu tarihsel eğilim kapitalizmin kendiliğinden çöküşü veya onun mutlak anlamda sınırlarına dayanması anlamına gelmiyor. Fakat günümüzde yaşandığı üzere, burjuvaziyi bile derin bir endişeye sevkeden ciddiyetteki krizlerle kendini belli ediyor. Küresel kapitalizm, çeşitli emperyalist güçler arasındaki rekabetin çok daha fazla keskinleştiği bir işleyiş içine sürükleniyor. Nitekim bugün dünya ölçeğinde tırmanan gerilim ve yeni paylaşım savaşlarının yaygınlaşması tüm bu eğilimlerin somutlanışıdır.
Günümüzde üst üste patlak veren krizlerle birlikte işten çıkarmaların yaygınlaşması, işçi ücretlerindeki düşüş ve yatırım harcamalarındaki kısıntılar toplam talebi olumsuz yönde etkilemekte, durgunluk eğilimini körüklemektedir. Tekelci kapitalizm, yaygınlaşan kredi mekanizması sayesinde bu gibi sorunlara müdahale etmeye çalışıyor. Fakat bu kez de ödenmeyen borç miktarlarının alabildiğine yükselmesi kapitalist işleyişte yeni tıkanıklıklar ortaya çıkarıyor.
Toplam tüketim harcamaları kuşkusuz yalnızca bireysel tüketimin konusunu oluşturan ve ilk elde akla gelen metalarla sınırlı değildir. Üretim sürecine hammadde, yardımcı madde, iş araçları vb. olarak giren tüm metalar, genel tüketimin üretici tüketim dediğimiz diğer önemli parçasını teşkil ederler. Büyük meblağlara ulaşan bu üretici tüketim harcamaları da devasa bir kredi mekanizmasının ve borçlar sorununun konusudur. Giderek katlanan ve içinden çıkılmaz bir hâl alan borçlar sorunu günümüzde küresel kapitalizmin adeta alâmeti farikası haline gelmiş bulunuyor.
Kapitalizm işçi sınıfından sağılacak artı-değeri arttırabilmek için verimliliği sürekli yükseltme ihtiyacı içindedir. Bu da üretim sürecinde kullanılan canlı emeğe oranla ölü emeğin miktarının yükselmesi, yani makinalaşma oranının gün geçtikçe artması anlamına gelir. Bu özellik aynı zamanda sermayenin organik bileşiminin yükselmesi ve dolayısıyla çeşitli sektörlerde ortalama kâr oranlarının düşmesi demektir. Bu eğilime karşı koyma çabası içindeki büyük sermaye, gelişmiş kapitalist ülkelerden gelişmekte olan bölge ve ülkelere kaçabilir. Bu hareket belirli alanlarda ortalama kâr oranının bir ölçüde yükselmesi olanağını yaratabilir ve sermaye gittiği ülkelerde sanayileşmeyi ve işçi istihdamını teşvik edebilir. Böylesi bir iktisadi hareketlilik genelde kapitalist pazarı genişletme ve kâr realizasyonu açısından daha elverişli sonuçlar doğurma potansiyeline sahiptir.
Fakat bu potansiyelin gerçekliğe dönüşebilmesi de, neticede yabancı sermayenin yeni harcamaları ve ilâve risk faktörlerini göze alabilmesine bağlı bulunuyor. Oysa sermaye uzun vadeli, planlı ve zoru göze alan bir hareket tarzından ziyade, en yüksek kârı, en kısa zamanda ve en zahmetsiz yoldan kazanma güdüsüne sahiptir. Küreselleşme konusunda yaratılmak istenen tüm pembe tablolara karşın, kapitalizmin kendi doğasındaki engelleyici dürtülerden bütünüyle kurtulamayacağı aşikârdır. Bu sistemin kendi iç yasalarından kaynaklanan sorunlar üst üste konulduğunda, kapitalizm altındaki küreselleşmenin insanlığı sorunsuz ve müreffeh bir geleceğe taşıyacağına inanmak için geçerli hiçbir neden bulunmuyor. Üstelik yaşananlar tam tersi yöne işaret etmekte ve kapitalist üretimin gerçek engelinin bizzat kendisi olduğunu fazlasıyla doğrulamaktadır.
Bu durumun en çarpıcı kanıtını, bir dönem sorun giderici gibi görünen uygulamaların bir sonraki dönemin yeni sorunlarını doğurması oluşturuyor. Örneğin bir zamanlar SSCB’de uygulanan devletçi sosyal güvenlik politikaları karşısında kapitalist sistemin bir alternatif geliştirebilmesi maksadıyla Keynesçilik gündeme getirilmişti. Bu yolla, özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerde sınıf uzlaşmacı politikalara can verilmesi ve Avrupa’da gelişen devrimci süreçlerin sönümlendirilmesi amaçlanıyordu.
“Refah devleti” veya “sosyal devlet” etiketleriyle pazarlanan Keynesçi uygulamalar, işsizlik probleminin kapitalist düzene bindirdiği basıncı hafifletmek ve toplam talebi canlandırmak gibi özelliklere sahipti. Ayrıca da bu uygulamalar kapitalizmin savaş sonrası yükseliş dönemi koşullarıyla bağdaşıyordu. Öyle olduğu için de, gelişmiş kapitalist ülkeler listesinde sıralanan on sekiz ülkede toplam kamu harcamalarının GSYH’ye oranı 1913 yılında yüzde 11,9; 1937’de yüzde 22,4 iken, daha sonra bu oran yüzde 40’lara tırmandı. Ne var ki bir dönem boyunca olumlu bir çözüm diye bakılan “sosyal devlet”, sistemin ciddi bir krize sürüklenmesiyle birlikte gözden düşecekti.
Yeni dönemin zaruretlerinin ifadesi, iktisadi ve toplumsal yaşamın piyasanın orman kanunlarına terk edilmesini savunan Friedmancılık benzeri iktisat doktrinleri oldu. 1976 yılında ekonomi alanındaki Nobel Ödülünün anti-Keynesçiliğin hararetli savunucusu Milton Friedman’a verilmesi tesadüf değildi. Ve aslında bu olay, başlatılacak olan yeni bir dönemin habercisiydi. Kapitalist devletçilik, zengin kapitalist ülkeleri bile pençesine alarak büyüyen borçlar ve bütçe açıkları gibi sorunların yaratıcısı olarak görülmeye başlanmıştı.
80’lerde “sosyal devlet”, Thatcher, Reagan, Özal ve benzeri burjuva liderler eliyle yükseltilen yeni sağ dalganın saldırı hedefi haline getirildi. Piyasanın sözümona görünmez elini yeniden baştacı etmesi nedeniyle neoliberalizm diye adlandırılan bu iktisat doktrinlerine siyasal alanda liberalizm değil, tam tersine sermayenin gerici ve saldırgan uygulamaları eşlik etti. Vaktiyle işsizliğe çözüm olarak görülen ve kitlelerin satın alma gücünü yükseltici olumlu önlemler diye övülen uygulamalar, sosyal fonlarda yapılan kesintiler ve özelleştirme furyasıyla bir bir geri devşirilecekti.
Ne var ki böyle yapmakla sermayenin başı göğe ermedi. Bu kez de kapitalizm, baş edemediği ciddi bir durgunluk eğilimi ve büyüyen kitlesel işsizlik problemiyle yüz yüzedir. Netice olarak kapitalizm yıkıcı bunalımlara gebe muazzam dengesizlikler ve eşitsizliklerden kendini kurtaramıyor. Kapitalist küreselleşme, sistemin tüm çelişkilerini ve açmazlarını küresel düzeyde üreterek ve bunalımlara da küresel düzeyde sarsıcı boyutlar ilâve ederek yol alıyor.
Tüm bu gelişmelerin altında, aslında proletaryanın devrimci mücadelesi açısından fevkâlade önem taşıyan bazı hususlar gizlidir. Kapitalist ilişkilerin evrenselleşmesi bağlamında alınan mesafe, proleter devrimin bir dünya devrimi olduğu gerçeğini geçmişe oranla çok daha çarpıcı kılmıştır. Küresel gelişme kapitalizmi çok daha organik bir bütün haline sokarak ve krizleri küreselleştirerek, bu sistemi gün geçtikçe daha da kırılgan hale getirmektedir. Tarihin bu kez de işçi sınıfından yana ironisi mi desek, burjuva cephenin kapitalizmin ölümsüzlük iksiri diye sunduğu küreselleşme, devrimci durumların yayılma olasılığını misliyle güçlendirmiş bulunuyor.
Durgunluk ve birikim eğilimi
Kapitalizmin serbest rekabetçi denilen döneminden tekelleşmenin egemen olduğu emperyalizm dönemine geçiş, hızlı bir gelişme temposunu ve beraberinde artan çelişkileri getirdi. Tekelleşme mutlak anlamda muazzam bir ekonomik büyümeye neden olurken, göreli olarak durgunlaşma eğilimini içerir. Lenin’in emperyalizm çağını çürüyen ve asalaklaşan kapitalizm şeklinde tanımlamasının nedeni budur. Bu tespit, pek çok alanda etkisini hissettiren gelişme eğilimleri tarafından doğrulanmış bulunmaktadır.
Dünya yatırım alanlarını kontrol eden büyük tekeller teknolojik gelişmeyi tamamen kendi kâr güdülerinin emri altına sokmuşlardır. O yüzden, örneğin fosil yakıtlar yerine güneş enerjisinin kullanılması gibi olanaklı ve olumlu teknik dönüşümleri frenlemektedirler. Tekelleşme, hedeflenen kâr kitlesine daha sınırlı fakat çok kâr getiren bazı alanlardaki yatırımlarla ulaşmayı mümkün kıldığından, kimi alanlarda yatırımlar kısılabilir. Tekelci kapitalizm rantiye tabakayı genişletir ve kupon gelirleriyle yaşayan asalak unsurların sayısını arttırır. Bütün bu faktörler, kapitalizmin bir zamanlar sahip olduğu devasa atılım gücünü kısıtlayıcı eğilimlerdir.
Tekelleşme aynı zamanda rekabetin şiddetini alabildiğine arttırır ve buna ancak diğerlerine oranla daha verimli şekilde iş gören güçlü ve büyük sermaye grupları ayak uydurabilir. Çeşitli sermaye grupları arasında cereyan eden kapışma ve birleşme eğilimleri neticesinde sermaye belirli ellerde yoğunlaşıp merkezileşir. Böylece kapitalist gelişim yalnızca büyük emperyalist ülkelerde değil, sistemin tümünde tam anlamıyla tekelci bir karakter kazanır. Fakat bu tekelci gelişimin getirisi her bir kapitalist ülke ekonomisi için aynı düzeyde olamaz. Gelişmekte olan kapitalist ülkelerde işçi sınıfının yarattığı artı-değerin önemli bir bölümü, çok uluslu tekellerin büyük ortağı konumundaki emperyalist ülkelere transfer edilir. Bu nedenle tekelleşmenin sonuçları da eşitsiz biçimde dağılmış olur.
Kapitalist sistem bir çelişkiler yumağıdır. Pek çok iktisadi olgu, zıt yönlü hareketlerin diyalektik birliği temelinde biçimlenir. Örneğin, tekelleşmenin kışkırttığı durgunluk eğilimiyle sermayenin birikim eğilimi çelişkili bir birlik oluşturur. O nedenle tekelleşmenin yarattığı asalaklaşma ve çürüme bir tarihsel eğilimdir ve iktisadi büyümenin mutlak olarak frenleneceği anlamına gelmez. Asalaklaşan ve çürüyen kapitalizm tespiti, üretici güçlerin gelişimine ket vuran özel mülkiyet ve ulus-devlet engelinin giderek katlanılmaz hal aldığını ifade eder. Üretici güçler yine de gelişmektedir, ama bu gelişme özgür üreticiler topluluğu (komünizm) altında sağlanabilecek maddi ve moral düzeyin kesinlikle çok gerisinde kalmaya mahkûmdur.
Kapitalizm altında sağlanan her hararetli ekonomik gelişme döneminin aynı zamanda bir aşırı üretim dönemi olduğu biliniyor. Bu nedenle kapitalist ekonominin büyümeyi hep aynı tempoda gerçekleştiremeyeceği, tıkanıklıklarla yüz yüze geleceği ve bazen bunalımın had safhaya ulaşacağı bellidir. Nitekim Birinci ve İkinci Dünya Savaşları arasındaki dönemde kapitalizm ciddi bir durgunluğa ve sistemin varlığını tehdit eden büyük bir bunalıma sürüklenmişti.
Kapitalizmin içine düştüğü büyük bunalımdan kurtulup yeni bir yükseliş dönemine geçişinde, İkinci Dünya Savaşını yıkımsız atlatan ABD’nin ekonomik üstünlüğü etkili oldu. Savaşta yenilgiye uğrayan kapitalist ülkelerde ve siyasal bağımsızlığını kazanan eski sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde Amerikan emperyalizminin giriştiği ekonomik yatırım dönemi, kapitalist sisteme yeniden büyük bir atılım gücü kazandırdı. Savaş bitkini Avrupa ülkelerine Amerika’nın Marshall Planı çerçevesinde akıttığı sermaye ve Bretton Woods anlaşmasıyla doların istikrarlı bir uluslararası para kılınması, Avrupa’nın kısa sürede toparlanmasını sağladı.
Savaş sonrasında toplam talebi arttıracak ve işsizliği azaltacak politikalar uygulamaya sokuldu. Kapitalist devletin ekonomiye artan müdahalesi temelinde, sosyal harcamaların ve toplumun tüketim harcamalarının yükseldiği önemli bir canlanma yaşandı. Kapitalist ekonominin işleyişinde çok önemli bir yer tutan kredi mekanizması, savaş sonrasında yaşanan uzun yükseliş döneminin motor gücü oldu. Savaş yaralarını sararak yeniden iktisadi atağa geçen Almanya ve Fransa, bu kez ABD karşısında rekabet gücü kazanabilmek amacıyla AET/AB’ye giden yolu döşemeye giriştiler. Aslında kapitalist sistemi bir başka büyük krizle yüzleştirecek nesnel zemin değişmemiş, aşırı üretim-durgunluk girdabı ortadan kalkmamıştı. Kapitalist sistemin kalıtsal hastalıkları aynen devam ediyordu. Fakat kapitalizm görece uzun bir dönem için, yeniden anlamlı bir ekonomik büyümeyi sağlama olanağına sahip olmuştu.
Burada önemli bir hususun altını tekrar çizelim. Kapitalizm bir dengesizlikler sistemidir. Örneğin sosyal harcamaları arttıran ve devlet kredileriyle ekonomiye kaynak pompalayan iktisadi politikalar, devlet bütçelerine yeni yükler getirerek ilerdeki yıkıcı bunalımları mayalarlar. Ne var ki yeni bunalımlar patlak verene kadar da çarpıcı bir büyümeyi mümkün kılabilirler. Kapitalizmin bu hareket tarzı soyut bir rasyonalizm penceresinden değerlendirildiğinde mantıksız görünebilir ve dengesiz büyüme eğilimi bunalım gerçeğiyle karıştırılabilir. Oysa kapitalizm altında iktisadi büyüme, işte tam da bu “mantıksız” temellerde gerçekleşebilir.
Kapitalist işleyişte onun asla sahip olmadığı ve olamayacağı bir rasyonalite aranmamalıdır. Kapitalist gelişim, bizzat kapitalizmin yapısı gereği bir dizi eşitsizlik ve oransızlık ortasında vücut bulmaktadır. Bunu kavrayamayan küçük-burjuva solu, kapitalizmin bunalımlarını onun artık gelişemediği şeklinde yorumlamaya pek meraklıdır. Lenin de kendi döneminin yaygın küçük-burjuva kavrayışsızlığını eleştirir: “Narodnik yazarların işledikleri hataların önemli bir bölümü, bu oransız, kasınmalı ve ateşli gelişmenin gelişme olmadığını kanıtlama çabalarından kaynaklanır”[10] der.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında tam da Lenin’in satırlarını hatırlatırcasına, alabildiğine oransız, kasınmalı ve ateşli bir gelişme dönemi yaşandı. Büyümeyi mümkün kılan faktörler daha sonra diyalektik zıddını yarattı ve sistem yine ciddi hastalıklarla sarsılmaya başladı. Büyüyen bütçe açıkları kapitalist devletlerin başına belâ olmaktaydı. Keza kredi mekanizması kamu ve özel kesim borç tutarlarında muazzam bir artışın kaynağıydı. Böylece hummalı bir büyüme dönemini takiben, kapitalist ekonomi kendi yarattığı aşırı-üretim canavarıyla büsbütün baş edemez duruma geldi. Dünya ticaret hacminde büzülmeler yaşandı, ortalama kâr oranında düşüşler kaydedildi, işsizlik oranları tırmanışa geçti.
İkinci Dünya Savaşını izleyen ekonomik yükseliş döneminde ABD’nin her açıdan güçlü hegemon konumunun, doların sağlam bir uluslararası para oluşunda yansımasını bulduğu unutulmamalı. Bu durum aynı zamanda kapitalist sistemin görece sorunsuz bir dönemine işaret eder. 70’lerle birlikte içine girilen yeni ve sorunlu dönem ise ifadesini, ABD ekonomisinin eski canlılığını yitirmeye başlamasında ve doların istikrarsızlaşmasında bulur. Nitekim 1971 yılında doların altına çevrilebilirliğine, 1973 yılında ise sabit kur sistemine son verilmiştir. Fakat ABD hâlâ sistemin motor gücüdür. Hegemon konumunun siyasi ve askeri dayanakları bakımından pozisyonlarını korumaktadır. Ne var ki iktisadi cephede biriken sorunlar ABD’nin geleceği hakkında kuşkular yaratmaktadır. İşin genelde dikkat çekici yönü, sistemin zayıf halkalarını sık sık sarsan yapısal problemlerin giderek gelişmiş kapitalist ülkeleri de pençesine almasıdır.
Sistemin hastalıkları aslında 70’li yıllarla birlikte sinyallerini vermeye başlamıştı. Ne var ki iktisadi canlılık ve büyüme, hasta bünyenin ateşini büsbütün yükseltme pahasına uzunca bir süre daha sürdürülmeye çalışıldı. Çırpındıkça hastalığı derinleşen kapitalist ekonominin gerçek durumu, önce Avrupa ve Japonya’da gizlenemez boyutlara ulaşan durgunluk eğilimiyle kendini dışa vurdu. Kriz 1982’de Meksika’da patlak verdiğinde, dış borçların ödenmesini tehlikeye sokarak dünya kapitalizmini tehdit altına almıştı. 90’lı yılların sonuna doğru ise Asya Kaplanları’nı peşpeşe yere serdi. Nihayet kapitalist kürenin hegemon ülkesi ABD’nin de açıkça tökezlemeye başlamasıyla, kapitalizm 21. yüzyıla hiç de parlak bir giriş yapamadığını gösterdi.
Yanlış anlaşılmasın, sermaye birikimi süreci yoğunlaşan tekelci işleyiş altında da işlemeye devam eder; aksi halde kapitalizm yaşayamaz. Ne var ki sermaye birikimi artık, giderek daha şiddetli bir şekilde ve daha uzun süreler itibarıyla kendini hissettiren sistem krizleri pahasına yol almaktadır. Eğer işçi-emekçi kitlelerin büyük mücadelesiyle yerle bir edilmezse, 21. yüzyılda kapitalizmin tarihi, insan yaşamını tehdit eden fevkalâde yıkıcı ve uzatmalı sistem krizlerinin tarihi olacaktır.
Günümüzde kapitalist sistem durgunluk eğilimiyle bir türlü baş edemiyor. Çıkışsızlık sermaye dünyasında da yeni tartışmaları ve kamplaşmaları gündeme getiriyor. Mevcut durum kaçınılmaz olarak emperyalist güçler arasındaki rekabeti kızıştırıp askeri harcamaları körüklemektedir. 2004 yıl sonu rakamlarına göre dünyanın silahlanmaya harcadığı para 900 milyar dolardır; bu rakam Türkiye (300 milyar dolar) ve Brezilya’nın (600 milyar dolar) GSYH’sinin toplamına eşittir.
Sosyal harcamalar sürekli kırpılırken askeri harcamalardaki bu artışın dünya üzerinde yoksulluktan kaynaklı sorunları büsbütün tırmandıracağından duyulan şikayetler bizzat burjuva çevrelerde dillendirilmeye başlanmıştır. Bazı uzak görüşlü burjuva ideologlar, sosyal harcamaların arttırılmasının durgunluğa çare olabileceği hususunu yeniden öne sürüyorlar. Kapitalizmin bir daha geçmiş dönemlerdeki gibi büyük paylaşım savaşlarını göze alamayacağı veya bir daha asla Keynesçi uygulamalara başvurulmayacağı yolunda keskin görüşler ileri sürmenin ne denli yanlış olduğu açıktır. Burjuva devletin ekonomiye şu veya bu yöndeki müdahalesi her zaman büyük sermayenin ihtiyaçlarından kaynaklanır. Siyasal koşullar kendi lehine olduğu sürece sermaye iktisaden kendine bir çıkış kapısı yaratabilir. İşçi sınıfının devrimci mücadelesiyle yıkılmadığı takdirde kapitalizmin giderek derinleşen sorun ve çelişkilerine ve insanlığa çektirdiği nice acılara rağmen yoluna devam edebileceğini asla akıldan çıkarmayalım.
[1] Lenin, Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi, Sol Yay., Eylül 1975, s.337
[2] Marx, Kapital, c.3, Sol Yay., Şubat 1990, s.211
[3] Rosa Luxemburg, Anti-Critique, akt. Tayfun Ertan, Sermaye Birikimi içinde, Alan Yay., Aralık 1986, s.15
[4] Rosa Luxemburg, age, s.15
[5] Marx, Kapital, c.2, Sol Yay., Ağustos 1976, s.527
[6] Engels, Anti-Dühring, Sol Yay., Mart 1977, s.436
[7] Lenin, age, s.49
[8] Marx, Kapital, c.3, s.221
[9] Lenin, age, s.49
[10] Lenin, age, s.516
link: Elif Çağlı, Küreselleşme /2, 12 Haziran 2005, https://marksist.net/node/83