Türkiye işçi sınıfı ülke tarihinin en büyük yoksullaşma dalgasıyla karşı karşıya. 2018’den bu yana dünya genelindekinden çok daha hızlı bir yükseliş gösteren enflasyon karşısında reel ücretler hızla eriyor, alım gücü düşüyor. Bu koşullarda rejim, bir yandan ekonomik yıkımın faturasını işçi sınıfına keserken, diğer yandan sermayenin dizginsiz sömürüsünün önünü açan uygulamaları, yasaları hayata geçiriyor.
Kapitalist dünya ekonomisinin krize girmesiyle emeğe dönük saldırılar dünya genelinde arttı. Krizin üstünü örtmek için kullanılan pandemi, tüm dünyada esnek ve güvencesiz çalıştırmanın, reel ücretleri düşürmenin, işten atmaların, işçi sınıfının kazanılmış haklarına saldırmanın bahanesi yapıldı. Türkiye’de de benzer bir süreç yaşandı. Güya işten atmaların yasaklanmasıyla birlikte kısa çalışma ve ücretsiz izin uygulaması getirilerek milyonlarca işçi adı işsizlik olmayan işsizliğe, esnek ve güvencesiz, çok düşük ücretlerle çalışmaya mahkûm edildi. Böylece iktidar bir taşla iki kuş vurarak hem sermayenin istediği ucuz işgücü ihtiyacını karşıladı hem de işsizlikte patlama yaşanmasının önüne geçti. Eve giren gelirin hepten kesilmemesi, deyim yerindeyse akmasa da damlaması sayesinde işçi sınıfından gelecek daha büyük bir tepkinin önüne geçmiş oldu. Pandemi dönemi aynı zamanda sendikal örgütlenmenin engellenmesinin de bahanesi yapılarak grev ve direnişler yasaklandı. İşçiler fabrikalarda çalışırken sokağa çıkma yasağı bahane edilerek sendikacıların fabrikalara girmesine bile izin verilmedi.
Ancak pandemi döneminde üstü örtülmek istenen kriz daha da derinleşti, enflasyon tüm dünyada yükselişe geçti, reel ücretler daha da düşerken işçi sınıfına yönelik saldırılar artarak sürdü. Türkiye ekonomisi de dünya kapitalist krizinden nasibini alsa da ekonomideki kötüleşmeyi daha da ağırlaştıran, adeta uçurumdan baş aşağı yuvarlanmasına neden olan faktör iktidarın politikaları oldu. Rejimin 2018’den 2023 Mayıs seçimlerine kadar yürüttüğü sözde “millici” ekonomi politikası, dövizin fırlamasına, Hazine ve Merkez Bankası kaynaklarının erimesine, dış borç maliyetlerinin artmasına, enflasyonun yükselmesine, cari açığın büyümesine yol açtı.[1] Bu ekonomik yıkımın yükü ise işçi ve emekçilerin sırtına bindirildi. Mayıs 2023 seçimlerinden sonra bu kez “rasyonel politikalara” geçiş yapan rejimin ekonomik ve siyasi saldırılarının dozu artarak sürüyor.
Bugünkü tabloya baktığımızda kapitalist açgözlülüğün doğayı ve emeği sınırsızca yağmalamasının önünün açıldığını, kamu kaynaklarının yalnızca ihale, teşvik, vergi indirimi vb. olarak değil ucuz işgücü sağlamak için de sermayeye peşkeş çekildiğini, sendikal örgütlenmenin önüne fiili ve yasal engeller getirildiğini, işçi sağlığı ve güvenliği önlemlerini savsaklamak dâhil olmak üzere sermayenin maliyetleri kısmak ve üretimi arttırmak için yaptığı her türlü kanunsuzluğun denetimsiz ve cezasız bırakıldığını, başta göçmen işçiler olmak üzere kayıt dışı işçi çalıştırmaya göz yumulduğunu görüyoruz. Kuşkusuz bu saydıklarımızın pek çoğu 1980 askeri faşist darbesinden sonra önü açılan, AKP’li yıllar boyunca da sürdürülen saldırılardı. Ancak AKP-MHP faşist blokunun iktidara yerleşmesinin ardından bu saldırılar daha pervasız ve kapsamlı yürütülmeye başlandı, hakkını arayan işçilere yönelik baskı ve yasaklar da arttı. Bütün bunların sonucu olarak işgücü daha da ucuzladı, çalışma koşulları ağırlaştı, iş saatleri fiilen uzadı, esnek ve güvencesiz çalışma yaygınlaştı, kıdem tazminatı tavanı düşürülerek kuşa çevrildi, meslek hastalıkları ve iş cinayetleri arttı. Sendikaların büyük bir bölümünün rejimin korporatif aygıtlarına dönüştürülmesi, durumu iyice vahim hale getirdi.
Ucuz işgücü: Sermaye için cennet işçi sınıfı için cehennem
İktidar sözcülerinin Türkiye’yi Avrupa’nın Çin’i yapma konusundaki niyet beyanları hafızalardadır. Bu söylemin arkasındaki niyetlerden biri işgücünü ucuzlatarak Çin’e akan yabancı sermayeyi Türkiye’ye çekmekti. Ucuz işgücü sayesinde yerli sermayenin dünya pazarındaki rekabet gücü de yükselecekti. İşgücünün ucuzlaması, yalnızca genel ücret düzeyinin aşağı çekilmesi değil, çalışma saatlerinin uzaması, kıdem tazminatının ortadan kaldırılması, sendikalaşmanın azalması, güvenceli çalışma yerine taşeron, esnek çalışmanın dayatılması demekti aynı zamanda. Genç işsizliğinin genel işsizliğe göre oldukça yüksek olduğu Türkiye’de genç işgücünü ve kadın işgücünü yağmalamak da iktidarın hedefleri arasındaydı. Bütün bunlar yıllar içinde çıkarılan kanunlar, yönetmelikler, yaratılan fiili durumlarla hayata geçirildi. Gelinen noktada iktidarın Türkiye’yi Avrupa’nın Çin’i yapma konusunda büyük mesafe kat ettiği ortadadır!
İşgücünün ne kadar ucuzladığının somut verilerinden biri ortalama ücretlerdeki düşüştür. Bugün hem asgari ücret yaygınlaşarak ortalama ücret haline gelmiştir hem de asgari ücretin alım gücü hiç olmadığı kadar düşmüştür. DİSK-AR’ın “Asgari Ücret Araştırması 2024” raporunda ortaya koyduğu veriler, Türkiye’nin yıllar içinde nasıl da “ucuz işgücü cenneti” haline getirildiğini gösteriyor. Mesela bırakalım asgari ücret almayı, bunun bile altında bir ücretle çalışmak zorunda bırakılan işçilerin oranı yıllar içinde artmıştır. Bu oran 2002’de yüzde 24,4 iken, 2022’de yüzde 33,8 olmuştur. Asgari ücretin iki katından fazla ücret alan işçilerin oranında yaşanan düşüş ise çarpıcıdır. 2002’de ücretli çalışanların yüzde 40’ı asgari ücretin iki katından fazla ücret alırken, bu oran 2022’de yüzde 18’e kadar gerilemiştir.
Kamu işçilerini dışarıda tutarak yalnızca özel sektöre baktığımızda ise daha vahim bir tablo ortaya çıkmaktadır. Özel sektörde asgari ücretin yüzde 20 komşuluğunda ücret alanların oranı yüzde 70,4, asgari ücretin yüzde 50 fazlası ve altında ücret alanların oranı yüzde 84,5’tir. Asgari ücretin iki katından fazla ücret alan işçilerin oranı ise yalnızca yüzde 7,6’dır! 2022’ye ait olan bu verilerin bugün çok daha vahim düzeylerde olduğunu tahmin etmek zor değildir. Asgari ücret ve civarında bir ücretle çalışanların oranı bu kadar yüksekken Türkiye, Avrupa ülkeleri arasında en düşük asgari ücrete sahip beşinci ülke konumundadır.
Reel ücretlerin düşmesi ve hayat pahalılığı işçileri artan oranda fazla mesai yapmak zorunda bırakıyor. Kuşkusuz Türkiye’de fazla mesai yapma zaten yaygın olan bir eğilimdi. Ancak geçmiş yıllarda fazla mesailer mesela satın alınan evin ya da arabanın kredisini ödemek gibi gerekçelerle yapılırken bugün en temel ihtiyaçları karşılamak için yapılıyor. Fazla mesai, çalışma saatlerinin fiilen uzaması demektir. Eğer işçilerin büyük bir kısmı fazla mesai yapmadan kıt kanaat de olsa geçinebilecekleri bir ücreti alamıyorlarsa işgününün yasalarda 8 saat olmasının hiçbir anlamı yoktur. Gerçekte çalışma saatleri 10-12 saate uzamış demektir. Küçük ve orta ölçekli işletmelerde, beyaz yakalılar arasında fazla mesai karşılığı ödenmeden, işgününün 10 saate kadar uzatılması da oldukça yaygın bir durumdur. Bilindiği üzere yasal olmayan bu durumlar hiçbir şekilde denetlenmemekte, yaptırım uygulanmamakta, örgütsüz işçiler bu koşullara mecbur bırakılmaktadır.
Sermayenin işgücü maliyetlerini düşürmek üzere uzun yıllardır planlanan bir başka saldırı ise kıdem tazminatı hakkına yöneliktir. Kıdem tazminatını fona devretmek gibi planları pek çok kez gündeme getiren AKP, her seferinde bu planları rafa kaldırmak zorunda kaldı. Ancak hepten kaldıramadığı kıdem tazminatının tavan miktarını yıllar içinde asgari ücretin 2 katına düşürerek kuşa çevirmeyi başardı. Bununla yetinmeyen rejim, yerel seçimleri atlattıktan sonra kıdem tazminatını hepten kaldırmayı, aynı anda da bireysel emeklilik sistemini yaygınlaştırmayı ve kamusal emeklilik sistemindeki düşük maaşları daha da düşürmeyi hedeflediği planını devreye sokmaya hazırlanıyor.
Rejimin sermayenin talep ettiği ucuz işgücünü sağlama yöntemlerinden biri de manipülasyon ve yalan propaganda eşliğinde İŞKUR üzerinden yürüttüğü çeşitli “istihdam programları”dır. İŞKUR sözde işsizliği azaltmak amacıyla “işbaşı eğitim programları” düzenliyor. Oysa bu programlar, İşsizlik Sigortası Fonunu sermayeye peşkeş çekmek ve birkaç ay çalıştırıp hiçbir bedel ödemeden işten atacağı “bedava işgücü” kaynağı sağlamak için kullanılıyor. Bu programlara dâhil edilen işçilerin ücreti, genel sağlık sigortası, iş kazası ve meslek hastalığı sigortası primleri İşsizlik Sigortası Fonundan karşılanıyor. Emeklilik primleri ise ödenmiyor. Üstelik günlük 653 lira ücret alan “kursiyer” işçilere yalnızca çalıştıkları gün kadar ödeme yapılıyor, hafta tatilleri, resmi tatiller yok sayılıyor. 2021’den bu yana bu programlar üzerinden sermayeye “bedava işgücü” olarak gönderilen işçilerin sayısındaki artış dikkat çekicidir. Üstelik bu da yetmiyormuş gibi, zaten işçi arayışında olan fabrikalarda, çalışmak için başvuru yapan işçilerin önce işe alınması, hemen sonra da İŞKUR’dan gönderilmişler gibi kayıt yapılarak kursiyer olarak gösterilmesi oldukça yaygın bir uygulama haline gelmiştir. Böylece zaten işe alınacak olan işçiler, kimi sektörlerde 9 aya kadar varan sürelerle işverene hiçbir maliyeti olmadan çalıştırılmakta, bir kısmı da bu sürenin sonunda işten atılmaktadır. İşe alınanların ise istihdam zorunluluğu çoğunlukla bir yılı bile bulmamakta, bu sayede tazminat hakkı kazanmadan işten çıkarılmaktadırlar.
Sermayenin gayet memnun olduğu bu uygulamayı daha da yaygınlaştırmak için geçtiğimiz ay bir yönetmelik değişikliği yapıldı. 20 Ocakta Resmi Gazetede yayımlanan “aktif işgücü hizmetlerine ilişkin değişiklikleri içeren yönetmelik” ile program ve kurslara katılan işçi sayısının en az yüzde 70’ini program/kurs süresinin en az 3 katı süreyle istihdam etme zorunluluğu, yüzde 60 ve 2 katı olacak şekilde değiştirildi. Örneğin 3 aylık bir program kapsamında işe alınan 10 işçinin 7’si kurs bitiminde 9 ay boyunca o işyerinde çalıştırılmak zorundayken, getirilen değişiklikle işçi sayısı 6’ya, istihdam süresi 6 aya düşürülmüş oldu. İktidar, deprem bölgesindeki patronlara ise daha büyük bir kıyak geçerek aynı yönetmeliğe iki geçici madde ekledi. Buna göre; Adıyaman, Hatay, Maraş, Malatya ve Antep’in İslâhiye ve Nurdağı ilçelerindeki patronların, 31 Aralık 2024 tarihine kadar uygulanacak program ve kurslara katılan işçi sayısının yüzde 30’unu kurs süresi kadar istihdam etmeleri yeterli olacak. Adana, Diyarbakır, Antep’in diğer ilçeleri, Kilis, Osmaniye ve Urfa’da ise istihdam oranı yüzde 40, istihdam süresi kurs süresinin 1,5 katı olarak belirlendi. Böylece patronlara adeta “kullan-at” işgücü temininin önü açıldı. İşçilere ise işçi statüsünde bile sayılmayacakları birkaç aylık geçici işlerde düşük ücretle çalışmak dışında bir seçenek bırakılmamış oldu. Ağızlarına bir parmak bal sürmek için de alacakları günlük ücret 850 liraya çıkarıldı.
Genç işgücü sömürüsü: MESEM
Son zamanlarda iş cinayetleriyle gündeme gelen MESEM (Mesleki Eğitim Merkezleri), çocuk ve genç emeğinin bu iktidar altında nasıl yağmalandığının çarpıcı bir örneğidir. Sermayenin nitelikli işgücü ihtiyacını karşılamak üzere çocuk ve gençlere mesleki eğitim verilmesi tüm dünyada olan bir uygulamadır. Bu eğitimin hem teorik hem de pratik ayağının olması da gerekir. Ancak Türkiye’de mesleki eğitim, Avrupa’daki örnekleriyle kıyaslandığında, nitelikli işgücü yetiştirmekten ziyade sermayeye ucuz işgücü sağlamanın ve kamu kaynaklarını peşkeş çekmenin aracı haline getirildi. Bunun ilk adımı Aralık 2016’da yapılan yasal değişiklikle atılarak çıraklık eğitimi, örgün ve zorunlu eğitim kapsamına alındı ve MEB’e bağlı MESEM’lerde yapılmasına karar verildi. İkinci ve en önemli adım ise Aralık 2021’de yapılan yasal değişiklikti. Buna göre tüm meslek liselerinde MESEM programının açılmasına, MESEM kapsamında çalıştırılacak çırak ve kalfa öğrencilere yapılacak ödemelerin, iş kazası ve meslek hastalıkları sigortası primlerinin İşsizlik Sigortası Fonundan karşılanmasına karar verildi.[2]
Bu kararın ardından MESEM’e yönelik talepte patlama yaşandı, böylelikle İŞKUR, MEB ve sermaye işbirliğiyle yüz binlerce çocuk ve genç “mesleki eğitim” denilerek fabrikalara ucuz işgücü olarak gönderildi. Eski Milli Eğitim Bakanı Mahmut Özer, geçtiğimiz yıl Mayıs ayında yaptığı açıklamada yasa değişikliğinin ardından MESEM programına kayıtlı öğrenci sayısının yüzde 784’lük artışla 1,5 milyona yaklaştığını söylüyor, övünmekte hiçbir beis görmeden “işveren üzerindeki maddi yük kaldırılarak çok cazip bir mekanizma oluşturuldu” diyordu. Evet, patronlar için çok cazip olan bu mekanizmaya göre MESEM’li çocuk ve genç işçiler haftanın bir günü sözde teorik eğitim görüyor, beş günü de fabrikalarda, atölyelerde güvenlik önlemleri olmadan, koruyucu ekipmanlar sağlanmadan, gerekli eğitimler verilmeden, işçi statüsünde sayılmadıkları için sendikalarda örgütlenmelerine izin verilmeden çok düşük ücretlerle çalıştırılıyorlar. Yasal olmadığı halde hafta içi geç saatlere kadar işe koşuluyor, hafta sonları fazla mesai yaptırılıyor, okul tatillerinde de işe gitmek zorunda bırakılıyorlar. Eğitim gördükleri dört yıl boyunca normal bir işçi gibi çalıştırıldıkları halde emeklilik primleri ödenmiyor, çalıştıkları süre emeklilik prim gün sayısına dâhil edilmediği gibi sigortalılık süresinin başlangıcında da hesaba katılmıyor. MESEM’li öğrenciler dört yılın sonunda ustalık belgesini alarak bu sömürü çarkından “kurtulsalar” da, her yıl yüz binlerce yeni öğrencinin kayıt yaptırdığı MESEM, patronlar için sınırsız “genç ve bedava işgücü” kaynağı işlevi görüyor. Bu da yetmezmiş gibi uygulamadan daha fazla yararlanmak isteyen işverenler yıllardır kendi işyerlerinde çalışan işçileri bile bu programa kaydettirerek “maddi yük”lerinden biraz daha kurtuluyorlar.
Yoksullaşmanın derinleşmesiyle eve girecek üç kuruşa muhtaç edilen işçi aileleri, çocukları için MESEM’i bir seçenek olarak görüyorlar. Bilinçsiz ve örgütsüz emekçiler, çocuklarının hem mesleki eğitim alıp hem de para kazanacağı bir uygulamanın neden bu kadar acımasız ve yağmacı olduğunu, mesela işçi gibi çalıştırıldıkları halde çocuklarının neden işçi bile sayılmadığını sorgulamıyor ya da durumu çaresizce kabulleniyorlar. Gelecekte işsiz kalacağı kaygısıyla bir meslek öğrenmek isteyen işçi çocukları da girdikleri MESEM programıyla kapitalizmin çarkları arasında adeta öğütülüyorlar. Açgözlü sermayenin kendisine hiçbir maliyeti olmayan bu genç ve örgütsüz işçileri tepe tepe kullanmasının en ağır sonuçlarından biri de iş cinayetleri oluyor. Yalnızca son 6 ay içinde yaşları 14-17 arasında 8 MESEM’li çocuğun iş cinayetinde hayatını kaybetmesi işte bu emek yağmasının sonucudur.
Mesleki eğitim adı altında yürütülen emek yağmasına paralel olarak İşsizlik Sigortası Fonunun yağmalanması da son yıllarda sıçramalı bir artış kaydetti. MESEM, aktif işgücü programları ve işbaşı eğitim programları için İşsizlik Sigortası Fonundan yapılan ödeme miktarı 2021’de 7,3 milyar lirayken, 2023’te 51,7 milyar liraya çıktı. Rejim, önümüzdeki dönemde de bu iki boyutlu yağmaya devam edecek. Nitekim 2024-2026 yıllarını kapsayan Orta Vadeli Programda “özel sektörle işbirliği halinde” mesleki eğitim ve işbaşı eğitim programlarının daha fazla yaygınlaştırılacağı, çeşitlendirileceği dile getirilmişti. Bununla ilgili adımlar şimdiden atılmaya başlandı. MEB Mesleki ve Teknik Eğitim Genel Müdürlüğü, önümüzdeki eğitim döneminde meslek liselerinde “yeni eğitim modelleri”nin hayata geçirileceğini duyurdu. Bunlardan dikkat çekici olanlar, “bölge okulu” adı altında fabrikaların olduğu bölgelerde açılacak pansiyonlu okullar ve “sektör içi okul” adı altında bizzat fabrikaların içinde açılacak olan okullardır. Önümüzdeki eğitim döneminde hayata geçirileceği belirtilen bu “eğitim modelleri”nin gerekçesi “sektörün talep ettiği nitelikli işgücü ihtiyacını karşılamak” olarak açıklanıyor. Oysa esas niyet ucuz işgücü sağlamak, sömürüyü daha “nitelikli” hale getirmektir.
Rejimin ve sermayenin MESEM ve diğer eğitim modelleriyle çocuk ve genç emeğini yağmalaması yalnızca buradaki gençlerin ya da ailelerinin sorunu değildir. Esas olarak Türkiye işçi sınıfının sorunudur. Mesele yalnızca sermayenin ucuz işgücü sömürüsüyle kârını katlaması değildir. Neredeyse sıfır maliyetle çalıştırılan, sendikalaşma, grev vb. hakkı olmayan, çoğunlukla sesini çıkaramayan yüz binlerce genç, patronların diğer işçilerin ücretlerini düşürmesini, sendikasızlaştırmasını kolaylaştırmak için tehdit unsuru olarak da kullanılmaktadır. Ayrıca bu genç işçiler gittikleri fabrikalarda diğer işçilerle kaynaşamamakta, genellikle büyükleri tarafından da horlanmaktadırlar. Hal böyle olunca da birlik, dayanışma, örgütlenme fikrinden de uzak kalmaktadırlar. Bu, işçi sınıfı için hak arama bilincinin daha da gerilemesi, daha fazla sendikasızlaşma, artan iş cinayetleri, daha düşük ücret demektir.
Sendikasızlaştırma, artan iş cinayetleri, baskı ve yasaklar
Daha fazla kâr dürtüsüyle hareket eden sermaye, sürekli olarak işgücü ve üretim maliyetlerini düşürmek eğilimindedir. Maliyet olarak gördüğü işçi sağlığı ve güvenliği önlemlerini göz ardı eder, daha fazla üretim baskısı yapar, doğayı ve emeği yağmalar. Bütün bunları rahatlıkla yapabilmesi için de çıkarlarına uygun yasaların yapılmasını talep eder. Ama en önemlisi de işçi sınıfının örgütsüz olması gerekir. Bu nedenle AKP’li yıllar boyunca sermayenin talepleri doğrultusunda yasalar çıkarılmış, din istismarıyla, milliyetçilik zehriyle, yapay kutuplaştırma politikalarıyla paramparça edilen işçi sınıfının örgütlülüğü daha da zayıflatılarak eli kolu bağlanmıştır. Kâğıt üzerinde bile her 100 işçiden yalnızca 15’inin sendikalı olduğu, sendikalıların önemli bir kısmının da rejimin korporatist sendikalarına mahkûm edildiği faşist bir rejim altında katliam düzeyine varan iş cinayetleri de ne yazık ki şaşırtıcı olmamaktadır.
13 Şubatta Erzincan İliç’te bulunan Anagold altın madeninde meydana gelen maden faciası, rejimin emek politikalarının nasıl yıkıcı sonuçlar doğurduğunun en acı örneklerinden biri olmuştur. Faciadan sonra ortaya çıkan ayrıntılar, iktidar-sermaye-korporatist sendika işbirliğiyle doğanın ve emeğin yağmalandığını, talan edildiğini, böylesi bir eko-kırıma ve işçi katliamına göz göre göre davetiye çıkarıldığını ortaya koyuyor. İSİG Meclisinin verilerine göre AKP’nin iktidara geldiği 3 Kasım 2002’den 2023’e dek geçen 21 yılda 32 bin 180 işçi iş cinayetlerinde hayatını kaybetti. Bu iş cinayetlerinin neredeyse yarısı ise faşist rejimin iktidarda olduğu son 8 yılda gerçekleşti. 2016-2023 yılları arasında 16 binden fazla işçi iş cinayetlerine kurban gitti.
Bütün bunların üzerine sendikalaşmak isteyen, hak arayışına giren işçilerin önüne polisi, jandarmayı, yargıyı bariyer olarak koyan, grevleri yasaklayan rejim sermaye için dikensiz gül bahçesi yaratmayı başarmıştır! Son dönemlerde mücadele eden işçilerin yaşadığı hukuk garabetleri rejimin faşist karakterini çok net ortaya koymaktadır. Ödenmeyen tazminatlarını almak için eylem yapan inşaat işçilerine ve İnşaat-İş temsilcilerine ev hapsi cezası verilmesi, Agrobay’da örgütlenme çalışması yürüten sendika yöneticilerine fabrikaya 500 metre yaklaşmama cezası verilerek adli kontrol şartı getirilmesi, Elvan Gıda’da örgütlenmeye çalışan Şeker-İş yöneticilerine aile mahkemesi tarafından 15 gün fabrikaya yaklaşmama cezası verilmesi, Özak işçilerinin direniş çadırı kurduğu ilçelerdeki Kaymakamlıkların eylem yasağı kararı alması, sendikalaşma mücadelesi veren Migros Depo direnişçilerine ve DGD-Sen yöneticilerine hapis cezası verilmesi, Erzincan İliç’teki siyanürlü altın madeninin çevreye verdiği zararı duyurmaya çalışan yaşam savunucusuna madene 3 km yaklaşmama cezası verilmesi…
Bugün İliç’teki madencilerin, işçilerin ve sendikaların gerçekleşen katliama suskunluğu işçi sınıfının genel durumunun özeti gibidir. 2022’deki Amasra madenci katliamında da benzer bir durum yaşanmıştı. Çalışma ortamının kendilerini adım adım faciaya yaklaştırdığını gören, ama işsiz kalma korkusuyla yeterince sesini çıkaramayan, harekete geçemeyen örgütsüz işçiler bunun bedelini canlarıyla ödüyorlar. Katliamdan sonra da ailelerde benzer kaygılar hâkim oluyor. Bunun adı örgütsüzlüktür. İliç madeninde örgütlü olan sendikanın örneğinde görüldüğü gibi sendikaların işbirlikçi tutumu ve görece mücadeleci olanların zayıflığı işçilerin örgütlülüğünü zayıflatmakta, örgütsüzlük ise sendikaların bu durumunu daha da ağırlaştırmaktadır. Ne var ki sendikaların bu durumu kendiliğinden değişecek bir olgu değildir. Burada sosyalistlere büyük görev düşmektedir. Sendikal hareketin sorunları ancak sınıf devrimcilerinin çabalarıyla aşılabilir. Sendikaları, ısrarlı bir taban çalışmasıyla mücadele örgütleri haline getirmekten başka yol yoktur. Bunun genel sınıf mücadelesini ilerletici etkilerinin olacağı da muhakkaktır.
[1] Levent Toprak, Ekonomide Dönüş Çok, Saldırı Bâki, 13 Şubat 2024, marksist.net/node/8192
[2] Çırak olarak çalıştırılan 9-10-11. sınıf öğrencilerine net asgari ücretin yüzde 30’u, kalfa olarak çalıştırılan 12. sınıf öğrencilerine yüzde 50’si oranında ücret ödenmesine karar verildi.
link: Demet Yalçın, Rejimin Emek Yağması ve Sonuçları, 11 Mart 2024, https://marksist.net/node/8212
8 Mart’ı Karşılarken Emekçi Kadınlar