24 Haziran seçimlerine sayılı günler kaldı. Tüm iktidar iplerini elinde toplayan Erdoğan, seçim tarihinin açıklandığı 18 Nisandan bu yana yoğun bir seçim kampanyası yürütüyor. Muhalefete neredeyse tümüyle kapalı tuttuğu medya kanallarını ve devletin olanaklarını sınırsızca kullanan iktidar, kendi döneminde Türkiye’nin büyük atılımlar yaşadığını, ekonominin büyüdüğünü söyleyerek bunun ülkede yaşayan herkese büyük refah sağladığını ileri sürüyor. Mevcut iktidarın sonunun bu refahın ve hatta Türkiye’nin sonu olacağını iddia ediyor. Geniş yığınları bu propaganda ile aldatmaya, korkutmaya çalışıyor. Ne yazık ki bilinçleri Türkiye’nin tarihsel ve siyasal özgünlüklerinin de etkisiyle şekillenen örgütsüz işçi ve emekçilerin azımsanmayacak bir bölümü halen bu sinsi propagandadan etkileniyor. Ancak yaklaşık 16 yıldır iktidarda olan halis muhlis sermaye partisi AKP’nin işçi düşmanlığı hem politika ve uygulamalarından hem de bizzat liderlerinin açıklamalarından yansımaktadır. Yalanlarla aldatılmak istenen işçi sınıfında bu duruma ve topluma dayatılan tek adam rejimine karşı öfke büyümektedir.
Seçim tarihinin açıklanmasının üzerinden daha bir hafta geçmeden partisinin grup toplantısında konuşan Erdoğan, OHAL’i grevleri yasaklamak için kullandıklarını bir kez daha üstüne basa basa tekrar etti. Sermaye çevrelerine seslenerek “şimdi grev yok, huzur var” minvalinde sözler etti. OHAL’in sürdürüleceğini ve grevlerin yasaklanmaya devam edeceğini “müjdeledi”. Birkaç hafta sonra 9. Uluslararası İş Sağlığı ve Güvenliği Kongresinde konuşan Başbakan Binali Yıldırım iş kazalarının işçilerin hatası olduğunu savundu: “Esasında iş hayatının tarihsel gelişimine baktığımızda iş kazalarının yüzde 80-85 insan hatasından, insan unsurundan kaynaklandığını görürüz. (…) Hayatının büyük bir bölümünü ağır sanayide, gemi inşa sektöründe geçirmiş biri olarak, yaşayarak tecrübe ettiğim iş kazası ve iş sağlığıyla ilgili önemli anılarım var. Biz tersanede gemi yaparken çalışanlara baret giydirmek için alnımızın derisi çatlardı. «Bana bir şey olmaz.» Kardeşim sana bir şey olmaz deme, canın bu kadar ucuz değil, çoluğun çocuğun var. Geleceğin var. Eldiven takmaz, baret giymez, güvertede çalışır kemer takmaz. Sürekli peşlerinden koşacaksın. Her an başında duracaksın!”
Başbakan, bu sözleriyle işçilerin iş kazalarından korunması sorununu baret-eldiven giymeye indirgiyor. İşçileri meslek hastalıkları ve iş kazalarından korumanın tek tek kişilerle değil çalışma sistemiyle ilgili olduğu gerçeğinin üzerini örtüyor. İş güvenliği için oluşturulması gereken altyapıdan, işverenlerin tedarik ettiği iş güvenliği malzemelerinin son derece ucuz, sağlıksız ve bu nedenle çalışırken rahatsızlık verici olduğundan, uzun iş saatlerinden, yorgun, uykusuz ve zihni geçim derdiyle meşgul işçinin saatler boyunca dikkatli ve özenli davranamayacağından hiç bahsetmiyor. Bu da yetmezmiş gibi, aynı konuşmasında Başbakan önlemlerin ancak çok büyük kazalardan sonra gündeme geldiğini itiraf etti. Buna rağmen önlem alırken “ipin ucunu kaçırmamak” gerektiğinden bahsetti: “Bu kazalar olduktan sonra tepki olarak düzenlemeler yapıyoruz. İpin ucunu da kaçırıyoruz. Hâlbuki bunu kazalar sonrasında değil uzun tecrübelerin birikimi olarak yapmakta fayda var. Tepkiyle yapılan düzenlemeler bazen iş hayatında içinden çıkılmaz sorunlara da sebep oluyor. Hem iş emniyetini, iş sağlığı tedbirlerini alacağız; hem de küresel rekabette geride kalmayacağız. Prensip budur.”
AKP iktidarı boyunca Türkiye ekonomisi “küresel rekabette geri kalmama” hevesiyle büyürken iş cinayetlerinde ölen işçi sayısının her geçen yıl artarak 20 bini geçmesi, bu “prensibin” ne şekilde işlediğini açıkça ortaya koyuyor. Bu zihniyete göre mesela 301 insan madende katledildiğinde değil ama bu katliama gösterilen tepki üzerine “sert önlemler” gündeme gelirse ipin ucu kaçmış olur! Mesela önce Soma, sonra Ermenek, sonra Torunlar’ın yaşanması, buna rağmen İş Güvenliği Yasasının tüm önemli hükümlerinin ertelenip durması değil ama riskli bulunan maden sahasının üretime kapatılması “iş hayatında içinden çıkılmaz sorun” sayılır! Kapitalistler için tek prensip kârlarını büyütmektir, gerisi lafügüzaftır. Sermaye sınıfının temsilcilerinin bu prensiplerin yılmaz uygulayıcısı olan iktidara duyduğu minneti her fırsatta dile getirmesi boşuna değildir.
Bu anlamda en çarpıcı örnek Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu’nun geçtiğimiz günlerde yapılan TOBB Genel Kurulunda yaptığı konuşmadır: “Kültürümüzde güzel bir söz var: Zorlaştırmayın, kolaylaştırın. Biz de iş ve yatırım ortamı önündeki engelleri tespit edip, hükümetimizle birlikte kaldırdık. En çok şikâyet ettiğimiz konu olan, istihdam maliyetlerinin düşürülmesini sağladık. İş sağlığı ve güvenliği mevzuatı KOBİ’lerimize büyük yükler getiriyordu, bunları kaldırttık. Sanayicinin üzerindeki emlak vergisi yükünün azaltılmasını sağladık. Konutta, beyaz eşyada, mobilyadaki vergiler, bizim önerimizle indirildi. Turizm sektöründe uçak ve kurvaziyer destekleri, bizim talebimizle getirildi. Hep şikâyet ettiğimiz damga vergisinin kapsamını daralttık. Yıllardır hep talep ederdik. Vergisini düzenli ödeyen mükellef için, yüzde 5 vergi indirimi de nihayet geldi. Biriken KDV alacaklarımız konusunda da talebimiz üzerine bir çalışma başlatıldı. Bunun da sonuçlanmasını bekliyoruz. Özellikle iş mahkemelerindeki davalarda, işveren yüzde 99 haksız çıkıyordu. Bunu değiştirmek üzere, zorunlu arabuluculuk sisteminin uygulamaya alınmasını sağladık. Bu vesileyle, bizlere her zaman destek olan sayın cumhurbaşkanımıza, başbakanımıza, bakanlarımıza ve Meclisimize, bizimle birlikte çalışan, emek veren bürokratlarımıza, camiamız adına teşekkür ediyorum.”
Elbette Hisarcıklıoğlu “camiası” adına ne kadar teşekkür etse azdır. Çünkü şikâyet ettikleri tüm konuları çözen, tüm taleplerini yerine getiren, onlarla birlikte çalışan bu iktidarın söz konusu icraatları “iş ve yatırım ortamı” için, yani sermaye sınıfı için gerçekten de dikensiz bir gül bahçesi yaratmıştır. AKP, iktidara gelir gelmez sermayedarlara verdiği “prangalarınızı çözeceğiz” sözünü tutmuştur. AKP’nin 16 yıllık iktidarı burjuvazi için tam bir atılım ve dizginsiz zenginleşme dönemidir. Öte yandan meseleye işçi sınıfının penceresinden bakıldığında görünen tablo tam bir yıkım tablosudur. İktidarın yaratmak istediği illüzyonun tersine AKP’li yıllar boyunca işçilerin çalışma ve yaşam koşulları kötüleşmiştir. İşçilerin ürettikleri zenginlikten aldıkları pay azalmış, yoksullukları büyümüştür. Hakları, kazanımları ve örgütlülükleri gerilemiştir. Çalışma saatleri uzamış, güvencesizlik, sendikasızlık, taşeronluk, işsizlik tırmanmış, aşırı mesai ve borç yükü işçilerin kaçıp kurtulamadığı bir cendere haline gelmiştir.
16 yıllık icraat tablosu
Hatırlayacak olursak 2002 Kasımında iktidara yerleşen AKP’nin ilk icraatlarından biri İş Kanununu değiştirmek olmuştur. Bu değişiklikle istihdam politikalarının “dönemin ihtiyaçlarına uygun şekilde” esnetilmesi, firmaların uluslararası düzeyde rekabet gücünü arttırması ve işçi maliyetlerinin düşürülmesi hedeflenmiştir. Bu kanun değişikliği ile “geçici iş ilişkisi”, “ödünç iş ilişkisi”, “çağrı üzerine çalışma”, “denkleştirme esası” gibi yöntemlerin önü açılmıştır. Ev eksenli, sözleşmeli, belirli süreli, kısmi zamanlı çalışma yaygınlaşmıştır. Bu iktidar döneminde taşeron işçi sayısı günden güne arttırılmış, milyonlarca insan kamuda ve özel sektörde taşeron şirketlerin kucağına itilmiştir. Özelleştirmeler, çalışanların işten atılmasına, farklı statülerde çalıştırılmasına vesile kılınmıştır. Tüm bunlar iş güvencesini, ücret güvencesini, sosyal güvenceyi ortadan kaldıran bir işlev görmüştür. Üstelik İş Kanununa işten çıkarmaları engelleyecek hükümler eklenmemiş, caydırıcı bir işlev gören kıdem tazminatına yönelik saldırılar gündemden düşmemiştir. Bu koşullarda işçiler her an işsiz kalmaktan korkarak, yaşamlarını tamamen patronun belirlediği çalışma şartlarına göre düzenleyerek, ücretlerini alıp alamayacaklarından emin olamadan, hiçbir pazarlık şansı bulunmadan çalışmaya, dayatmalar karşısında boyun eğmeye zorlanmıştır. Tüm bunların sonucunda Hisarcıklıoğlu’nun “en çok şikâyet ettiğimiz konu” dediği istihdam maliyeti düşmüştür.
2018 Ocak verilerine göre, Türkiye’de özel sektörde 13 milyon 844 bini aşkın işçi var. Kamuda ise 2017 Nisan verilerine göre, diğer statülerde çalışanlar hariç yaklaşık 2 milyon 481 bin “memur”, 270 bin işçi istihdam ediliyor. OECD’nin Mayıs ayı sonunda açıkladığı rapora göre bugün Türkiye’de haftalık ortalama çalışma süresi 47,9 saattir. OECD raporları Türkiye’nin son 11 yıldır fazla mesaide liderliği kimselere kaptırmadığını gösteriyor. Türkiye’de çalışanların yaklaşık yarısı haftada 50 saatin üzerinde çalışıyor. Haftada 60 saatten fazla çalışanların oranı ise yüzde 21’i buluyor. Yani toplamda 16,6 milyon kayıtlı işçi ortalama olarak haftada yaklaşık 48 saat çalışıyor, 8 milyondan fazla işçinin çalışma süresi 50 saati aşıyor ve bunların 3 milyondan fazlası haftada 60 saatin üzerinde çalışıyor!
Peki, bunca çalışma karşılığında işçilerin eline geçen ücretler temel ihtiyaçları karşılamaya yetiyor mu? DİSK-AR’ın Türkiye’de İşçi Sınıfı Gerçeği adlı raporu işçilerin %66’sının ayda 2000 liradan daha az gelir elde ettiğini söylüyor. İşçilerin %70’i ücretinin düşük olduğunu, gelirinin geçinmesine yetmediğini ifade ediyor. Türkiye OECD ülkeleri arasında gelir dağılımının en bozuk olduğu ülkeler arasında yer alıyor. Dolar milyarderlerinin sayısı ve zenginlikleri büyürken işçi sınıfının yoksulluğu da büyüyor. İşçi sayısı, işçilerin nüfus içindeki oranı artmasına rağmen işçilerin üretilen toplam değerden aldığı pay azalıyor. Tüm araştırmalar AKP’li yıllarda, özellikle de 2008 krizinden itibaren, işçilerin reel ücretlerinin değil borçlarının arttığını gösteriyor.
“2004-2013 döneminde, kişi başı milli gelirdeki artış yıllık ortalama %3’e yakınken, toplam tüketim harcamaları ortalama %3,7 artmıştır. Aradaki farkın borçlanmaktan başka bir kaynağı olmadığı açıktır. Her geçen yıl işçi ailesinin geliri ile gideri arasındaki açı büyümüştür. Sonuç, AKP iktidarı döneminde, tek tek emekçilerin borçlanmasındaki devasa patlamadır. Emekçilerin önemli bir çoğunluğu, muazzam bir borç bataklığı içerisinde yaşamlarını sürdürmeye çalışıyor. TÜİK verilerine göre, konut kredileri dışarıda bırakıldığında bile nüfusun %68’i borçlu durumdadır.”[*] Aynı veriler, söz konusu dönemde, hane halkı borçlarının GSYİH’ye oranla %3’ten %23,8’e, hane halkı kullanılabilir gelirine oranla ise %7,5’ten %55,2’ye çıktığını göstermektedir.
Son günlerde şahit olunan işçi intiharlarının, kendini yakmaya kadar giden protestoların temel nedenlerinden biri artık taşınamayan borç yüküdür. Ücretler düştükçe, tüketim kalıpları değişip ihtiyaçlar çeşitlendikçe çekilen krediler, borçlar, işçinin gelecekteki gelirini de bankalara ipotek etmesi anlamına gelmektedir ve bu durum bir süre sonra içinden çıkılmaz bir hale gelmektedir. İş güvencesini ortadan kaldıran uygulamalarla, işsizlik oranlarıyla birlikte düşünüldüğünde bu borç sarmalının işçiler açısından ne anlama geldiği ortadadır. Fazla mesailerle ömür tüketme, ikinci hatta üçüncü işte çalışma, dinlenmeye ve sosyal yaşama zaman ayıramamanın getirdiği depresyon, mutsuzluk, bıkkınlık, çıkışsızlık hissi, erken yaşlarda kaybolan fiziksel ve ruhsal sağlık...
İşçi sınıfının bir bölüğü aşırı çalışmanın yarattığı bu sorunlarla boğuşurken diğer bir bölüğü işsizlik belasıyla boğuşuyor. Bugün çalışma süreleri akıl dışı biçimde uzunken işsiz sayısının 6 milyon olması kapitalizmin muazzam çelişkilerinin yanı sıra AKP’nin politikalarının da bir sonucudur. AKP, İş Kanununda yaptığı değişikliklerle, Ulusal İstihdam Stratejisi, Büyük İstihdam Seferberliği gibi projelerle, kapitalistlere sağladığı istihdam teşvikleriyle işsizliği azaltacağını ileri sürüyordu. Oysa işsizlik azalmak bir yana hızla artıyor. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Jülide Sarıeroğlu, 2017 yılında sağladıkları 1 milyon kişilik ek istihdam için işverenlere teşekkür etmişti. Ancak DİSK-AR’ın raporları bu iddianın kof olduğunu ortaya koymuştu. Zorunlu sigortalı işçi sayısında 265 bin kişilik bir azalma olduğu, 1 milyon 122 bin kişilik artışın esas olarak stajyer, çırak ve kursiyerlerden oluştuğu açığa çıkmıştı. Yani ne büyük istihdam sağlayacağı söylenen yatırımlar, ne yüksek büyüme rakamları, ne patronlar için istihdam maliyetlerinin azaltılması, ne AB fonlarıyla verilen meslek eğitimleri işsizliğin 6 milyona tırmanmasına engel oldu.
“İstihdam seferberliği” balonu patlamışken, işsizlik oranları rekora doğru giderken ve İşsizlik Sigortası Fonunda biriken para 120 milyar lirayı geçmişken işsizlere hiçbir yaraya merhem olmayacak miktarda işsizlik ödeneği veriliyor. 2018 yılı için en düşük işsizlik maaşı 805 lira, en yüksek işsizlik maaşı da 1623 lira olarak belirlendi. İşsiz kalan işçinin iş buluncaya kadar temel ihtiyaçlarını karşılayacağı şekilde belirlendiği söylenen bu maaşın üst sınırı bile açlık sınırının altında kaldı. 2018 yılı içinde, İşsizlik Sigortası Fonundan sigorta giderlerine sadece 4 milyar 291 milyon lira harcanması öngörülüyor. Üstelik bu rakamın içinde işsizlik ödeneğinin yanı sıra, kısa çalışma ödeneği ve ücret garanti fonu da yer alıyor. Bu yıl fonun başka amaçlarla kullanılacak kısmınınsa 10 milyara yakın olması bekleniyor. İşsizlik Sigortası Fonu 2018’de de işsizler için değil sözde işsizliğin azaltılması için hayata geçirilen projelerin kaynağı olarak kullanılacak ve çeşitli bahanelerle kapitalistlere dağıtılacak. 2017’de başlayan ilave teşvikler 2018’de de devam ettirilecek.
AKP döneminde işçi sınıfının hakları tırpanlanmış, yoksullaşma artmıştır. Bunu “telafi etmek” içinse yoksullara sadakalar dağıtılmış, “hak”kın yerine “ihsan” geçirilmiştir. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, yerel yönetimler, vakıf ve cemaatler kamu kaynaklarını kullanarak siyasi destek ve oy karşılığında yardım dağıtmıştır. Reel ücretler yerinde sayarken ya da aşınırken düzenli gelir desteği sayılabilecek ödemelerin toplam sosyal hizmet ve yardım harcamaları içindeki payı katlanarak artmıştır. Son derece sistematik biçimde hayata geçirilen bu politikalar yoksul işçi ve emekçilerin AKP iktidarını desteklemesinin temel nedenlerinden biri haline getirilmiştir. 24 Haziran seçimlerinin arifesinde AKP’nin dağıttığı ulufelerin, yardım adı altında rüşvetlerin haddi hesabı yoktur.
İktidarın “hak” meselesine bakışı sendikal örgütlenmenin önündeki yasal engellerin korunması ve fiilen arttırılmasında da görülmektedir. İş yasalarını sermaye lehine değiştirirken 12 Eylül darbe anayasasının yasakçı ruhunu da koruyan AKP, güvenceli çalışmanın zeminini aşındırarak sendikal örgütlenmeyi zorlaştırmıştır. Sendikaları kendisine biat etmeye, “yandaş” olmaya zorlamıştır. İşçilerin sendikal örgütlenme nedeniyle işten atılmalarına engel olacak en ufak bir düzenleme yapmamıştır. İktidarı döneminde 20’ye yakın büyük grevi yasaklamıştır. Bugün gelinen aşamada sendikaların eylemleri, grevleri OHAL bahanesiyle yasaklanmaktadır. Fabrika önlerinde direnişe çıkan, iş durduran işçiler polis saldırısına uğramaktadır. Sendikacılar “üye sayısını çoğaltmak, bu şekilde aidat gelirini arttırmak” suçlamasıyla hapse atılmaktadır vs. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının 2018 Ocak ayı verilerine göre sendikalı işçi sayısı 1 milyon 714 bindir ve bu %12’lik bir orana tekabül etmektedir. Ancak sendikalı olmasına rağmen toplu iş sözleşmesinden yararlanan işçi sayısı çok daha azdır. Grev yasaklarıyla işçilerin pazarlık hakkını elinden alan, asgari ücreti baskılayarak sendikalı işçilerin ücretlerinin düşük belirlenmesine neden olan, muhalif sendikaların tabanını boşaltan baskıcı iktidar, sendikalı işçi sayısının artmasıyla övünmekten de geri durmamaktadır.
İşçilerin sendikalı olmasının, örgütlü davranarak haklarını korumasının önüne engeller koymakla yetinmeyen bu iktidar, Zorunlu Arabuluculuk Sistemi ile işçiler için yasal zeminde de hak aramayı zorlaştırmıştır. İş mahkemelerinin işçi lehine kararlar vermesinin, işçi alacaklarını vermekten kaçınan patronların bu alacakları ödemeye mahkûm edilmesinin sermaye çevrelerinde yarattığı rahatsızlık bu yolla giderilmiştir. Bu uygulama da işçilere “müjde”, “artık mahkemelerle uğraşmayacaksınız”, “paranızı almak için yıllarca beklemeyeceksiniz” yalanlarıyla pazarlanmıştır. Oysa işin aslını sermaye sözcüleri açıkça dile getirmektedirler: “Özellikle iş mahkemelerindeki davalarda, işveren yüzde 99 haksız çıkıyordu. Bunu değiştirmek üzere, zorunlu arabuluculuk sisteminin uygulamaya alınmasını sağladık.” Rifat Hisarcıklıoğlu’na ait olan bu sözler, “zorunlu arabuluculuk sisteminin” kimin işine yaradığının itirafı niteliğindedir. Bu yasanın çalışma yaşamına etkileri, sonuçları zamanla daha net biçimde ortaya çıkacaktır.
Bugün sonuçları ortaya çıkmaya başlayan ve işçilerin tepkisini büyüten bir diğer konu emeklilik yaşının ve prim gününün yükseltilmesidir. Mevcut iktidar, sermaye çevrelerini en çok rahatsız eden meselelerden biri olan “genç yaşta emeklilik” meselesinin çözümüne büyük katkıda bulunmuştur. Kademeli olarak emeklilik yaşının 65’e ve prim gününün 9000’e çıkarılmasının yanı sıra emekli maaşlarının hesaplanma yöntemi de iki kere değiştirilmiş, maaşlar kademeli olarak düşürülmüştür. Yaş ilerledikçe iş bulmanın ve çalışmanın ne denli zorlaştığı düşünüldüğünde bu saldırının acımasızlığı ortadadır. DİSK-AR’ın raporlarına göre emekliler giderek daha fazla yoksullaşmaktadır. Düşük maaşlar ve sağlık hizmetlerinin pahalılığı, kalitesizliği, emeklilerin yaşam kalitesini iyiden iyiye düşürmüştür. İktidar, mevcut emeklilik sisteminin yerine önce Bireysel Emeklilik Sistemini ikame etmek ve ardından bir sosyal güvence olan emeklilik hakkını uzun vadede yok etmek istemektedir. BES’in parlatılması, işçilerin tersi yöndeki iradesine rağmen zorunlu hale getirilmesi bu yüzdendir.
16 yıllık AKP iktidarı döneminde kadın işçilerin yaşamı daha da zorlaşmıştır. Gece mesaisi yasağı kaldırılırken, doğum, emzirme izni gibi haklar yerinde sayarken kreş uygulaması adeta tarihe karışmıştır. Öte yandan, 2017’deki referandum öncesinde, kadın istihdamını arttırmak için hazırlandığı ileri sürülen ve büyük reklamlarla duyurulan “büyükanne maaşı” projesi sessiz sedasız sonlandırılmış, doğum sonrası yarı zamanlı çalışma hakkı ile ilgili düzenleme kâğıt üzerinde kalmış ve fiiliyatta kadın işçilerin yaşamını kolaylaştırmamıştır. Tüm bunlarla birlikte hükümetin “kadın emeğini teşvik” adı altında sermayeye yağdırdığı teşviklerle, kadın işçiler patronlar için bedava işgücü haline getirilmiştir. Çocuk işçilikle mücadelede de tek bir somut adım atılmamıştır.
Bu arada iktidar, körüklediği savaştan kaçıp Türkiye’ye sığınmak zorunda kalan Suriyeli emekçilerin köle emeği olarak kullanılmasına göz yumarak sermaye için büyük bir “fırsat” kapısı yaratmıştır. Suriyeli mülteci işçiler asgari ücretin yarısına, çocuk mülteciler üçte birine çalıştırılmaktadır. İş Kanununun koruyucu hükümlerinden yararlanamayan, merdiven altı atölyelerde, sağlıksız şartlarda, güvencesiz ve uzun sürelerle çalışan Suriyelilerin baskı ve şiddete maruz kaldıkları da sır değildir.
AKP iktidarı, dolaylı vergilerin arttırılması, ulaşım, sağlık ve eğitimin daha da pahalı hale getirilmesi, niteliksizleşmesi, artan hayat pahalılığı, işyerlerinde baskı ve mobingin artması, özel istihdam bürolarının yaygınlaştırılması, kentsel dönüşüm adı altında yaşam alanlarının yok edilmesi, kaotik bir şehircilik anlayışı ile insanların canından bezdirilmesi gibi icraatların da sahibidir.
Açıktır ki AKP iktidarının ve tek adam rejiminin işçiler için anlamı kölelik ve yıkımdır. Bu nedenle işçiler hem bu iktidara hem tek adam rejimine hem de kapitalizme karşı mücadelede yerini almalıdır. Tek adam iktidarından da, çarkı bozuk bu düzenden de kurtulmanın başka yolu yoktur.
[*] Oktay Baran, Aşırı Çalışma ve Borç Batağındaki İşçi Sınıfı, Kasım 2017, marksist.com
link: Ezgi Şanlı, İşçi Sınıfının Penceresinden AKP’li Yıllar, 5 Haziran 2018, https://marksist.net/node/6390
Venezuela’da Seçimler ve Maduro’nun “Zaferi”
Medyada Nefret Söylemi ve Ayrımcı Dil