Sayfalar
Yaşasın Eşitlik Mücadelemiz, Yaşasın Sosyalizm!
Sınıflı toplumlarının oluşmasıyla birlikte kadınlar hep insanlığın ezilen cinsi oldu. Kadın aşağılandı, yok sayıldı, “görev ve sorumlulukları” belirlendi ve bir çerçeveye hapsedilmek istendi. Kadına, ne istediği, ne hayalleri, ne de özlemleri soruldu. Hep onun adına karar verildi. Kadınlara, çizilen role biat edilmesi buyruldu. Ama bunun karşısında tarihin her döneminde ezen sınıfa karşı kadınlar eşitlik ve özgürlük mücadelesinin ön saflarında yerlerini aldılar. Sınıflı toplumların son evresi olan kapitalizmde ise ezen sınıfın kadınları erkekleriyle büyük ölçüde eşitlendi ama işçi sınıfının kadınlarının payına çifte ezilmişlik düştü. Aslında kapitalizm altında kadın sorunu kendinden önceki sınıflı toplumlara kıyasla hiç olmadığı kadar sınıfsal bir boyut kazandı.
Bir illüzyon yaratıp kadın sorununu sınıfsal bağlamından koparmaya çalışanlara inat, işçi sınıfının saflarında dünyayı değiştirme mücadelesine katılan devrimci kadınlar buna karşı amansız mücadeleler yürüttü. Tarihin ilk ve tek muzaffer işçi devrimi Ekim Devriminde Bolşevik kadınlar, emekçi kadınları yalnızca erkek egemen zihniyete karşı değil kapitalist sömürüye karşı da mücadeleye çağırdılar. Kadın sorununu, burjuva ideolojisiyle işçi sınıfının içinde bir kutuplaştırma aracına dönüştürenlerin aksine, erkek ve kadın işçileri sosyalist bir dünya için mücadele saflarında birleştirdiler. İşçi sınıfının devrimci önderi Lenin’in eşi ve yoldaşı olan, emekçi kadın çalışmalarında önemli roller üstlenen Krupskaya, “İşçi kadınları işçi erkeklerle birleştiren şey, onları ayıran şeyden daha güçlüdür. Ortak hak yoksunlukları, ortak ihtiyaçları, ortak koşulları, yani mücadele ve ortak hedefleri ile birleşiyorlar… Erkek ve kadın işçi dayanışması, ortak faaliyet, ortak hedef, bu hedefe giden ortak yol; işçiler arasındaki «kadın» sorununun çözümü işte budur”diyordu. Kapitalizmin derinleştirdiği ve yarattığı tüm sorunlarda sınıfsal bir tutumla mücadeleyi elden bırakmayan Bolşevikler, direngenlikleriyle, azimleriyle ve tutkularıyla devrime giden yolun taşlarını döşemeyi başardılar. Emekçi kadınlar arasında emperyalist savaşa karşı barış, sömürüye ve eşitsizliğe karşı ekmek ve gül talebinin yükseltilmesi için canla başla ter akıttılar.
Emekçi kadınlar olarak bugün bize düşen görev Ekim Devriminin ışığında mücadelemizi büyütmektir. Çünkü milyarlarca insanın açlık, yoksulluk ve yoksunluk çektiği, milyonlarcasının yerinden yurdundan edildiği, emperyalist savaşlarla kentlerin, insanların yok edildiği, nefessiz bırakıldığı, gençlerin umutlarının çalındığı bir dünyadan herkesin eşit, özgür ve sömürülmediği bir dünyaya geçiş işçi sınıfının devrimci mücadelesiyle mümkündür. Sömürü, kan ve gözyaşıyla beslenen bu kahrolası sistemi yıkalım, dünyamıza gerçek barışı ve eşitliği getirelim! Ekim’in izinde işçi sınıfının devrimci mücadelesini büyütelim!
Yaşasın Ekim Devrimi, Yaşasın Sosyalizm!

link: İstanbul Avrupa yakasından bir grup emekçi kadın, Yaşasın Eşitlik Mücadelemiz, Yaşasın Sosyalizm! , , https://marksist.net/node/8109
İşçiler İçin Gerçek Devrim 100 Yıl Önce Değil, 106 yıl Önce Gerçekleşti


İşçi sınıfı ve ezilenler olarak, kapitalizmin içinde bulunduğu tarihsel sistem krizinin neden olduğu büyük yıkımlarla boğuşuyoruz. Bu öyle bir yıkım ki, hayatın her alanında iliklerimize kadar hisseder durumdayız. Ayakta kalabilmek ve yaşayabilmek için insanlık mücadelesi veriyoruz. Bir taraftan faşizm tepemize çökmüş nefesimizi boğuyor. Bir taraftan fabrikaların ölüm çarklarında ömürlerimiz tükeniyor gün be gün. İşçiler hayatta kalabilmek ve geçinebilmek için, tüm zamanlarını ölüm çarklarında “gönüllü mesailerle” geçiriyor. Ormanlarımız, derelerimiz, doğal kaynaklarımız yok ediliyor. Çocuklarımızın gelecekleri, nefesleri yok ediliyor. Doğal afetlerde evlerimiz başımıza yıkılıyor. Sermaye sınıfının hegemonya mücadelesinin sonucu olan savaşlarda, hayatı tanımadan kundakta ölüyor çocuklarımız.
Cumhuriyetin 100. yılı, böylesi bir dönemde, sokaklarda, fabrikalarda, meydanlarda kutlandı. İşçi sınıfının mücadele tarihini bilmenin, örgütlü olmanın ne kadar önemli olduğunu, bugün yaşananlar gözümüzün ta içine içine sokacak nitelikte. Bugün “demokratik” gibi gösterilen Cumhuriyet, Türkiye işçi sınıfının tarihinde, mücadele eden işçilere, devrimcilere, aydınlara ve komünistlere ne acılar yaşattı. Mustafa Suphi ve yoldaşlarını Karadeniz’in karanlık sularında boğan bu despotik zihniyet değil miydi? Ya Nazım Usta’yı hapseden, sürgün eden, vatan toprağına hasret ölmesine neden olanlar da bu “demokratik” Cumhuriyetin kurucuları değil miydi? İşçi sınıfının sendikalarını, grevlerini yasaklayan, hak arama mücadelelerini darbelerle biçip tırpanlayan, ilerici işçileri, devrimcileri cezaevlerine tıkan, yeri geldiğinde idama mahkûm eden, bu “demokratik” Cumhuriyet değil miydi? Kadınlara toplumda yer açmayan, ikinci sınıf yerine koyan, “evin reisi kocadır” diyen bu asil Cumhuriyet değil midir? Onlarca yıldır Kürt halkına kan kusturan, en temel demokratik haklarına dahi tahammül edemeyen, bir halkı yok sayanlar, “Türkiye Cumhuriyeti’nde ırkçılığa yer yoktur” diyen ikiyüzlü TC’nin egemenleri değil midir? TC’nin kuruluşundan bugüne kadar, ezilen halklara, işçi sınıfına, devrimcilere, komünistlere yaşattığı acılar, baskılar, katliamlar saymakla bitmez.
İşçi sınıfının devrimcileri, öncüleri olarak bizler biliyoruz ki, bugün asıl kutlanması gereken, insanlık tarihinin en demokratik zaferi olan şanlı Ekim Devrimidir. Bu zaferdir ki, emekçileri baskıdan, sömürüden, savaştan kurtarmanın, insanlığı özgürleştirmenin yolunun nereden geçtiğini bizlere gösteren büyük bir tarihsel örnektir. Ekim Devrimi, egemenlerin karalama kampanyalarına rağmen, tüm gerçekliği ile insanlık için güncelliğini koruyor. Bu nedenledir ki, tüm dünyada patlak veren her isyanda, her başkaldırıda, “sosyalizm” talepleri yükseliyor. Biliyoruz ki iyi bir yaşam, ezilen halklar için, işçi sınıfı için asıl demokrasi devrimle olacaktır. Tüm dünyada meydanlara çıkan gençler, işçiler, kadınlar, yaşamlarının değişmesini istiyorlar. Bu değişim ancak, tıpkı Ekim Devrimi gibi bir devrim ile mümkün olabilir. Ekimde yakılan ateş, özgür bir dünyanın nasıl kurulacağını öğretti bizlere. Dil, din, ırk ayrımı gözetmeden, demokrasinin, özgürlüklerin işçi sınıfının iktidarında olabileceğini öğretti. Kadınlar sosyal yaşamda hak ettikleri yeri alması ve cinsiyet ayrımcılığının ortadan kalkması için büyük bir adım atıldı. Ezilen halklar kendi kaderini kendileri belirlediler. Ekim Devriminin daha birçok kazanımından bahsedebiliriz. İşçi sınıfı için, ezilenler için gerçek devrim, görüldüğü gibi 100 yıl önce değil 106 yıl önce oldu. Sınıf devrimcilerinin görevi bu gerçekleri anlatmak, işçi ve emekçileri örgütlü mücadelenin bir parçası haline getirmek için canla başla çalışmaktır. Ekim Devrimini yaratanlara borcumuzu ancak böyle ödeyebiliriz.
1917 Ekim Devriminin yaktığı ateş, tüm harıyla işçi sınıfının mücadelesinin içinde yanmaya devam ediyor. Tüm dünyanın komünistlerine düşen görev, bu ateşi canlı ve diri tutmaktır. Bugün bağımsız bir sınıf tutumuna, sınıf siyasetine çok daha fazla ihtiyacımız var. Bu tutum 1917 Ekim Bolşevik geleneğinin kendisidir. Burjuvazinin sahte, ikiyüzlü sözde demokratik cumhuriyeti değil, işçilerin gerçek demokratik cumhuriyeti! Bu yolda sarılmamız gereken Bolşevik gelenektir. Bu geleneği yaşatmak, genişletmek, gelecek kuşaklara taşımak, tüm sınıf devrimcilerinin boynunun borcudur.

link: Sancaktepe’den bir MT okuru, İşçiler İçin Gerçek Devrim 100 Yıl Önce Değil, 106 yıl Önce Gerçekleşti, , https://marksist.net/node/8107
Büyük Önder Lenin!


Bolşevik Partinin öncülüğünde tarihte ilk muzaffer işçi iktidarı gerçekleştirilmiştir. Tarihsel ve güncel deneyim döne döne gösteriyor ki sağlam temelleri olan bir devrimci örgütlülüğün varlığı çok önemlidir. Bugün dünya işçi sınıfının önderlerini hatırlamamızın, geçmiş mücadele deneyimlerine dönüp bakmamızın nedeni işte bu örgütlülüğü yaratabilmek içindir. Dünyadaki mücadele nehri, geçmişten bugüne ve geleceğe doğru her şeye rağmen akmaya devam ediyor. Bizler de bu nehrin kollarından biriyiz. Ve tüm zorluklara rağmen geleceğin sınıfsız toplumunu yaratmak için mücadele bayrağını yükseltmeye devam edeceğiz. Yapmamız gereken tarihin derslerini iyi anlamak, gençler olarak kendimizi dönüştürmek ve devrimin neferi olmaktır.
Kapitalizm çürüdükçe insanlığı ve yaşamı da çürütmeye devam ediyor. Tarihsel olarak tıkanan ve artık potansiyellerini büyük ölçüde tüketen, bir anlamda yolun sonuna gelmiş bir sistemdir kapitalizm. İçinde bulunduğumuz dönem isyanların, “artık yeter!” haykırışlarının daha da yükseleceği bir dönemdir. Ve bu çığlıkların kapitalizme karşı devrimci mücadeleye evrilmesi için işçi sınıfının örgütlü olması ve önderliğiyle birlikte hareket etmesi gerekiyor. Lenin’i tekrar tekrar hatırlarken onun öncü partiyi oluşturma çabasını ve azmini de hatırlamış oluruz. Lenin’i hatırlamak, aynı zamanda kendimizi sürekli dönüştürmek ve kapitalizme karşı mücadelede kararlılığımızı pekiştirmek için de gereklidir. Lenin’i hatırlamak, dünya devrim mücadelesini ve enternasyonalizmi hatırlamak, bu doğrultudaki görevlerimizi ve mücadelemizi hatırlamaktır!

link: Bir grup genç işçi, Büyük Önder Lenin!, , https://marksist.net/node/7836
Rosa Luxemburg’un ve Karl Liebknecht’in Son Mücadelesi


Enternasyonalist komünist mücadelenin iki büyük önderi Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’in burjuvazinin cellâtları tarafından katledilmelerinin üzerinden tam 104 yıl geçti. Sermaye sınıfına karşı kavgayla geçen ömürleri, burjuvaziyle kıran kırana sürdürülen bir savaşta devrimci işçi sınıfının saflarında görevlerinin başındalarken sona erdi. Ama bu iki büyük devrimci, komünistlere yakışan bir onurla son nefeslerini verene kadar sergiledikleri boyun eğmez mücadeleyle ve devrimci tutumlarıyla tarihte silinemez izler bıraktılar ve ölümsüzleştiler. İşçi sınıfının dünya devrimine doğru ilerleyen savaşımının tarihteki en önemli basamaklarından birisi olan 1918-19 Alman Devrimine önderlik eden Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht belki bu savaşta yenildiler ama yenilgiyle sonuçlanan mücadelelerinin öğrettikleriyle işçi sınıfına tarihsel öneme sahip büyük bir devrimci miras bıraktılar.
Kavgada ve ölümde yoldaş olan Luxemburg ve Liebknecht farklı mizaçlara ve yeteneklere sahip iki devrimciydi. Ancak bu durum onların devrimci kişilikleri sayesinde sorunlara değil mücadelede birbirini besleyen ve tamamlayan olumlu özelliklerin ortaya çıkmasına kaynaklık ediyordu. Luxemburg, Marksizmin yöntemine ve bilgisine son derece hâkim çok parlak bir teorisyen, aynı zamanda mücadeleye tutkuyla bağlı bir eylemci, Liebknecht ise hem yüksek düzeyde sınıf bilincine hem de eşsiz bir devrimci girişkenliğe ve cesarete sahip doğrudan bir eylem adamı olarak birbirlerini tamamlıyorlardı. Nitekim Rosa Luxemburg, 1918-19 yıllarındaki devrimci durum sırasında Almanya ve dünyadaki siyasal durumun analizini ve bu çözümlemelerden hareketle işçi sınıfı için yol göstericiliğini, Liebknecht ise işçi ayaklanması başladığında eylemin önderliğini üstlendi.
Luxemburg’un ve Liebknecht’in devrim sırasında ortaya koydukları mücadele ve sınıf perspektifi gerçekten çok değerliydi. Ne var ki, Almanya’daki sosyalist hareket içinde güçlenmiş olan gerici eğilimler işçi sınıfının pek çok iyi unsuru üzerinde bile felçleştirici etkilerde bulunmuştu. Bu yüzden geciken devrimci örgütlenmenin eksiklikleri nedeniyle onlar da çoğu durumda çaresiz kaldılar. Almanya’daki devrimin ilerleyişi içerisinde yaşananların çarpıcı biçimde gösterdiği gibi, bu devrimin yenilgisine sebep olan başlıca faktör, devrimci örgütün zamanında yaratılamamış olmasıydı. Bu gecikmeden kaynaklı zaaflar en kritik noktalarda ortaya çıktı ve gelişmelere damgasını vurdu.
Elbette, Almanya’da sosyalist hareket içerisinde yıllarca mücadele eden, bu hareketin liderliğinin kokuşmuşluğunu ve sınıfa ihanetini çok erken zamanlarda fark etmiş ve buna karşı ideolojik mücadeleyi parlak biçimde sürdürmüş Rosa Luxemburg’un ve sınıfa ihanetin en somut göstergesi olan emperyalist savaş karşısında bu hareketin gösterdiği tutuma parlamentoda görkemli biçimde bayrak açan Karl Liebknecht’in bu gecikmişlikte önemli payları vardır. Onların daha erken zamanlarda ihanete sürüklenmiş Alman Sosyal Demokrat Partisinden kopmaları ve bağımsız sınıf partisinin örgütlenmesine öncülük etmeleri beklenirdi. Ancak unutmamak gerekir ki, büyük devrimciler de yanlışlardan, zaaflardan, kusurlardan müstesna insanlar değillerdir. Onlar da somut bir hedef için eyleme girişen herkes gibi kaçınılmaz olarak hatalar yaparlar. Ama büyük hedefleri için ortaya koydukları çabalar, yol gösterici, doğruluğu pratikte kanıtlanan fikirleri, liderlik becerileri ile elde edilen tarihi değiştiren kazanımlar bu hatalarla asla gölgelenmez. Bu hatalar ayrıca onlardan feyiz alanların yaşananlardan derinlemesine dersler çıkarmaları için yol gösterici olur. Gerçekliğin derinlemesine kavranması için bu hataları göz ardı etmeden değerlendirmeler yapmak gereklidir.[1]
Aslolan işçi sınıfı iktidarı için örgütlü mücadeledir
Almanya’da devrimin patlak verişinden tam bir yıl önce 7 Kasım 1917’de Rusya’da işçiler iktidarı ellerine almak için ayaklanmışlar ve tarihin ilk muzaffer işçi devrimini gerçekleştirmişlerdi. Sonrasında uzun yıllar boyunca dünyadaki bütün siyasal ve ekonomik gelişmelere yön vermiş olan bu devrim Almanya’daki işçi mücadelelerinin gelişiminde her bakımdan etkiliydi. Almanya’daki işçi devriminin yenilgisi de Rusya’daki işçi iktidarının kaderinin belirlenmesinde en başta gelen etken oldu. Bu nedenle 1918-19 Alman devriminin Ekim Devrimi ile bağları ve etkileşimi derinden kavranmadan bu süreç hiçbir biçimde tam olarak anlaşılamaz.
Ekim Devrimi gerçekleştiğinde hem Rosa Luxemburg hem de Karl Liebknecht burjuvazinin hapishanelerinde tutsaklardı. Emperyalist savaş yılları boyunca Luxemburg toplam üç yıl dört ay hapiste tutulmuştu. 1914’te “halkı itaatsizliğe kışkırtmak”tan hakkında hüküm verilmiş, hapse atılmıştı. 18 Şubat 1916’da hapishanedeki süresi dolunca salıverildi. Kalan süreyi dışarıda denetim altında geçirmesi gerekirken beş ay sonra tekrar gözaltına alındı ve savaş sırasında dava açılmadan hapiste tutuldu.
Karl Liebknecht ise emperyalist savaş başladığında milletvekiliydi ve Mecliste savaş kredilerinin aleyhine sadece o oy vermişti. Emperyalist savaşa karşı tutumunu ısrarla sürdüren Liebknecht’i yıldırmak için devlet onu askere almıştı. Bu dönemde Alman Sosyal Demokrat Partisi içindeki sol muhalefet bir hizip haline gelip, kendisine Spartakist grup adını vererek mücadeleye girişmişti. Spartakistler 1 Mayıs 1916’da Berlin’de büyük bir miting düzenlediler ve Liebknecht asker kıyafeti ile geldiği Potsdam meydanında “Kahrolsun savaş! Kahrolsun hükümet!” sloganlarıyla burjuvaziye ve onun militarizmine karşı ayaklanma bayrağını açtığını haykırdı. Mitingin ardından pek çok devrimciyle birlikte Karl Liebknecht de tutuklandı. Tutsakken hücre hapsi ve çalışma kampıyla yıldırılmaya çalışıldı ama hiçbir baskıya boyun eğmedi. O, gücünü haklılığından ve işçi sınıfının en iyi unsurlarının arkasında olmasından alıyordu. Karl Liebknecht’in davasının görüleceği gün 55 bin işçinin Liebknecht’le dayanışma grevine çıkması bunun açık göstergesiydi. Liebknecht 28 Haziranda iki yıla mahkûm oldu, cezası temyizde iki yıl daha arttırılarak dört yıl bir aya çıkarıldı.
Her ikisi de Rusya’daki devrimci yükselişi hapishanede coşkuyla takip ettiler. Rusya’yı ve oradaki devrimci hareketi çok iyi tanıyan Luxemburg hapishane koşullarında edinebildiği bilgilerle gelişmelerden sonuçlar çıkarmaya çalıştı. Bazı noktalarda eleştirilerde bulundu. Net bir biçimde Rus devriminin ve onun öncülüğünü yapan Bolşeviklerin yanında yer alan Luxemburg eleştirisini en başta Alman Sosyal Demokrat Partisinin hain liderlerine yöneltiyor ve Rusya’daki devrimin Avrupa’ya doğru ilerleyememesinden kaynaklanan sorunların sorumluluğunu açıkça bu çürümüş siyasete yüklüyordu. Luise Kautsky’ye şöyle yazmıştı: “Elbette, bu cadılar bayramı içinde uzun süre ayakta kalamazlar; geri ekonomileri nedeniyle değil, Rusların kanayan yarası ölüme kadar götürürken, seyretmeye devam edecek olan sefil korkaklardan oluşan Batı Sosyal Demokrasisi nedeniyle.”
Luxemburg, Rusya’daki işçi iktidarının hangi nesnel koşulların baskısı altında yol almaya çalıştığını çok açık biçimde idrak ve ifade ediyordu: “Bolşevikler, gerçek bir devrimci partinin tarihsel olanakların sunduğu sınırlar içinde yapabileceği katkıyı her şeyiyle yapabileceklerini gösterdiler. Onlardan mucizeler yaratmaları beklenmiyor. Savaş tarafından tüketilmiş, emperyalizm tarafından boğazlanmış, uluslararası proletarya tarafından ihanete uğramış, yalıtılmış bir ülkede, örnek ve kusursuz bir proleter devrimi bir mucize olurdu... Bolşevikler siyasal iktidarı fethetmek, sosyalizmin gerçekleştirilmesini pratik bir sorun olarak koymak ve bütün dünyada emekle sermaye arasındaki hesabın görülmesi davasını ilerletmek yoluyla uluslararası proletaryanın başını çekerek ölümsüz bir tarihsel hizmette bulundular. Rusya’da sorun sadece ortaya konabilirdi. Rusya’da çözülemezdi. Ve bu anlamda gelecek her yerde «Bolşevizme» aittir.”[2]
İşçi demokrasisinin uygulamalarda ifadesini bulan aksaklıklarının nesnel sebeplerini açıklıyor ama aynı zamanda Almanya gibi daha ileri ülkelerin dünya devriminin bir parçası olduğu durumlarda hayata geçecek asli yolun nasıl olması gerektiğini de ortaya koyuyordu. Bu noktada Elif Çağlı’nın değerlendirmelerinde ortaya koyduğu çok önemli bir yaklaşımın altını çizmek gerekiyor. Çağlı’nın “öncü örgüt ve kitle mücadelesi diyalektiği” olarak adlandırdığı yaklaşımı, tarihte hem Stalinistler hem de burjuvazinin çeşitli renklerden sözcüleri tarafından bir karşıtlık olarak anlatılmaya çalışılmış olan Lenin’in ve Rosa’nın siyasi düşüncelerinin, aslında birbirini destekleyen ve ilerleten pozisyonları ifade ettiğini çok güzel ve açık biçimde ortaya koymaktadır:
“Devrim mücadelesinde işçi kitlelerinin yaratıcı gücüne inanan ve işçi iktidarının yaşatılabilmesi için işçi demokrasisinin zorunluluğuna dikkat çeken Rosa Luxemburg bu gibi konularda yerden göğe haklıdır. Sosyalizm, ancak ve ancak komün tipi demokrasi şeklinde örgütlenen bir işçi sınıfıyla inşa edilebilir. Lenin’in örneklediği tipten bir devrimci önder partinin inşasını savunmak ne denli gerekliyse, işçi iktidarının bir parti diktatörlüğü olmadığına yürekten inanmak ve buna uygun bir siyasal çizgi benimsemek de o kadar gereklidir. Rosa’nın dediği gibi, işçi iktidarı sınıfın diktatoryası olmalıdır, sınıf adına yöneten küçük bir azınlığın değil! Kuşkusuz her demokrasi özünde bir sınıf diktatörlüğüdür ve bu bakımdan işçi sınıfının iktidarı da proletarya diktatörlüğü demektir. Ancak bu gerçekliği ifade etmekle iş bitmemektedir. İşin daha önemli olan yönünü, altını kalınca çizerek vurgulamak gerekir. Proletarya diktatörlüğü demokrasinin kaldırılması değil, toplumun çoğunluğunu oluşturan işçi-emekçi kitleler için tarihte ilk kez en geniş demokrasinin tesisi anlamına gelir.”[3]
Çağlı’nın önemle vurguladığı gibi, yalnızca öncü örgütün inşası konusunda doğruları yerine getirmek yeterli değildir. Proletaryanın devrimci tarihsel rolünü, öncü örgüt-kitle mücadelesi diyalektiği bağlamında bir bütün olarak doğru kavramak gereklidir. Bu da Lenin ve Luxemburg’un yaklaşımlarını birbirinin karşısına koyarak değil, birbirini tamamlayan görüşler olarak ele alarak sağlanabilir.
Rosa Luxemburg’un hapishanede yazdığı yazılarda, Lenin’in de belirttiği gibi yanlış yaklaşımlar da vardır. Ama bunlardan belki de en önemlisi olan Kurucu Meclis konusunda kısa süre sonra Luxemburg da, devrimin gerçekleri apaçık ortaya çıkaran ateşi içinde doğru siyasi pozisyona gelmiş ve iktidarın bütünüyle işçi konseylerinin eline geçmesi gerektiğini ifade etmiştir. Luxemburg’un son mücadeleleri içinde bizlere miras kalan çok değerli siyasi yaklaşımlardır bunlar.
Almanya’daki işçi devriminin kaderini de belirleyen en önemli sorunun devrimci partinin inşasındaki gecikme olduğunu söylemiştik. Luxemburg ve Liebknecht’in yaşamlarının son dönemlerinde gelecekteki mücadelelerin sorumluluğunu üstleneceği düşüncesiyle cansiparane bir mücadele ile Alman Komünist Partisini kurmaları da bir başka çok değerli mirastır. 1918 Kasımında devrim tarafından özgürleştirilen Luxemburg ve Liebknecht derhal Berlin’e gelmiş ve işçi sınıfının en mücadeleci, en iyi unsurlarının başına geçerek bir taraftan ayaklanmalara yön vermeye çalışmış, diğer taraftan da Komünist Enternasyonal’in parçası olacak Alman Komünist Partisinin kurulmasını sağlayan çalışmaları yürütmüşlerdir. Süreç içerisinde bir süre merkezci pozisyonda olan Bağımsız Sosyal Demokrat Parti içerisinde yer alsalar da bu yanlıştan dönmüş ve diğer bazı devrimci çevrelerin de katılımıyla 30 Aralık 1918’de Alman Komünist Partisinin (KPD) kurulmasına öncülük etmişlerdir.
Ölümcül gecikme akılda tutulması gereken en önemli unsurdur ancak her şeye rağmen gelecek kuşakların mücadelesine bayrağı en yüksekte tutarak devretmeleri anlamına gelen bu partinin kuruluşuna dönük çabalarının değeri de iyi anlaşılmalıdır. Üstelik buna, Almanya’daki devrimin zayıflıklarını, yenilgiye doğru gittiğini gördükleri bir noktada girişmişlerdir. İki büyük önder, son mücadelelerinin kıymetli bir sonucu olan bu çabalarıyla, işçilerin iktidar mücadelesinde öncü örgütlenmenin öneminin altını kalınca çizmişlerdir. Bu durum Luxemburg’un bu konuda Lenin’in ne kadar haklı olduğunu anladığının da somut bir ifadesi sayılabilir.
Luxemburg’un ve Liebknecht’in katli
Luxemburg’un ve Liebknecht’in son mücadeleleri sırasında ortaya koydukları gözüpeklik ve kararlılık da mutlaka hatırlanması gereken feyiz verici değerlerdir. Bunun karşısında burjuvazinin sosyalist hareket içerisindeki ajanlarının gösterdiği ihanet ve alçaklık da asla unutulmamalıdır. Çünkü her devrimci mücadelede bunların her ikisi de mutlaka ortaya çıkar. 1918 Kasımının başlarından Luxemburg ve Liebknecht’in katledilmelerine kadar geçen yaklaşık iki buçuk aylık süreçte yaşananlar bunun somut örnekleridir.
Devrim Almanya’da 29 Ekim 1918’de, donanma askerlerinin isyanıyla başlamıştı. 4 Kasımda isyana katılan altı yüz denizcinin tutuklanmasından sonra, Kiel’de denizcilerin ayaklanması isyanı büyütmüş, devrimci hareketin tüm ülkeye yayılmasına neden olmuştu. 6 Kasımda Hamburg’da ve Bremen’de kızıl bayraklar dalgalanıyor ve ertesi gün Münih’te Bavyera Cumhuriyeti ilan edilerek işçi, köylü ve asker konseyleri kuruluyordu. Monarşiyi kurtarmak için son bir çabayla bir Sosyal Demokrat, Friedrich Ebert şansölye olarak atandı. Ne var ki, Karl Liebknecht’in bir Alman Sovyet Cumhuriyeti ilan etmek üzere olduğunu öğrenen Sosyal Demokrat Philipp Scheidemann öğlen saat 2’de parlamento binasının balkonundan alelacele Alman Cumhuriyetini ilan etti. Bundan iki saat sonra Liebknecht de Sosyalist Alman Cumhuriyetinin kuruluşunu meydanda işçilere onaylattı.
İşçilerin ayağa kalkması sırasında bocalayan Alman egemen sınıfı yardıma hain Sosyal Demokrat Parti liderlerini çağırıyor ve Ebert, Scheidemann ve Noske öncülüğündeki bu alçaklar sürüsü burjuvaziye hayat öpücüğü veren işbirliğini tereddütsüzce hayata geçiriyordu. O sırada Alman ordusunda tümgeneral olan Groener 1925 yılında bu işbirliğini resmi belgelere şöyle geçiriyordu: “Genel Karargâh ile Reich şansölyesi arasında bir iletişim hattı kurduk. Her gece on birden bire kadar gizli bir telefon hattından birbirimize danışacaktık… Sonra... Berlin’e on tümen getirilmesiyle ilgili bir plan yapıldı. Ebert buna onay verdiğini bildirdi.”
Olaylar hızla akarken Berlin’e gelen Rosa Luxemburg Spartakistlerin ayaklanan işçileri yönlendirebilmesi için hemen “Rote Fahne” (Kızıl Bayrak) gazetesinin yayınlanması işine girişti ve gazeteyi günlük olarak çıkarmaya başladı. İki ay içerisinde her biri birbirinden etkili yirmiden fazla makale yazdı. Liebknecht ise toplantıdan toplantıya koşuyor ayaktaki kitlelere yön vermeye çalışıyordu. 6 Aralık 1918’te, Sosyal Demokratların yönettiği hükümetin emir verdiği askerler bir yandan Rote Fahne bürolarını basarken diğer yandan da bir Spartakist gösteriye makineli tüfekle ateş açtılar. Bu saldırıda 18 kişi öldü, 30 kişi yaralandı. Artık silahların devreye girdiği bir aşamaya gelinmişti. İşçiler ve askerler arasındaki çatışmalar tüm ülkeye yayıldı ve bununla birleşen bir grev dalgası da ülkeyi felç etti.
Bunlar yaşanırken İşçi ve Asker Konseylerinin ilk kongresi de 16 Aralıkta Berlin’de yapıldı. Bu kongre Spartakistler açısından büyük bir hayal kırıklığına neden oldu. Çünkü delegelerin çoğunluğu hâlâ işçilerin geleneksel örgütü Sosyal Demokrat Partiden kopamamışlardı. Spartakistlerin siyasi çizgisinin farklılıkları aradaki unsurların gözünde hâlâ netleşmemişti. Bu yüzden Spartakistler bir an önce kendi örgütlerini yaratmaya giriştiler ve 30 Aralıkta Almanya Komünist Partisini kurdular. Ancak Noele de denk gelen bu dönem, bir rehavet ortamına neden olmuştu ve burjuvazi bu zamanı etkili biçimde kullanıyordu. Tümgeneral Groener bu kritik zaman dilimini sonrasında şu cümlelerle anlatmıştı: “Berlin’e sevk emri verdiğim on tümen «hazır değildi» ve eğer Spartakistler bu fırsatı hükümeti devirmek için kullanmayı seçseydi, onları kimse durduramazdı... Ama mucizevi bir biçimde Spartakistler bunu yapmadı. Bay Liebknecht ve yoldaşları Noel kutluyorlardı ve Berlin’de hiç askeri birlik yokken tamamen sessiz kalmışlardı. Kendi lehlerine mi, aleyhlerine mi, bilinemez; Spartakistler silahlı değil ideolojik bir çatışmaya dalmışlardı. SPD’den kopup ayrı bir parti kurmalı mıydılar ve eğer parti kursaydılar adı «sosyalist» mi yoksa «komünist» mi olmalıydı? bunları tartışıyorlardı.”[4] 29 Aralık Pazar günü, Şansölye Ebert Gönüllü Birliklere Berlin’e girme emri verdi ve bu gelişmenin ardından bütün dengeler burjuvazinin lehine bozulmuş oldu.
Devrimci işçi hareketi inisiyatifi ele almak için girişimlerde bulunuyordu. Ancak hükümetin buna karşılık vermesini sağlayacak bir gücü artık Berlin’de hazır bekliyordu. Bağımsız Sosyalist Berlin Emniyet Müdürü Emil Eichhom’un 4 Ocak 1919’da İçişleri Bakanı tarafından görevinden alındığı halde ayrılmayı reddedip, işçilere silah dağıtmaya başlamasıyla mücadelenin harareti yine yükseldi. 5 Ocak gecesi Almanya Komünist Partisi ve Bağımsız Sosyal Demokrat Partisi bir Devrim Komitesi kurdular ve 6 Ocakta hükümete geçici olarak el koyduklarını ilan ettiler. 8 Ocakta burjuvazinin hükümet güçleri saldırıya geçti. Noske’nin komuta ettiği Gönüllü Birlikler devrimci işçilere acımasızca saldırıyor, beyaz bayrakla teslim olanları bile kurşuna diziyorlardı. 12 Ocakta, devrimcilerin ellerinde kalan son mevzi olan Emniyet Müdürlüğü düştükten sonra isyanın kesin olarak yenildiği netleşti. Askeri birlikler bütün Berlin’i işgal etti.
Bütün bunlar yaşanırken Liebknecht ve Luxemburg Berlin dışına çıkma önerilerini kesinlikle reddettiler ve isyanın başında kaldılar. İkisini de Marcussohn ailesi dairelerinde saklıyordu. Ancak burjuvazinin amansız takibi ne yazık ki 15 Ocakta yakalanmalarıyla sonuçlandı. Askeri birliklerin sorgulama ve işkence merkezine dönüştürülmüş olan Eden Otele götürüldüler ve oradan Moabit Cezaevine nakledilirken alçakça katledildiler. Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’in ölümlerine dair resmi açıklama 16 Ocakta yapıldı. Bu açıklamaya göre, Liebknecht askeri muhafızlar eşliğinde Eden Otelinden Moabit Cezaevine götürülürken, yolda meçhul bir suikastçı tarafından kafasına vurulmuştu. Otomobilin motoru bozulmuş ve Liebknecht’e yürümesi emredilmiş, sendeleyen ve başındaki yara nedeniyle çok kan kaybeden Liebknecht kaçmaya kalkışmış ve vurulmuştu! Luxemburg’a ise Eden Otelinden ayrılırken bir serseri saldırmış, ama başındaki asker onu kurtarmaya çalışmış ve baygın Rosa’yı otomobile sokmuş, meçhul bir şahıs da o sırada Rosa’ya tabancayla ateş etmişti. Otomobil hareket etmiş ama kanal çevresindeki bir kalabalık onu arabadan indirmiş, sürüklemiş ve karanlıkta kaybolmuştu. Cesetse bulunamamıştı. Bunlar elbette burjuvazinin uydurduğu yalanlardı.
Gerçeği ortaya çıkaran ise Liebknecht ve Luxemburg’un yoldaşları Leo Jogiches oldu. Yaptığı detaylı soruşturmaların ardından Rote Fahne gazetesinde gerçekleri belgelerle ortaya koydu. Onun ortaya çıkardıklarına göre, her ikisi gözaltına alındıktan sonra özel kuvvetler komutanı Binbaşı Waldemar Pabst, Sosyal Demokrat Parti yöneticisi Gustav Noske ile telefon görüşmesi yapar ve katledilmeleri için gerekli izni ondan alır. Önce Karl Liebknecht öldürülür. Cansız bedeni isimsiz olarak morga teslim edilir. Ardından Rosa katledilir, Landwehr Kanalına araç ile götürülüp cesedi suya atılır. Bu gerçekleri ortaya çıkaran ve onlar öldükten sonra Alman Komünist Partisinin başına geçen Leo Jogiches de onların ölümünden iki ay sonra Mart başında tutuklanır ve Emniyette başına kurşun sıkılarak öldürülür. Resmi açıklama yine aynıdır: “Kaçmaya çalışırken vuruldu!”
25 Ocak 1919’da iki devrimci lider için çok büyük ve görkemli bir cenaze töreni yapılır. Karl Liebknecht’in mezarının hemen yanında Rosa Luxemburg için de bir mezar yeri boş bırakılır. Rosa’nın naaşı 31 Mayıs 1919’da bulunur ve 13 Haziranda kendisi için ayrılan Friedrichsfeld mezarlığındaki yere kitlesel bir uğurlama töreniyle gömülür.
[1] Nitekim bu değerlendirmeleri “Kızıl Kanatlı Rosa” broşüründe Elif Çağlı layıkıyla, en kapsamlı ve yol gösterici biçimde yapmıştır. Bu nedenle yer yer kimi noktalara değinecek olsak da, Rosa Luxemburg’un ve Karl Liebknect’in büyük mücadelesini 104. yılında anmak için kaleme aldığımız bu yazıda bu değerlendirmelerin bütününü tekrarlamıyoruz. Esas olarak Alman devrimi sürecinde bu iki önderin ortaya koydukları bazı yaklaşımların ve mücadelelerin önemini ve değerini vurgulamaya çalışıyoruz.
[2] Rosa Luxemburg, “Rus Devrimi”, Siyasi Yazılar, V Yay., s.95-96
[3] Elif Çağlı, Kızıl Kanatlı Rosa, marksist.com
[4] Elzbieta Ettinger, Rosa Luxemburg Bir Yaşam, Belge Yay., s.341-342

link: Selim Fuat, Rosa Luxemburg’un ve Karl Liebknecht’in Son Mücadelesi, , https://marksist.net/node/7830
Vardım, Varım, Var Olacağım!
“O bir kartaldı ve kartal olarak kalacak...” Bu sözleri Bolşevik lider Lenin Rosa Luxemburg için dile getirmiştir. Evet, Rosa bugünden bakıldığında hâlâ bir kartal! Sınıf mücadelesinde bütün devrimcilere örnek teşkil edebilecek bir devrimci lider ve enternasyonalizm bayrağının altındaki en cesur savaşçılardandır.
Ocak ayı birçok devrimci önderin yaşamdan koptuğu ya da koparıldığı bir aydır. Bu vesileyle tarihte rolü büyük olan insanları anmak biz mücadeleye adım atan, gönül veren gençler için değerlidir. Yas tutmuyoruz çünkü dövüşüyoruz ve dövüşürken böylesi önemli tarihsel süreçlerde önemli rol oynayan insanları hatırlıyoruz. Mücadele deneyimlerini yolumuza ışık olarak görüp mücadeleye devam ediyoruz.
Rosa Luxemburg da yolumuza ışık tutan devrimci önderlerden biridir. Rosa, 1870’de, o dönemde Çarlık Rusya’sının bir parçası olan Polonya’da dünyaya gelmiştir. Yahudi bir ailenin kızıdır. Küçük yaşlarda başlayan ve bacağında oluşan rahatsızlık hiçbir zaman onun mücadelesi için bir engel teşkil etmemiştir, hatta tam tersi bu rahatsızlığı başarısını kamçılamıştır. Ve onu çetin bir mücadele vermesi için hazırlamıştır.
Rosa 1880’de on yaşında ortaokula başlamıştır. Yahudi kökenli diğer adaylar gibi, giriş sınavında Yahudi olmayanlardan daha iyi puan almak zorundadır. Yahudiler için kota konmuştur. Okula girmeye hak kazanır ama istediği bu şekilde kabul edilmek değildir. Okula kota sistemi ile kaydolmakla, ilk kez etnik ayrımcılıkla karşılaşmıştır. Duyarlı bir çocuk olan Rosa kendini aşağılanmış hisseder ve buna karşı içinde büyük bir öfke büyür. Rosa daha küçük yaşlardayken Yahudilere yapılan bir pogroma da tanıklık etmiştir. Okul yıllarında “güçlü” biri olarak tanınmaya başlamıştır. Resmi dilin Rusça olduğu bu okulda öğrencilerin kendi aralarında Lehçe konuşmaları yasaktır. Daha o dönemlerde cesaretiyle ön plana çıkan Rosa Lehçe bir şiir yazar ve bu şiir okulda elden ele dolanırken tartışmalara sebep olur:
“…zira yoksulluğa ve bilgisizliğe mahkûm olanlar Gülmeyi ve neşeyi bilmezler. Bütün dertleri, bütün acı ve gözyaşlarını tokların vicdanına yüklemek istiyorum, Ve yaptıkları her şeyin intikamını almak.”
1887 yılında liseyi başarıyla bitirdiğinde “politik güvenilirliği olmadığı” gerekçesiyle hak ettiği altın madalya verilmez. O yaşlarda yasaklı yayınlar okumaya başlar, yaşadığı ülkedeki dayanılmaz şartlara karşı eleştirel düşüncelere yönelir. Ülkesindeki üniversitelere kadınlar alınmadığından eğitim için Zürih’e gider. Rosa, çocukluğundan itibaren bitkilere ve hayvanlara karşı büyük bir ilgi duyduğu için fen bilimlerine kayıt yaptırır, zooloji dersleri almaya başlar. Ama kısa süre sonra bundan vazgeçip felsefe, hukuk ve iktisat alanında eğitim görmeye karar vererek bu alana yönelir.
Zürih’te tanıştığı ve hem yoldaşı hem hayat arkadaşı olacak olan Leo Jogiches ile birlikte Polonya Krallığı Sosyal Demokrasi Partisini kuran Rosa, bu partinin yayın organı olan İşçi Davası gazetesinde takma isimle yazmaya başlar ve yaşamında ilk kez bir yayın organının sorumluluğunu üstlenir. İçinde bulunduğu koşullar onu işçi sınıfının enternasyonal mücadelesine daha da yaklaştırmıştır. Ve o dönemki Yahudi düşmanlığına, kadınların geri plana atılması durumuna kapılıp ulusal mücadele ya da kadın mücadelesi değil sınıf temelinde bir mücadeleyi seçmiştir. Dönemin siyasal coğrafyası nedeniyle hem Polonya, hem Almanya hem de Rusya işçi sınıfı hareketi içinde yer almıştır. Çünkü yalnızca enternasyonal bir mücadeleyle bu sorunlar çözüme kavuşabilirdi.
Üniversite eğitimini doktor unvanıyla tamamladıktan sonra Berlin’e yerleşir ve orada Alman Sosyal Demokrat Parti yönetimiyle bağlantı kurar. Silezya’da Polonyalı işçiler arasında çalışmalarına başlar. O dönemde illegal Sosyal Demokrat Partiye üye olmak, köylü ayaklanmalarını kışkırtmak, partinin gizli matbaasını yönetmek suçundan tutuklanır.
Rosa hiçbir zaman alışıldık, sessiz ve itaatkâr olmamıştır. Asidir, yeteneklidir, kime meydan okuduğunun farkındadır. Tek başına kalsa da hapisle cezalandırılsa da yılmamıştır. O, gücünü işçi sınıfının sömürülmesine duyduğu öfkeden almıştır.
Rosa’nın emperyalist savaşa karşı tutumu da onun gerçek ve kararlı bir enternasyonalist komünist olduğunu göstermiştir. 1918 Kasımında patlak veren Alman devrimine yönelik devrimci programları da hem onu hem de yoldaşı Karl Liebknecht’i burjuvazinin hedefi haline getirmiştir.[*] Süreç ve koşullar Alman devrimini yenilgiye uğratırken, Rosa ve Karl alçakça öldürülmüştür. Onlar tarihin çalışkan evlatlarıydılar, yükselttikleri mücadele bayrağı hâlâ gelecek kuşaklara taşınmaktadır. Onlar sınıf mücadelesi tarihinde bizlere çok önemli mücadele deneyimleri bırakarak gittiler. Haksız savaşlara, emeğin ve alın terinin sömürülmesine karşı yaşamlarının sonuna kadar mücadele ettiler. Bugün içinde bulunduğumuz düzen savaş tamtamlarıyla, sömürünün artmasıyla bize şu mesajı açık ve net gösteriyor. Rosa’nın da dediği gibi “Ya sosyalizm, ya barbarlık!” Düzenin yarattığı sorunlar ancak işçi sınıfının mücadelesiyle sosyalist bir dünya kurulduğunda çözüme kavuşabilir. Bunun için bizlere düşen, tecrübelerini miras bırakan devrimci önderleri örnek alıp yolumuzu aydınlatarak ilerlemektir!
Yaşasın İşçi Sınıfının Enternasyonal Mücadele Birliği!
[*] Bkz. Elif Çağlı, Kızıl Kanatlı Rosa, marksist.com

link: Mersin’den bir kadın işçi, Vardım, Varım, Var Olacağım!, , https://marksist.net/node/7829
Asıl Düşman İçerde!
Rosa Luxemburg, Karl Liebknecht, Mustafa Suphi ve Lenin… Ocak ayı bize yaşamlarını örnek alacağımız bu dört devrimci önderimizi hatırlatır. Artlarında bıraktıkları deneyimleri iyi kavrayarak ve mücadeleye nasıl yüreklice sarıldıklarını hissederek onların şanlı miraslarına sahip çıkarız.
Bu büyük önderlerden Karl Liebknecht’in yaşamı da diğerleri gibi mücadele ile yoğrulmuş bir yaşamdır. Karl Liebknecht, Alman Sosyal Demokrat Partisinin (SPD) kurucularından, Marx ve Engels’le her zaman iletişim içinde olan Wilhelm Liebknecht’in oğluydu. Hukuk ve politik ekonomi alanında eğitim alırken babasının da içinde olduğu SPD’de çalışmaya başlayan Karl Liebknecht özellikle militarizme karşı gençlik içerisinde yürüttüğü mücadeleyle tanınmaya başlamıştı. 1904’te SPD kongresinde, gençlik içinde anti-militarist propaganda yapılması konusunda bir karar çıkması için mücadele etmiş, partinin bu konuda tavır alması gerektiğini anlatmaya ömrü boyunca da devam etmiştir.
Karl Liebknecht, 1907 ile 1910 arasında Sosyalist Gençlik Enternasyonalinin yönetiminde bulundu. O dönemde Almanya’da devrimci hareketin gençlik içindeki siyasal örgütlenmesinin eksikleri olduğunu düşündüğü yazılar kaleme aldı. Gençlerin devrimci mücadelenin en önemli ayağı olduğunu düşünüp bu alandaki örgütlenmeyi güçlendirmeye çalıştı. Sosyalist Gençlik Enternasyonalinde çeşitli çalışmalar yürüttü ve gençler için kendilerini ifade edecek alanlar yaratmak istedi. Özgürlük ve bağımsızlık düşüncelerinin önemi ve bu düşüncelerin örgütlenme içinde pratiğe yansıması üzerine çalışmalar yaptı. Bu çalışmaların önemini her an ve her yerde vurguladı.
Dönemin devrimci mücadele yürüten önderleri, savaşın toplumun üzerinde bıraktığı etkiyi ve emperyalistlerin bu durumu kendi çıkarları doğrultusunda kullanmalarını çok kereler vurgulamışlardır. Karl Liebknecht Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşından önce, Militarizm ve Anti-militarizm adlı çalışmasını kaleme aldı. 1907’de bu çalışmasından dolayı tutuklandı. Militarizmin ne illet bir şey olduğunu dile getirip anti-militarist çerçevede örgütlenmenin sağlanması gerektiğini sıklıkla vurguladı. Savaşın yoksul, emekçi halkın yararına olmayacağını, aslında sadece burjuvaların çıkarları için yapıldığını etkili biçimde anlattı. Militarizm karşıtı mücadelenin ön saflarında yer aldı. Bir sene sonra hapisteyken Prusya meclisine, 1912’de ise Alman meclisi Reichstag’a seçildi. Mücadelesini burada sürdürdü.
Karl Liebknecht Sosyal Demokrat Partinin içinde zamanla Rosa Luksemburg ile beraber sol kanadın önderlerinden biri haline geldi. Tıpkı Rosa Luksemburg gibi Liebknecht de Alman burjuvazisinin savaş çığırtkanlığına karşı ve İkinci Enternasyonal’in de bu yöndeki kararlarına karşı enternasyonalizm bayrağını yükseltmek için çaba gösterdi. Emperyalist savaşlara ve militarizme karşı emekçi gençliği örgütlemek için mücadele etti.
Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşının başladığı dönemlerde büyük emperyalist ülkelerin burjuvaları halkı seferber etmiş ve savaşa sürmüştü. Bu dönemde çeşitli işçi örgütlerinde savaş konusunda gösterilmesi gereken tutum tartışılıyor ve bu tartışmalar bir turnusol kâğıdı gibi gerçek ayrımları net biçimde ortaya çıkarıyordu. Karl Liebknecht 2 Aralık 1914’teki oylamada savaşa karşı oy kullanan tek parlamenter oldu. Daha sonra Liebknecht, Rosa Luxemburg, Leo Jogiches, Paul Levi, Franz Mehring ve Clara Zetkin gibi isimlerle birlikte Spartaküs Birliğini (Spartakusbund) kurdu.
Karl Liebknecht, Alman Devrimi sırasında, 15 Ocak 1919’da, yoldaşı Rosa Luxemburg’la birlikte Berlin’de, alçak SPD hükümetinin cellatları tarafından öldürüldü. Liebknecht, bütün bir yaşamı boyunca Almanya’da sosyalist devrim için verilen mücadelede aktif olarak yer almıştı. Emperyalist savaşların temel nedeninin kapitalist sistem ve burjuvazinin kâr hırsı olduğunu biliyordu. İşçi sınıfının militarizme karşı mücadele etmesi gerektiğini ve işçi sınıfının gerçek ihtiyaçlarının kapitalistlerin kârlarından önce geldiğini dile getirerek sosyalist bir toplum için mücadele etmenin görev olduğunu bıkmadan, usanmadan anlatıyordu. Liebknecht, işçi sınıfının gençlerini militarizme karşı ve toplumsal değişim için harekete geçirmek üzere olağanüstü bir çabayla çalıştı. Gençleri barış ve sosyalizm mücadelesine katılmaya çağıran konuşmalar yaptı ve yazılar yazdı. Ayrıca savaşa ve hükümetin politikalarına karşı protestolar ve gösteriler düzenledi.
Karl Liebknecht’in ve Rosa Luksemburg’un “Asıl düşman içerde, silahları burjuvaziye yönelt!” yaklaşımı bugün de bizler için çok değerli bir mirastır. Rosa Luxemburg gibi Karl Liebknecht de SPD’nin çürümüşlüğünü gözler önüne serdi ve işçi sınıfının devrimci mücadelesi için canını feda etmekten çekinmedi.
Onların bizlere bıraktığı en değerli miras enternasyonalizm anlayışı ve kararlı mücadelesidir. Bizler bilmeliyiz ki işçi sınıfının kurtuluşu ulusal olamaz! Kapitalizm ancak dünya ölçeğinde verilecek bir mücadeleyle yıkılabilir. Bunun için de devrimci önderlerimizin canları pahasına bize öğrettiği şeyi, asıl düşmanın içerde olduğunu ve silahlarımızı ona doğrultmamız gerektiğini hiç ama hiç unutmamalıyız.

link: Mersin’den genç işçiler, Asıl Düşman İçerde!, , https://marksist.net/node/7828
Marksist Tutum’la Mücadeleye Devam
Yirmi yılı geride bıraktı Marksist Tutum. Genç ve dinamik bir yayın organı ama geçmişi Türkiye işçi sınıfı tarihinin köklerine uzanıyor. Marksist Tutum’la kendi kişisel tanışmamdan bahsetmek istiyorum. Bir işçi ailesinin çocuğuyum, babam sendikalı bir belediye işçisiydi. Sınıf mücadelesi konusunda sınırlı da olsa bilgi sahibiydim ama onun ötesinde örgütlü bir yapıda bulunmamıştım.
Bir gün çalıştığım işyerine gelen, Marksist Tutumcu olduğunu sonradan öğreneceğim bir arkadaşla tanıştım. Dünyada ve Türkiye’de sınıf mücadelesine dair ne kadar eksik bilgim olduğunu görüşmelerimizin devamında görmüş oldum. Politik sohbetler yaptığımız arkadaşlarımız, bizlere mücadele konusunda bilgiler veriyordu. Sınıf mücadelesinde enternasyonalist bakış açısını bu sıralarda edindim. Marksist Tutum’u okumaya başladığım ilk günleri hatırlıyorum. Okuduğum her yazı dünyaya olan politik bakışımı daha da perçinliyordu. Var olan politik analiz ve saptamaların doğruluğunu her zaman yaşayarak gördüm. Örneğin, dünyada yürüyen emperyalist paylaşım savaşının aslında bir Üçüncü Dünya Savaşı olduğunu Marksist Tutum’dan öğrendik.
Dünya ve Türkiye işçi sınıfı olarak zor zamanlardan geçiyoruz. Marksist Tutum bizlerin sınıfımıza ve örgütlü gücümüze neden güvenmemiz gerektiğini anlatıyor. Umudumuz, tarihsel iyimserliğimizden kaynaklanıyor. Mücadele geleneğimizi genç işçi arkadaşlarımıza aktarma olanağını da sağlayan, bunun koşullarını oluşturan Marksist Tutum’umuza nice yirmi yıllar dileğiyle!

link: İstanbul/Gazi Mahallesinden bir MT okuru, Marksist Tutum’la Mücadeleye Devam, , https://marksist.net/node/7714
Marksist Tutum’la Büyümenin Gururunu Yaşamak
Marksist Tutum’la ilk tanıştığımda 18 yaşlarında genç bir işçiydim. Tabii o zamanlar çok anlayamazdım Marksist Tutum’daki yazıları. Aslında kapitalizmde yaşıyordum, onun yarattığı sorunlarla boğuşuyordum. Fakat bunların sebebini anlayamıyordum. Genç olduğum için de kendimle uğraşmaktan dönen dünyayı kavramakta zorlanıyordum.
İnsan bilinçli değilse dünyanın kendi etrafında döndüğünü düşünür. Oysa o koca dünya öyle bir dönüyor ki hissetmen mümkün değil. Devrimci ruhuyla bizlere sabır gösterenler Marksist Tutum’u anlamamızı sağladılar. Zaman içerisinde kapitalizmin yarattığı vahşeti kavramaya ve ancak örgütlü olduğumuzda buna karşı durabileceğimizi anlamaya başladım. Marksist Tutum’un 20 yaşına gelişini yaşadım, gördüm. Bu nedenle ben de Marksist Tutum’la birlikte büyümenin gururunu yaşıyorum.
Yaşadığımız bu düzende devrimci bilincin ne kadar elzem olduğunu yıllar içerisinde gördüm. Elif Çağlı’nın “Sen yolunda yürü, kim ne derse desin” sözüyle yol alıyoruz. Biz sınıf bilinçli devrimciler olarak yolumuza bakıp kapitalizme olan öfkemizi biliyoruz. Her yeni gün o büyük kurtuluşa, özgürlüğe olan inancımızı çoğaltıyoruz. Nice 20 yıllarımız olsun. Marksist fikirleri gelecek kuşaklara taşıyıp yol gösterenlere, bu şanlı kavgada nefer olanlara selam olsun!

link: İstanbul/Beylidüzü’nden MT okuru bir kadın işçi, Marksist Tutum’la Büyümenin Gururunu Yaşamak, , https://marksist.net/node/7709
Koca Çınar: Marksist Tutum
Marksist Tutum kendini kopmaz köklerle tarih toprağına bağlayan koca bir çınar! Heybetli gövdesine güvenle sırtımızı dayadığımız, uzun dallarının gölgesinde serinlediğimiz bulunmaz bir sığınak. Bu ağacın engin deneyimlerinden beslenmek bugünün dünyasında son derece hayati. Marksist Tutum, geçmişten biriktirdiği derslerle geleceğe emin adımlarla yürümemizde, yaşadığımız dönemi doğru kavramamızda ve dönemin sorunlarına karşı doğru bir tutum almamızda bizlere öncülük ediyor.
Her tarafından pislikler akan bir düzende yaşıyoruz ve bu sistem her geçen tüm insanlığı bu pisliğin içerisinde boğmaya, yok etmeye çalışıyor. İnsanlığın umutlarını, geleceğini öldürmeye çalışıyor, toplumu çıkışsızlık girdabına itiyor. İşte tam bu noktada Marksist Tutum bilincimizi ve umudumuzu diri tutmamızı sağlıyor. Bilediğimiz öfkemizi doğru kanala akıtmamızda bizlere yol gösteriyor.
Devrimci mücadelede işçi sınıfının safında yer alan biz gençler bu kavgada Marksist Tutum kılıcını kuşanmış birer nefer olmanın gururunu yaşıyoruz. Bizler ne kadar şanslıyız ki, Marksist Tutum tarihsel iyimserliği ve sönmeyen ateşiyle 20 yıldır yolumuzu aydınlatıyor. Marksist Tutum’la nice mücadele dolu yıllara!

link: İstanbul/Şirinevler’den genç bir işçi, Koca Çınar: Marksist Tutum, , https://marksist.net/node/7705
Marksizmin Işığında Devrimci Mücadeleye
İnsanlık karanlık bir dönemden geçiyor, baskılar her geçen gün daha fazla artıyor. İçinde yaşadığımız kapitalist sistem son demlerindeyken insanlığa hiç akıllara gelmeyecek şeyler yaşatıyor. Elif Çağlı’nın dediği gibi: “Zor zamanlar zor sınavlara çeker insanı.” Bugün işçi sınıfı olarak bizler de zor sınavlara çekiliyoruz. Ancak bu karanlık günler ebedi değil, öyle olsaydı bütün diktatörler bugün yaşamaya devam ederdi.
İnsan vücudunun ayakta kalmasını sağlayan iskeletidir. Bu karanlık günlerde bizleri ayakta tutan şey de Marksist Tutum’da öğrendiğimiz bilgiler, gerçekler ve yeni bir dünya kurma özlemidir. Sınıfların ve sömürünün olmadığı bir dünya şiarıyla çıktığımız bu yolda ışığınla yüreklerimizi aydınlatıyorsun Marksist Tutum.
Özgürlüğü ve yeni bir dünya kurma umudunu yüreklerimize ekenler, bize ışık olmaya devam ediyor. Eşitliğin türküsünü kulaklarımıza ve ruhumuza aşılayan Marksizmin ışığında geleceğe dimdik yürümemizi sağlayanlara selam olsun! İşçi sınıfının içinde parlayan bir yıldızsın Marksist Tutum, nice 20 yılların olsun!
Yaşasın Devrimci Mücadelemiz!

link: İstanbul/Avcılar’dan MT okuru bir metal işçisi, Marksizmin Işığında Devrimci Mücadeleye , , https://marksist.net/node/7701
Bana Güç Veren Marksist Tutum’un 20. Yılını Kutluyorum!
20 yıldır Marksist Tutum okuruyum. 20 yıldan fazladır onun fikirleriyle besleniyorum, onun yol gösterici tutumundan güç alıyorum. Marksist Tutum’un fikirleriyle tanışmadan önce de yoksul bir işçi kızı olarak kapitalist düzenin bir sömürü düzeni olduğunu düşünüyor ve yıkılması gerektiğine inanıyordum. Ama bunun nasıl olacağının, kapitalizm yerine nasıl bir dünya kurulması gerektiğinin, bunun için tam olarak ne yapılması ya da ne yapmam gerektiğinin bilincinde değildim. Sadece bu konuda değil, hemen hemen her konuda yeterli bir bilgiye ve doğru kavrayışa sahip değildim. Adeta azgın bir nehrin içindeki bir kibrit çöpü gibiydim. Nereye götürüldüğümü biliyor ama tutunacak bir dal bulamıyordum… Çocukluğum, 12 Eylül dönemine, gençliğim ise neoliberal politikaların hayata geçirildiği, bireyciliğin yüceltilip örgütlülüğün teröristlik olarak lanse edildiği, kapitalizmin en iyi sistem olarak parlatıldığı bir döneme denk geldi. O dönem sosyalist fikirler faşist darbenin etkisiyle çok fazla güç kaybetmişti. Eski kuşağın üzerinde bir yorgunluk ve yenilgi psikolojisi hâkimdi. Ben de o dönemler tam umutsuzluğa kapılmak ve gülüşümü kaybetmek üzereyken yeni bir dünya kurma yolunda mücadele verenlerle tanıştım. Şanslıydım. Çünkü o karanlığın içinde tuttuğum o eller beni Marksist Tutum’un aydınlık dünyasına doğru taşıdı. Benim kuşağımdaki gençlerin büyük bir kısmı ise dönemin ruhuna uygun olarak kapitalizmin “ışıltılı” dünyasına kapılarak, bıraktık insanca yaşanacak bir dünya mücadelesini, en temel hakları için de mücadele vermekten uzak durdular. Bugün gelinen noktada, onların vermediği mücadelenin bedelini hem kendileri hem de çocukları ödüyor ne yazık ki!
Marksist Tutum 20 yıldır, kapitalizmin yaşattığı ve ne yazık ki daha yaşatacağı çok çeşitli sorunlara işaret ediyor. Bu sorunların çözüm yolunu da tekrar tekrar hatırlatıyor. Hiçbir üniversitenin vermeyeceği, veremeyeceği tarih ve sınıf kavrayışını, olaylar karşısındaki sınıf tutumunu Marksist Tutum’la öğrendim. Kapitalizmden kurtuluşun tek yolunun kitlelerin örgütlü devrimci eylemi olduğuna Marksist Tutum’la inandım. Bana güç, enerji ve inanç vererek, beni kapitalizm gibi lanet bir sisteme karşı mücadelenin bir parçası haline getirerek mutlu bir insan olmamı sağlayan Marksist Tutum’a sonsuz teşekkürler ediyorum. Yaşasın örgütlü mücadelemiz!

link: İstanbul/Kartal’dan bir öğretmen, Bana Güç Veren Marksist Tutum’un 20. Yılını Kutluyorum!, , https://marksist.net/node/7698
Mis Gibi Kokuyor İşçi Sınıfının Bağrında
Bozkırı bilirsiniz. Baharın yağmurunu yedi mi bozkırın toprağı, hayret ki ne hayret! Toprağın çıkınına saklanmış milyarlarca tohum filizlenir. Yeşili göz kamaştırır. Bozkır yağmuru gördü mü, ciğerlerinden hayatı bir nefes gibi dışarı salar. Canlı cansız ne varsa soluk alır, soluk verir. Kurumuş ağaç kabuklarından mantarlar çıkar. Dokunsan eline nasır bırakacak kayalardan filizler boy verir. Bahar, bozkırı ve bozkırın insanını çelimsizlikten, ezilmişlikten alır. Onlara güç verir, özgüven verir. Yaşamaya dair umut verir. Yağmuru yedi mi bozkır, hayret ki ne hayret! Bir başka kokar memleket.
Bilir misiniz çölde döngele adında bir bitki vardır. Kötü nem koşullarının olduğu çöllük ortamda gövdesinden ayrılır ve yollara düşer. Yuvarlanır, yuvarlanır. Baştan sona, doğudan batıya, kuzeyden güneye ve sonra gerisin geriye tekrar tekrar yuvarlanır durur. En kötü yaşam koşullarının olduğu çölün kurak mevsiminde bu döngele bitkisi neredeyse hiç durmaz. Aradan aylar geçer, bazen de yıllar. Yaşam bu ya hep aynı gitmez. Nemli bir rüzgâr hafiften bir yağmur bıraktığı anda, yerlerden döngele filizlenmeye başlar. Meğer kurak çöllükte, rüzgârın peşinden döne döne dolaşan bu bitki, tohumlarını saçıyormuş dolaştıkça. Hem de kimsenin umut etmediği, herkesin bu topraklardan bir şey olmaz dediği memlekete. Dedim ya yağmuru yedi mi bozkır, hayret ki ne hayret! Bir başka kokar memleket.
12 Eylül faşist darbesinin yarattığı yenilgi ve umutsuzluk coğrafyasında, SSCB’nin de dağılmasıyla iyice çoraklaşan, kendisi için “bu topraklardan bir şey olmaz” denilen işçi sınıfının; baharını, yağmurunu ve tohumların tohumunu yaratanlara bin selam olsun. Marksist Tutum 20 yaşında! Mis gibi kokuyor işçi sınıfının bağrında.

link: İstanbul/Sefaköy’den bir eğitim işçisi, Mis Gibi Kokuyor İşçi Sınıfının Bağrında, , https://marksist.net/node/7690
Marksist Tutum’la Mücadeleye Devam!
Kapitalizme karşı mücadelede bizlere devrim yolunda yürümeyi öğreten Marksist Tutum’un 20. yılı kutlu olsun. Marksist Tutum 20 yıldan bu yana yazılmış tüm makaleleriyle biz işçi sınıfını yetiştiren bir okul haline gelmiştir ve Marksizmin yolunda ilerlemek isteyen her bir emekçiye, dünyanın neresinde olursa olsun 20 yıldır ışık tutmaktadır.
Geçmişi sağlıklı bir şekilde sorgulamadan geleceğe sağlam ve kalıcı adımlar atılamaz. Tam da bu noktada Marksist Tutum çıktığı ilk günden beri geçmişteki sınıf mücadelesi deneyimlerini damıtarak bizlere sunmuş ve yol göstermiştir. I. Enternasyonal’den başlayıp Ekim Devrimine dek kopmadan ilerleyen tarihsel zincirin günümüzden geleceğe uzanan birleştirici ve son halkasıdır.
Kapitalizm çürüdükçe dünyamızı yok oluşa sürüklemeye devam ediyor ve milyarlarca işçinin geleceğe olan inancını ve umutlarını söndürüyor. Ama bizler tarihsel iyimserliğimizi, her güncel olayı Marksizmin bilimsel penceresinden bizlere aktaran Marksist Tutum sayesinde diri tutuyoruz. Geleceğe dönük inancımız kör bir inanca değil, Marksizmin tarihsel ve bilimsel köklerine bağlıdır.
İşçi sınıfına kılavuzluk vazifesi üstlenen, devrimci çıkarları temelinde nasıl bir araya geleceğini, hangi tarzda örgütlenip mücadele edeceğini öğreten Marksist Tutum öncülüğünde hepimize nice mücadele dolu 20 yıllar dileriz!

link: Mersin’den bir grup MT okuru, Marksist Tutum’la Mücadeleye Devam! , , https://marksist.net/node/7688
Marksist Tutum Bizi Sömürüsüz Bir Dünya Kurmaya Çağırıyor
Marksist Tutum dünü, bugünü ve elbette yarını aydınlatan sonsuz bir ışık gibidir. Bilgi çağı denilen bu çağda burjuva ideolojisi bilimde, sanatta, eğitimde bize kendini dayatıyor. Her şey burjuvazinin prizmasından geçip nasıl bakmamız isteniyorsa bize öyle ulaştırılıyor. İşçi sınıfının gençliği burjuva ideolojisiyle beslendiği ölçüde ne bugünü ne de yarını anlayabiliyor. Herkesin eşit ve özgür olacağı bir dünyayı hayal bile edemiyor. Gerçeklerin üzerini örten, gizleyen kara bulutlar var. Marksist Tutum demek o bulutları aralayan eller demek benim için. Tarihi, güncel, politik, ne söz konusu olursa olsun Marksist Tutum yaşananları en öz, en yalın şekliyle ortaya koyup “işte bu gürültünün arkasında bu var” diyor. Yalnızca doğru bilgiyi vermekle, gerçeği ortaya koymakla kalmıyor, o bilgiyle ne yapmamız gerektiğini de gösteriyor. Yarını kurma mücadelesi veren sınıf devrimcilerine 20 yıldır kılavuzluk, öncülük ediyor Marksist Tutum. Sınıfsız ve sömürüsüz bir dünyanın yalnızca hayal olmadığını sınıf bilinçli işçilerin o günü ilmek ilmek ördüğünü gösteriyor. Ziya Egeli’nin şiirinde çok güzel anlattığı gibi “Ve Elif’in/ Ve Sinan’ın/ Umut dolu şarkılar gibi çınlayan sözleri” bizi baldan tatlı bir dünya kurmaya çağırıyor. Bize umut veren, yarınları kuracak olanlara yol gösteren Marksist Tutum iyi ki var.

link: Ankara’dan genç bir kadın işçi, Marksist Tutum Bizi Sömürüsüz Bir Dünya Kurmaya Çağırıyor, , https://marksist.net/node/7685
Nice 20 Yıllara Marksist Tutum
20 yıllık süreçte dünyada yaşanan gelişmeler, Marksist Tutum’un savunduğu görüşlerin, yaptığı değerlendirmelerin ne kadar isabetli olduğunu gösterdi ve göstermeye devam ediyor. Bir yayın düşünün, ezilenlerin maddi ve manevi esaretten çıkış yolunun işçi sınıfının devrimci dünya görüşünde olduğunu söyleyen ve yaşamını örgütlü mücadeleye vakfetmiş işçi önderlerinin elinde şekil bulan. Güncelliğini ve haklılığını hiçbir zaman yitirmeyen makaleleriyle, sadece okunmak için yazılmadığını hayatlarımızdaki olumlu değişikliklerle bizlere gösteren. Dolayısıyla Marksist Tutum’un yalnızca bir internet sitesi olduğunu kim söyleyebilir? İşçi sınıfının mücadelesine inanmış, gönül vermiş bizleri ve bizim gibi daha nice neferleri o büyük güne hazırlayan örgütlülüğün ifadesidir Marksist Tutum.
Şimdi de bir tutum, hayat felsefesi düşünün; işçi sınıfı davasını ilerletmeye kilitlenmiş ve sınıfta karşılığı bulunan. İçinden geçilen dönemi ve sonrasını Marksist bakış açısıyla tahlil edebilen ve bu sayede izlenmesi gereken doğru politik hattı ortaya koyan. Gençlerin alıklaştırılmaya çalışıldığı, örgütlü yaşamın tukaka ilan edildiği bir dönemde fener olan. Geçmişi devrimci tarzda sorgulamaktan çekinmeden, liberalizm ve küçük-burjuva sosyalizmine prim vermeden, sadece ve sadece işçi sınıfı mücadelesinden beslenip Marksizmi bayrak edinen… Dolayısıyla mücadelemizin aynı zamanda işçi sınıfının kafasının bulanmasına hizmet eden ideolojilerle de olduğunu öğreten…
İşte geçen 20 yıl budur! Ve bunlardır ileriye dönük umutlarımızı yaratan ve besleyen. Ne kadar teşekkür etsek azdır böylesi bir gelenek ve kültürle var olmanın gururunu bizlerle yaşatanlara! Nice 20 yıllara Marksist Tutum!

link: Ankara’dan bir eğitim emekçisi, Nice 20 Yıllara Marksist Tutum, , https://marksist.net/node/7683