“Kriz, Savaş, İşsizlik! İşte Kapitalist Sisteminiz!” Mücadele alanlarında haykırılan bu slogan kapitalist sistemin emekçilere çıkardığı ağır faturayı özlü biçimde anlatıyor. Kapitalist sistem sürekli kriz ve savaş üretiyor. Ekonomik kriz, iklim krizi, emperyalist savaş… Bu krizlerin, bölgesel ve emperyalist savaşların doğrudan sonucu olarak da göç krizi ortaya çıkıyor. Bütün bunların sonucunda yoksul emekçiler bombalardan kurtulmak, hayatta kalmak, karnını doyurmak, çalışacak bir iş bulmak, çocuğuna güvenli bir gelecek hazırlamak umuduyla başka ülkelere göç ediyorlar.
2011’de başlayan ve başta ABD ve Türkiye olmak üzere emperyalist ve bölgesel güçlerin müdahalesiyle genişleyen Suriye savaşının ardından, AKP iktidarının siyasi ve ekonomik hesapları sonucu milyonlarca insan Suriye’den Türkiye’ye göç etti. Yıllar içinde sadece kayıtlı olanların sayısı 4 milyonu aştı. Afganistan’da ise Taliban güçlerinin iktidarı alması sonrası zulümden ve ölümden kaçan yüz binlerce Afgan emekçi de Türkiye’ye geldi. Türkiye Batı ülkelerinden gelenler dışındakilere mülteci statüsü vermediği için bu insanların kayıtlı olanları “misafir” statüsüne alındı. Göçmenlerin emek gücünü dibine kadar sömüren Türkiye sermayesi onlara mülteci statüsü vermeyerek yükümlülüklerinden de kurtulmuş oldu.
İşçi sınıfı için geleceğe yatırım yapmak kapitalizmin vaaz ettiği gibi köşeye koyulan bir miktar para, emeklilik, yangın, hırsızlık, hastalık için yapılacak özel sigorta vb. değildir. Tarih bilincine sahip olmak, kapitalizmin her türlü ideolojik saldırısına karşı dünyaya Marksizmin ışığıyla bakmak, işçi sınıfının enternasyonal birliğini sağlamak ve toplumsal kurtuluşu için mücadele etmek, işçi sınıfının geleceğini güvence altına alacak yegâne sigortadır. Bu yüzden burjuvazinin çok yönlü kullandığı göç konusuna ve göçmen emekçilere de işçiler kendi sınıf perspektiflerinden bakmalıdır.
Levent Toprak “Göç, Mülteciler ve Kapitalizm” adlı makalesinde, ilk insanların Doğu Afrika’da evrilişinden bu yana, insan topluluklarının, tarih boyunca değişen iklim ve çevre şartları hayatta kalmayı aşırı ölçüde zorlaştırdığında ya da olanaksız kıldığında kaçınılmaz olarak başka coğrafyalara göç ettiğini hatırlatır. Kapitalizmde ise eşitsiz gelişmenin kaçınılmaz bir sonucu olarak kitlesel göçün sistematik bir hal alarak yeni bir düzeye ulaştığını belirtir.[1] Yazıda anlatıldığı üzere, kapitalizmin 1500-1800 yılları arasında köle ticareti ilksel sermaye birikiminde önemli bir yer tutmaktadır. Sürecin ilerlemesiyle birlikte sanayileşen bölgelere çalışmak için gelenlerin kitlesel göçleri, 1. ve 2. Emperyalist Paylaşım Savaşlarında ve sonrasında değişen tarihsel, ekonomik, demografik koşullarda yaşanan göçler, kapitalistler için ucuz göçmen emeği sayesinde daha fazla zenginleşme kaynağı olmuştur.
Burjuvazi göçmen işçilerin emek gücünü azgınca sömürerek kârını arttırmış, aynı zamanda yerli işçiyi göçmen işçiye karşı kışkırtarak işçi sınıfının gücünü azaltmış, kendi günahlarının üstünü örtmüştür. Bugün Türkiye’de Suriyeli ve Afgan işçilere duyulan öfke, benzer gerekçeler ve yöntemlerle dün İngiltere’de İrlandalılara, Almanya’da İtalyanlara, Yunanlara, özellikle de Türkiyeli göçmen işçilere duyulmuştur.
Almanya’da Türkiyeli işçiler
2. Dünya Savaşı sonrasında işgücünün büyük kısmını kaybeden Almanya fabrikalarda, madenlerde, yol yapımında ve hatta belediye hizmetlerinde çalışacak genç, sağlıklı emek gücüne ihtiyaç duyuyordu. Almanya 1955 yılında İtalya, 1960’ta İspanya, Yunanistan ve Yugoslavya, 1961’de ise Türkiye’yle “göçmen işçi” anlaşmaları imzaladı. Alman burjuvazisi bu işçilerin kalıcı olmasını istemediği için onları 1-2 yıllık sözleşmelerle çalıştırdı ve onlara “Gasterbeiter” yani “misafir işçi” adını verdi. Almanya’ya işçi göndermek Türkiye Devleti’nin de çıkarlarına uygundu. Hem içerde işsizliği azaltıyor hem de döviz girdisi sağlıyordu. Alman işçilerden daha ucuza çalışan, birkaç sene içinde döneceği düşüncesiyle Almanya’da geçirdiği zamanı çok çalışıp mümkün olduğu kadar az harcayarak birikimlerini Türkiye’de konut, tarla vb. almaya ayıran “Almancılar” Türkiye ekonomisine de katkı sağlıyorlardı. Çoğunlukla köylerinden, açlıktan ve sefaletten bıkmış erkek ve kadınlar, bilmedikleri bir dilin konuşulduğu, yabancı oldukları bir kültürün içine giriyorlardı. Pek çoğu büyük kentleri ilk kez orada görmüşlerdi. Alman işçiler Türkiyeli işçilere zaten işgücü açığı olduğu için bugün Türkiye’deki göçmenlere bakıldığı gibi işlerini ellerinden alan yabancılar olarak bakmıyordu.[2] Ama tam da bugün Türkiyeli emekçilerin büyük kısmının Suriyeli, Afgan vd. göçmenlere baktıkları gibi, onlara toplumun yapısını bozan, uyumsuz, eğitimsiz, çok çocuk yapan, gürültücü, huzuru bozan, katlanmak zorunda kaldıkları insanlar olarak bakıyorlardı.
Türk işçiler “Türkenheim” adı verilen Türk yurtlarında kalıyorlardı. Çalışma kampını aratmayan bu yurtlar büyük fabrikaların yanına kurulmuştu. Böylece işçilerin bütün hayatının işyeri ve çevresine hapsolması sağlanmıştı. İşçilerin gece dışarı çıkmalarına bile izin verilmiyordu. Askeri disiplinin uygulandığı bu yurtlarda Nazi artığı eski askerler bekçilik yapıyordu. Birinci kuşak göçmen işçiler bu koşullarda yaşarken, 1970’lerle birlikte göçmen işçi sayısı iyice artmış, işçiler “misafir” olmaktan çıkıp oturma izni almaya ve ailelerini de getirmeye başlamışlardı.
Fakir Baykurt ve öykülerinin bugüne tuttuğu ayna
Ağırlıklı olarak Anadolu köylüsünün yaşamını toplumsal gerçekçi edebiyat anlayışıyla roman ve öykülerinde anlatan Fakir Baykurt, hayatının ilerleyen yıllarında bulunduğu Almanya’da Türkiyeli göçmenlerin yaşadıklarını anlattığı eserler de vermiştir. Eserlerinde yoksul Anadolu köylüsünün, Türkiyeli emekçilerin sevdasını, kavgasını, hayat mücadelesini gerçekçi olduğu kadar coğrafyanın ve zamanın insanıyla duygu köprüsü kurarak işleyen yazar, Almanya’daki Türkiyeli işçilerin de yaşamını bu bakış açısıyla işlemiştir. Baykurt romanları ve öyküleriyle bugünün Türkiyeli emekçilerine de ayna tutmaktadır. Onun eserlerini okuyanlar bugün Türkiye’deki göçmen mültecilere yönelik yargıların Almanya’da Türkiyeli işçiler için düşünülenden zerre farkı olmadığını göreceklerdir.
1929 yılında Burdur’un bir köyünde doğan ve asıl ismi Tahir olan Fakir Baykurt, öksüz kaldığı 9 yaşından itibaren işçilik yapar. İlkokulu bitirince Isparta Gönen Köy Enstitüsüne devam eder. Sabahattin Ali, Nâzım Hikmet, Maksim Gorki, Panait Istrati gibi Türk ve dünya yazarlarını okumaya başlar. Şiirleri dergilerde yayınlanmaya başladıktan sonra, anlattığı gerçekler nedeniyle izlenmeler, kovuşturmalar da başlar. İlerleyen yıllarda yazıları ve romanları nedeniyle hayatının bir parçası olur bu kovuşturmalar. Romanları filmlere, tiyatro oyunlarına konu olur. Yaşamı boyunca 14 roman, onlarca öykü, 8 cilt kendi biyografisi ve çocuk kitapları yazar. Baykurt, 1948 yılında köy öğretmenliğine başlar. 1955’te Gazi Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümünü bitirip Türkçe öğretmeni olur. Türkiye Öğretmenler Sendikasının (TÖS) kuruluşuna katılır. Genel Başkanlığını yapar. TÖS öncülüğünde 15-18 Aralık 1969’da yapılan ve Türkiye’deki öğretmenlerin yüzde 70’inin katıldığı “Büyük Öğretmen Boykotu” nedeniyle tekrar açığa alınır. 1971’de tutuklanır. Tutukluluğu sırasında Tüm Eğitim Öğretim Emekçileri Birleşme ve Dayanışma Derneğinin (TÖB-DER) kuruluşu için çalışır. 1975 yılında Askerî Yargıtayda TÖS Davasından beraat eder. 1979’da Almanya, Duisburg’da Yabancı Çocuk ve Bölgesel Çalışma Kurumunda eğitim uzmanı olarak çalışır. Bütün bu deneyimler onun eserlerinde de yansımasını bulur.
Baykurt “Gece Vardiyası” adıyla yayınlanan öykü kitabındaki eserlerinde Almanya’ya ekmek parası için giden Türkiyeli işçilerin orada yaşadıklarını pek çok yönüyle anlatır. Memlekette hasretle bırakılan eşler ve çocuklar, madenlerde, fabrikalarda nefes almadan en ağır işlerde çalışma, iş kazaları, ölümler, ağır sanayinin çıkardığı zehirli dumanların sardığı kentlerin boğucu havası, hatta gece gündüz çalışıp, vergi ödeyip, sigorta kartına sahip olup da oy kullanma hakkına sahip olamamak ve Almanya’da yabancı, Türkiye’de “Almancı” olma duygusu ve durumu ince ince işlenir.
Sınıf bilincine sahip olmayan emekçiler, dillerini anlamadıkları, kültürlerini bilmedikleri “yabancıların” neden ülkelerine geldiğini, neden sefalet içinde yaşamayı, en ağır işlerde ve düşük ücretlerle çalışmayı “kabul ettiklerini” anlayamazlar. Milyonlarca işçinin işsizlikten, sefaletten kurtulma umuduyla yurtlarını bırakıp göç yollarına düşmesinin sorumlusunun egemenler olduğunu, gittikleri ülkelerde kapitalistlerin göçmenleri ucuz işgücü olarak kullandığını göremezler. Bu yüzden de onları küçümser, yaşadıklarına “onların şanssızlığı ya da akılsızlığı” olarak bakarlar.
Bu, dün de böyleydi bugün de böyle. Dün Almanya’ya giden Türkiyeli işçilerin yaşadığı zorlukları bugün Türkiye’ye gelen Afgan, Suriyeli işçiler yaşıyor. Yaşadıkları sefaletin sorumlusu kendileriymiş gibi hor görülüyorlar, en ağır işlerde düşük ücretlerle ve çoğunlukla kaçak olarak çalıştırılıyorlar. Baykurt’un, “Düğün Borcu” başlıklı öyküsünde Almanya’da kaçak işçi olarak çalıştırılan göçmen işçilerin yaşadığı zorluklar, gördükleri muamele anlatılır. Çalışma izni alamadığı için Almanya’ya turist vizesiyle giden ve orada kaçak olarak çalışan Osman’ın tek isteği oğlunun düğün borcunu kapatmaktır. Bir gün çalıştığı çiftliğe gelen polisler pasaport kontrolü yaparlar ve Osman’ın Türk olduğunu anladıklarında “Tamam Türkmüş! Sinek gibi, böcek gibi Türk kaynıyor her yerden” konuşması geçer aralarında. Osman düğün borcunu biriktiremeden Türkiye’ye geri gönderilir.
O yıllarda Çorum’dan Adıyaman’a Türkiye’nin dört bir yanından Türk, Kürt, Arap emekçiler Almanya’ya çalışmaya giderler. Yalnızca Türkiyeli işçiler değil, Yugoslavya’dan Tunus’a pek çok ülkeden farklı uluslardan işçiler de aynı umutlarla gelmiştir Almanya’ya. Aynı tezgâhın, makinenin başında çalışır, aynı işi yaparlar. Baykurt’un “Telefon” öyküsünde dilleri, dinleri, kültürleri farklı işçilerin işte bu “kader ortaklığı” anlatılır.
Bugün de farklı halklardan işçiler mahallelerde bir arada yaşıyor, fabrikalarda, tezgâh başlarında birlikte üretiyor, aynı hastanelere gidiyor, aynı otobüslere biniyor. Aynı sınıftan insanların sorunlarının da ortak olmaması mümkün değil. Fakat egemenler, emekçiler bu ortak sorunlar etrafında birleşmesinler diye önlerine milliyetçiliği koyuyor. İşçilerin aklını ve duygularını hamasi düşüncelerle, düşmanlıkla bulandırıyor. Burjuvazi emekçilerin birbirini tanımasını, anlamasını, ortak alanlarda dostça vakit geçirmesini istemez. Çünkü bu olursa birbirlerine dinlerinden, dillerinden, milliyetlerinden dolayı düşmanlıkla değil, aynı sınıfın insanları olmaktan kaynaklı ortak duygularla, sevgi ve dayanışmayla yaklaşırlar, kapitalizm altında kendilerine yaşatılanı sorgulamaya başlarlar. Almanya’da da göçmen işçiler bir sermaye politikası olarak sosyal hayattan uzak tutuldu. Alman işçilerin diğer halklardan işçilerle kaynaşmaları engellendi. Bu nedenle birbirlerini anlamıyorlardı ve aralarında kavgalar yaşanıyordu. Baykurt’un “Büyük Mağazada” isimli öyküsü milliyetçiliğin işçilerin yaşamıyla nasıl da tezat oluşturduğunu anlatır. Avrupa’dan, Asya’dan, Afrika’dan gelen göçmen işçilerin Duisburg şehrinin aynı yoksul semtlerinde yaşadığı, çocuklarının aynı sefaleti çektiği tasvir edilir.
Duisburg şehrinin kitaplığında görevli Anton Gebler yüzyıl öncesinin Polonyalı maden işçisi Patowsky’nin soyundan geliyordu ama kendinden önceki kuşaklardan başlayarak aldıkları Alman isimleriyle bunu yadsıyorlardı. Anton Gebler büyük bir mağazada çalışan arkadaşını ziyarete gittiği bir gün yabancı işçilerin kitaplık bölümündeki tavırlarını arkadaşının odasındaki güvenlik ekranlarından küçümseyerek izler. Pazarcıklı Ökkeş’le Akyazılı Ergün gezi bölümünde İtalya’yı anlatan kitapları arkaya alıp Türkiye’yi anlatanları rafların önüne koyarlar. Bu arada diğer tüm gezi kitaplarını arka raflara ittirirler. Onlardan sonra oradan geçen şehir iç temizlik ekibinde çalışan Faslı El Mehdi altlara düşmüş “Maroko”yu alıp “Türkei”nin yanına koyup geçer. Ardından Meiderich’te et kesiminde çalışan İspanyol Jose gelir, “Spaien”i aşağılardan alıp üste yerleştirir, ötekileri de alta iter usulca. O sırada Yugoslav Smaylagiç gelir, “Jogoslawische Küste und İnseln”i alıp ötekilerin üstüne koyar. İtalyan yapı işçisi Juvoni “Sardinien”, “Sizilien”, “Korsika”, “İtalien”in aşağılara indiğini görünce gözlerini öfkeyle kısar... Bir müddet sonra hepsi gezi kitaplarının önünde toplanır ve bir itişip kakışmadır başlar. Kitaplar bir arkaya bir öne gelip giderler. Bir müddet sonra birbirlerine yumruklu, tekmeli girişirler. Ama polis gelince bir şekilde anlaşıp, biraz da nasihat dinleyip hemen uzaklaşırlar…
Göçmenler her dönem ucuz işgücü olarak görüldüler ve milliyetçiliğin körüklenmesinin, yapay kutuplaştırma siyasetinin aracı haline getirildiler. Ne yazık ki örgütsüz işçiler de milliyetçilik tuzaklarına düştüler, düşüyorlar. Devletlerin maliyetli gördükleri için doğru düzgün işleyen bir entegrasyon programı uygulamaması gettolaşmaya, kültürel farklılıkların sorun yaratmasına, milliyetçiliğin çok daha kolay kışkırtılmasına yol açıyor. “Düğün Alayı Geçerken” başlıklı öyküde bu durum anlatılıyor. Öyküde geçen Dieter Folk, Siemens’in muhasebe bölümünde yıllarca çalıştıktan sonra emekli olmuş bir işçidir. O da pek çok Alman işçi gibi ülkeye gelen göçmen işçilerden rahatsızdır. Baykurt bu durumu şöyle anlatır: “İşçi diye ülkeyi dolduran yabancılara, onlar içinde de Türklere canı sıkılıyordu. Onların bütün davranışları dipli köklü birer kusurdu. Kadını erkeği, çocuğu genci sinirine dokunuyordu. Erkekleri duraklarda, mağazalarda bağıra çağıra, kaba saba konuşuyor, fırsatını bulunca da, «Hak tuu!» ediyorlardı yerlere. Kadınları çağdışı giysiler içinde, başlarında sıkma başörtüleri, üstlerinde bağırgan renkli entariler, altlarında yeşil, mor pantolonlar neyin nesiydi öyle? Sanki Alman erkeklerinin çoğunluğu onları kapıp kaçacaklar, götürüp kuytularda yiyeceklerdi. Öyle kaçar gibi yürüyorlardı. Hele buna temelli sinir oluyordu. Çocuklarının burnu sümük, kızlarının saçı başı karmakarışıktı. Arka avlulara sığmayıp sokaklara, caddelere taşıyordu sefillikleri. Bu da yetmiyor, kavşaklara birikiyorlar, bağırıp çağırıyorlardı… Hele gençlerin sokaklara, duvarlara yazı yazmalarına hiç dayanamıyordu. Yurtlarında ne kadar hırıltı gürültü varsa bütün Avrupa’ya taşıdıklarına göre, yakında adam da öldürürdü bunlar.”
Türkiye’de göçmenler için kullanılan dille, ifade edilen ırkçı düşüncelerle ne kadar benzer değil mi? Baykurt, çok çocuklu oldukları ve gürültü yaptıkları için Almanların Türklere ev kiralamak istemediğini anlatan “Türk Kiracı” öyküsünde de kültürel farklılıkların yarattığı sorunları işler.
Kapitalist sistemde sermaye işçiye insan olarak bakmaz. İşçi kapitalist sınıf için işliklerdeki makinenin bir parçasıdır. Tam da bu nedenle işçinin dili, dini, mezhebi değildir onun için önemli olan. O işçinin ona kazandırdığı kâra bakar. Ne kadar örgütsüz, ne kadar ucuza, ne kadar itaat edercesine çalıştığına bakar. Bunun için tarihte ve bugün coğrafyasına bakmaksızın kapitalistler göçmen işçi çalıştırmayı ister ve bunun koşullarını ya yaratır ya da var olan koşulları buna uyarlar.
Geçtiğimiz günlerde Almanya’da Nazi artığı bir grup faşist siyasetçi ve kapitalist bir araya gelerek Almanya’da vatandaşlık almış ama asimile olamamış Alman vatandaşlarını da kapsayan geri gönderme planı üzerine konuştukları bir toplantı organize ettiler. Bu toplantıda asimile olamadığı için geri göndermeyi planladıkları bu işçiler bugün Alman sermayesini terleriyle, kanlarıyla, gece gündüz çalışarak büyüten işçilerdir. Yani Almanya’da yaşamaya o faşistlerden milyon kat daha fazla hakları vardır. Peki bugün Türkiye’de tekstil, metal, gıda fabrikalarında, tarlalarda, hayvancılıkta çoğunluğu sigortasız, en ufak bir hak kırıntısına sahip olmadan çalışan Suriyeli, Afgan göçmen işçiler? Ne kadar farkları var Almanya’daki “Almancı” Türkiyeli işçilerden?
Göç de politik ve sınıfsaldır. Her soruna olduğu gibi bu soruna da kendi sınıfımızın cephesinden bakmalıyız. Geçmişte ve günümüzde göçe sebep olan ve ondan faydalanan kapitalistler, kapitalistlerin sebep olduğu her türlü yıkımın altında kalanlar ise yoksul emekçi sınıflardır. Dünya işçi sınıfının kurtuluşu onun enternasyonalist mücadelesiyle mümkün olacaktır.
[1] Levent Toprak, Göç, Mülteciler ve Kapitalizm, 7 Mayıs 2016, marksist.net/node/5109
[2] Alman burjuvazisi Türkiyeli işçileri, işgücü açığını kapatmak için çağırmış, ama aynı zamanda işgücü açığı nedeniyle artan işçi ücretlerini baskılamayı da hedeflemişti. Sendikal hareketi baskılama isteği de bunun bir parçasıydı.
link: Meral İnci, “Misafir İşçi” Olmak ve Fakir Baykurt Öykülerinin Bugüne Tuttuğu Ayna, 14 Mart 2024, https://marksist.net/node/8213
Rejimin Emek Yağması ve Sonuçları
16 Mart Beyazıt Katliamını Unutmadık!