2022 yılının hemen başında, yükselen enflasyon ve artan hayat pahalılığı karşısında Türkiye genelinde bir yandan protesto eylemleri yükselirken bir yandan da çeşitli işkollarında ve fabrikalarda ücret artışı talebiyle iş bırakma eylemleri yaşandı. Bunların içinde en yaygın olanı ve ses getireni çeşitli lojistik ve kargo şirketlerine yayılan eylemlerdi. “Esnaf kurye” denen ucube bir sistemle çalıştırıldıkları için güya kendi hesaplarına çalışan ve bu yüzden de işçilik haklarından yararlanamayan binlerce moto kuryenin içinde olduğu bu durum, güvencesiz çalışma biçimlerinin nasıl yaygınlaştığını da daha görünür hale getirdi.
Aslında artık hemen her sektörde esnek, güvencesiz çalışma, örgütsüzlüğün de çarpan etkisi yaratmasıyla neredeyse norm haline gelmiş bulunuyor. Özel hastanelerde taşeron olarak çalışan doktorlar, asgari ücrete çalışan hemşireler, aylarca maaş almadan derse giren özel üniversite çalışanı akademisyenler; OSGB’lerde (Ortak Sağlık ve Güvenlik Birimleri) ne çalışma yeri, ne çalışma saati belli olan iş güvenliği uzmanları; aylarca maaş almadan çalışan, hayvan bağlasan durmaz yerlerde yatan, yemek yiyen inşaat işçileri; müşteri bulmak ve tutmak için insani tüm değerlerinden ödün vermeye zorlanan sigorta ya da finans pazarlama işçileri; fabrikalarda ya da çeşitli işkollarında İŞKUR yönlendirmesiyle geçici çalışan işçiler; kölelik koşullarında insan yerine dahi konmadan çalışan göçmen işçiler… İşçi sınıfı dünya genelinde bugün içinde bulunduğu bu cehennem koşullarına bir anda gelmedi. Tarihsel bir sistem krizi yaşayan kapitalizm, nefes alabildiği süreyi biraz daha uzatabilmek için örgütsüz bulduğu işçi sınıfını esnek ve güvencesiz koşullarda alabildiğine sömürüyor. Bir tarafta yaşamak için emek gücünden başka satacak bir şeyi olmayan ama bunun yanında örgütlü gücünün azalması nedeniyle hak arama yeteneği zayıflamış ve güvencesiz çalışma koşullarına mahkûm olmuş milyarlarca işçiden oluşan proletarya, diğer tarafta kapitalist krizin tüm yükünü işçi sınıfının sırtına yıkmak ve kârını büyütmek için her yöntemi kullanan burjuvazi.
Bilindiği gibi kapitalist sistem 1970’lerde içine girdiği ekonomik krizi 80’li yıllarda uygulamaya koyduğu neo-liberal ekonomi politikalarıyla aşmanın yolunu tuttu. Neo-liberal ekonomi politikalarının amacı işçi sınıfının örgütlü gücünü kırmak, sendikaları zayıflatmak, işçi sınıfının kazanılmış haklarını yok etmek, devlete ait işletmeleri özelleştirerek sermayeye yeni alanlar yaratmak, sermayenin önündeki engelleri kaldırmak ve kâr oranlarının yükselmesi için gerekli koşulları sağlamaktı. 2. Dünya Savaşı sonrası yükselen sınıf hareketinin ve SSCB’nin varlığının etkisiyle işçi sınıfının ekonomik ve sosyal hakları genişlemişti. Batı ülkelerinde burjuvazinin işçi sınıfını susturmak üzere vermek zorunda kaldığı tavizler, reformist düşünceyi besleyecek, sosyalist partileri düzenin göbeğine çekecekti. SSCB ve Doğu Bloku ülkelerinin yıkılmasıyla dünya burjuvazisi “sosyalizm” çöktü propagandasını ayyuka çıkartırken, neo-liberal saldırılarına da alabildiğine hız veriyordu.
2000’li yıllarda dünyada geniş kitlelerin ve özellikle kapitalist metropollerde yaşayan emekçilerin isyanları başladı. Kapitalizmin ideologlarının kapitalizme yağdırdığı övgülerin ne denli aldatıcı olduğu işçi sınıfının yaşadığı işsizlikle, yoksullukla, adaletsizlikle, eşitsizlikle, baskı ve şiddetle, doğanın tahribatıyla gün yüzüne çıktı. Dünya işçi sınıfı 2000’li yıllardan bugüne her fırsatta kitleler halinde alanlara çıkıyor. Kapitalizmin her defasında çelişkilerini derinleştiren ekonomik krizleri sıklaşırken işçi sınıfının da içinde olduğu girdabı büyütüyor. Bu gerçeği görmeyen ve neyin eksik olduğuna odaklanmayan sol akademisyenler ise, yeni ama özünde burjuva düzene hizmet eden teoriler icat ediyorlar.
Sol görünümlü burjuva ideologlar işçi sınıfı siyasetine ve onun kurtuluşunu müjdeleyen Marksizme saldırmak, sulandırmak ve bulanıklaştırmak için 60’lı yıllardan itibaren yeni sınıf tahlilleri ortaya koydular. 60 ve 70’li yıllarda, aslında o dönem dünya çapında ağırlığı olan sosyalizm düşüncesinin ve yükselen işçi hareketinin etkisiyle gençlik hareketi, kadın hareketi, ulusal hareket, çevre hareketi de yükselmişti. Esasında kapitalizmin yeni bir krize girdiği ve neo-liberal saldırıların hazırlığının yapıldığı bu dönemde, aynı zamanda burjuva akademik kürsülerden “yeni teoriler” ortaya atılması da tesadüf değildi. Kimileri, işçi sınıfının devrimci özünü kaybettiğini, artık ayrıcalıklı bir sınıf olduğunu, toplumsal mücadelenin sınıfsal değil etnik, cinsel, mesleki vb. temellerde verilmesi gerektiğini ileri sürüp buna teorik temel döşemeye çalıştı. Elif Çağlı bu teorisyenlerden biri olan Gorz’un “Elveda Proletarya” kitabına cevap olarak yazdığı “Büyüyen İşçi Sınıfı” kitabında; bilimsel açıdan bir değer taşımasalar da “bu türden kitaplar, burjuvazinin, gerek bir bütün olarak işçi sınıfının, gerekse sınıfın sendikalı ve örgütlü kesimlerinin önemini gözden düşürmeye yönelik sinsi ideolojik kampanyalarında bilinç bulandırmaya hizmet etmektedirler” diyordu.
Bu ideolojik argümanlardan biri de, ILO’nun sosyo-ekonomik güvenlik programının yöneticisi olarak da çalışmış bir iktisat profesörü olan Guy Standing’in ortaya attığı “Prekarya” safsatasıdır. Standing’in ortaya attığı prekarya tanımı son yıllarda Türkiye’de de daha sık gündem olmaya başladı. Guy Standing, Prekarite (güvencesizlik) ve proletarya (işçi sınıfı) kavramlarını birleştirerek adını koyduğu yeni bir sınıfın oluşmaya başladığını iddia ediyor. Standing, prekaryayı özetle şöyle tanımlıyor: Sürekliliği bulunmayan, güvencesiz, bazen iki üç farklı işte çalışan, belli bir gelire sahip olmayan, sosyal hakları olmayan, gelecek tasarrufu yapamayan, kendini vatandaş olarak dahi hissetmeyenler, göçmen işçiler. Standing işçi sınıfının yıllar içinde kazanılmış haklarını bir şekilde hâlâ elinde tutan, belli bir işte, belli bir maaşla, sosyal haklara sahip, bazıları hâlâ sendikalı çalışan kesimlerinin proletarya olduğunu ama prekaryanın bu sınıftan farklı olduğunu öne sürüyor.
“Standing, İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki birkaç onyılı kapsayan istisnai bir dönemin çalışma koşullarına indirgenmiş ve orada dondurulmuş bir proletarya tanımı yapmaktadır. Bu koşullar yoksa proletarya proletarya olmaktan çıkmaktadır ona göre! Standing sınıf tanımı yaparken, tıpkı diğerleri gibi, üretim ilişkilerinden hareket etmemektedir. Oysa nesnel olarak sınıflar, kişilerin üretim araçlarıyla kurdukları ilişkiye bakarak tanımlanabilir ancak. Ve yine Elif Çağlı’nın altını çizdiği üzere, teknolojik gelişmelere bağlı olarak işçi sınıfının iç yapılanmasında yaşanan değişimler onun sınıfsal konumunu değiştirmez: «Kişilerin verili üretim tarzı içindeki konumunu ve dolayısıyla toplumsal ürünün paylaşılmasındaki durumunu belirleyen temel unsur, üretim araçlarıyla kurulan ilişkidir. Bu yaklaşım, nesnel kategoriler olarak sınıfların tanımlanmasını mümkün kılar. Bu temel husus, üretim ilişkilerinin hukuksal ifadesi olan mülkiyet ilişkilerinde yansımasını bulur. Bu açıdan, kapitalist toplumda üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip bulunan kapitalist sınıfın karşısında, bu mülkiyetten yoksun işçi sınıfı yer alır. Öte yandan, çeşitli insan gruplarının sınıfsal pozisyonlarını belirleyebilmek için, kapitalist üretim sürecini teknik bir iş süreci olarak değil, toplumsal bir işbölümü sistemi olarak ele almak gerekir»”[1]
Prekarya bir sınıf olarak kabul edilince ona göre mücadele yöntemleri de aranıyor. Yılların geleneğine, deneyimine, maddi manevi birikimine sahip köklü sendikalar sendika bürokrasisinin eline bırakılıp yeni, mesleki kalıplara sıkışan dar örgüt formları öneriliyor. “Bu tezleri savunanlara göre, artık ne ekonomik ne de siyasal mücadele alanında «eski» örgüt biçimlerine yer vardır! Sendikal örgütlülük alanındaki konjonktürel gerilemeyi üretim ilişkilerinin mevcut aşamada geldiği noktanın doğal ve geri döndürülemez sonucu olarak gören bu anlayış, sınıfın geleneksel ekonomik mücadele örgütleri olan sendikaları eski ve geleceği olmayan örgütlenme biçimleri olarak ıskartaya çıkarmaktadır. Politik program temelinde ve iktidar hedefiyle yürütülen örgütlü siyasal mücadele de, bir yandan burjuva iktidarlar karşısında aynı türden «hegemonya ve iktidar ilişkilerini yeniden üretmesi», öte yandan da zamanın ruhuna uygun olmaması gerekçesiyle «arkaik» ilan edilmektedir. Bu teorilerin vardıkları nihai noktada ise «eski» ilan edilen şey bizzat sosyalizmdir. Bu tür tezleri ortaya atan akademisyenlere göre, artık esas olan şey kapitalizmin devrim yoluyla ortadan kaldırılması değil, bu mücadeleler sayesinde demokratik temellerde dönüştürülmesidir! Çeşitli toplum kesimleri maruz kaldıkları mağduriyetlere yönelik tepkilerini ortaya koymak üzere kendiliğinden bir araya gelecekler, örgütsüz bir şekilde tepkilerini dile getirecekler ve hükümetler üzerine basınç bindirerek onları demokratik adımlar atmaya mecbur bırakacaklar, böylelikle de toplumu yavaş yavaş değiştireceklerdir! Yani son tahlilde bu teorilerle bildik reformizm yeniden ve yeniden üretilmektedir.”[2]
Standing’in prekaryanın koşullarının düzeltilmesindeki en temel önerisi ise “temel gelir” adı altında bir gelirin devlet tarafından sağlanması. Standing bunun prekaryanın ücret pazarlığında da elini güçlendireceğini söylüyor. Kapitalizmin bunca çıkmaza girdiği, ilerletici potansiyelini tamamen tükettiği, ölümünü gerçekleştirmek için tek yapılması gerekenin fişini çekmek olduğu bir tarihsel dönemde Standing gibi burjuva sosyologların işçi sınıfına önerisi ancak bu dar çerçevede olabilirdi zaten. Hatta temel gelirin piyasanın işleyişi ile uyumlu bir yapıya sahip ve evrensel olduğu, pazarlık yapmaya ve seçme özgürlüğüne izin verdiği ölçüde piyasayı bozucu bir etkisinin olmadığını da vurgulayan Standing, adeta burjuvaziyi ürkütmek istemediğinin de mesajını vermiş oluyor.
Yine Elif Çağlı’ya dönüp Standing’in temsilcilerinden biri olduğu bu yanlış olduğu kadar kötü niyetli olan teorilerin ne anlama geldiğine bakalım. “Akademik çevrelerin devrimci siyasi sorumluluktan uzak hafifmeşrep tutumlarından da beslenecek olan «Marksizmi sulandırma» girişimleri karşısında uyanıklığı elden bırakmamak zorunludur. Burjuva ideologlar aslında, kapitalist sistemin içine sürüklendiği karanlık dönemin düzen karşıtı cepheyi büyütüp güçlendireceği endişesi içindedirler. Devrimci mücadelenin Marksizm silahıyla donanıp güçlenmesini peşinen engelleyebilmek amacıyla, ideolojik alanda bir «önleyici savaş» yürütmeye girişmişlerdir. Kapitalizme karşı gerçekten tehlikeli bir devrimci savaş yürütecek olan proleter unsurlar Marksizme sahip çıkmadan, onlar Marksizmi sulandırılmış biçimde gündeme getirerek cazibesini azaltmayı planlamaktadırlar.”[3]
Bugün bir bütün olarak dünya işçi sınıfının içinde bulunduğu çalışma ve yaşam koşulları öz itibariyle geçmiştekinden çok farklı değil. 1800’lerde Avrupa şehirlerinde çocuklar ve kadınlar dâhil işçilerin 14-16 saate varan sürelerde çalıştığı fabrikalar, gün ışığı almayan barakalar, çamurlu yollar yok. Ama sömürünün güncellenmiş başka biçimleri var. Bu manzaralar bugün Asya ülkelerinde karşımıza çıkıyor. Bir yandan, devasa tekstil tekelleri mesela Bangladeş’te iş güvenliği önlemi ya da iş güvencesi olmayan işçileri, açlık sınırının dahi altında ücretlere, hak kırıntısı olmadan çalıştırıp devasa kârlar elde ediyorlar. Diğer yandan üretilen bu ürünler Avrupa şehirlerinde geçimini sağlamak için bulabildiği bilmem kaçıncı iş olan mağaza işçileri tarafından satılıyor. Ya da internet üzerinden yapılan satışlarda depo, kargo işçileri uzun saatler, düşük ücrete, baskı altında, sürekli hakarete maruz kalarak çalışıyorlar. Sendikalaşmak istediklerinde işsiz kalmakla tehdit ediliyorlar.
90’larla beraber yeni teknolojik buluşlar ve internet ağ sisteminin yaygınlaşması çalışma biçimlerini de değiştirmiştir. Hizmet sektörü genişlemiştir. Sanayi daha çok ucuz iş gücünün olduğu Doğu’ya kayarken, sermayenin ana merkezlerinin yer aldığı kapitalist Batı’da finans ve hizmet sektörleri daha geniş bir alan kapsamıştır. Sömürüsüz bir düzenin nesnel temelini oluşturacak olan gelişkin teknoloji kapitalizm altında yabancılaşmanın ve sömürünün yoğunlaşmasını arttırmıştır. Bugün kimileri tarafından prekarya olarak adlandırılan, güvencesiz çalışan işçilerin ve çalıştıkları işkollarının böyle bir maddi temeli vardır. Teknolojik gelişme işçi sınıfının iç bileşiminde farklılıklar yaratabilir ama bir sınıfı “sınıf olmaktan çıkartmaz”, çünkü o sınıfı sınıf yapan üretim ilişkileri aynen yerinde durmaktadır. “Teknolojik gelişmelere bağlı olarak işçi sınıfının teknik bileşiminde, yani kafa ve kol emeğinin ağırlığında, sınıfın iç yapılanmasında, üretim dalları itibarıyla dağılımında, vasıf düzeyi ve çeşitlerinde değişim sürekli olarak vardır. Bu anlamda işçi sınıfı teknik gereklere ve değişime bağlı olarak, tıpkı üretim araçlarının yenilendiği-değiştiği gibi bir değişim geçirmektedir. Fakat öte yandan işçi sınıfının kapitalist toplum içindeki temel konumu, yani toplumsal işbölümünde, kapitalist üretim ilişkileri içinde tuttuğu yer değişmemektedir. Zaten işçi sınıfının bizi asıl ilgilendiren yönü, taşıdığı devrimci potansiyel, sınıfın tarihsel anlamdaki devrimci misyonu buradan kaynaklanmaktadır. Ancak burjuva ideolojisi, sınıfları üretim ilişkileri temelinde tanımlamaktan kaçınan argümanlar ürettiği gibi, işçi sınıfının yapısının kavranması noktasında da dikkatleri asıl özelliklerden uzaklaştıracak ve teknik yapı değişikliğine çekecek görüşler üretmektedir.”[4]
Kapitalizmin krizi, artan sömürü ve devrim potansiyeli
Kapitalist sistem artık her alanda gericileşmiştir ve büyük sorunlar doğurmaktadır. Egemenliği altında tuttuğu dünyayı ve dünyadaki her şeyi de kendisiyle beraber tüketiyor. Sermaye sınıfı, kapitalizmin içine girdiği derin krizi aşabilmek için kâr oranlarını yükseltmeye çalışıyor. Bunun için de işsizliği ve beraberinde esnek çalışma uygulamalarıyla sömürüyü arttırıyor, sendikal haklara saldırarak işçilerin kazanılmış haklarını yok ediyor.
Bir yandan zenginlik tepedeki bir avuç asalağın elinde birikirken diğer yandan dünya nüfusunun yarısından fazlası yoksullukla boğuşuyor. Yoksulluk, sadece iş bulamayan milyonlar, göçmenler için değil gününün çoğunu çalışarak geçirdiği halde geçimine yetecek bir gelire ulaşamayanlar için de büyük bir sorun. Bugün dünyada en zengin 2153 kişi dünya nüfusunun yüzde 60’ının toplamından daha fazla servete sahip. Bir taraftan teknolojiden, bilimden, uzay çağından, gelişmişlikten bahsedilirken diğer yandan işçiler cehennemi yaşıyor.
Elif Çağlı kapitalizmin krizlerinin nasıl da kaçıp kurtulamayacağı devasa sorunlar yarattığını anlatan çalışmalarından birinde bu durumun nedenini şöyle açar: “Bünyesinde pek çok çatışmalı yön barındıran kapitalist üretim tarzı, genişleyen üretim ile kitlelerin daralan satın alma gücü arasındaki çelişki temelinde yol alır. Emeğin toplumsal üretkenliğindeki gelişmeye bağlı olarak, sabit sermaye büyürken toplam sermayenin ücretlere yatırılan kısmı görece azalır. Keza kapitalist üretim tarzı ekonomik büyümenin yaratıcısı olan işçi sınıfını devasa büyütür, ama bu sınıfın iş bulabilen bölümünü ve sınıfın kapitalist bölüşümden aldığı payı ise küçültür. Kapitalistler işçi sayısındaki azalmanın artı-değer üretiminde yaratacağı düşüşü, çalıştırdıkları işçiler üzerindeki sömürü derecesini yoğunlaştırma yoluyla telafi etmeye çalışırlar. Ne var ki, bu alanda bile kapitalist ekonominin sınırlandırıcı yasaları işler ve ortalama kâr oranı düşme eğilimi sergiler. İşte içerdiği bu gibi iç çelişkileriyle kapitalizm bizzat kendi açmazını yaratan bir sistemdir.”[5]
Kapitalist sömürü yalnızca Standing’in prekarya diyerek ayrıştırdığı işçi sınıfının bir bölümü için değil tüm dünya işçi sınıfı için mücadele konusudur. İşçi sınıfı için kapitalizmin yarattığı dayanılmaz koşulları değiştirmenin yegâne yolu da, milliyet, cinsiyet, sektör ayrımı yapmadan bütün işçilerin sendikal ve siyasal örgütlerinden aldıkları güçle kapitalizme karşı mücadele etmesidir.
Elbette dünya işçi sınıfı sömürüye, eşitsizliklere, sendikal ve siyasal baskılara karşı dünyanın her yerinde örgütlü gücü oranında karşı duruyor. Bugün kapitalist metropolleri yeniden ve yeniden işçi sınıfının eylemleri sarsıyor. Öyle ki İngiltere’de hükümet “orduyu grev kırıcı olarak devreye sokma” planları yaptığını duyurarak işçilere gözdağı vermeye çalışıyor. Ama grevler yine de durmuyor hatta işçiler birleşerek güçlerini büyütüyorlar. Avrupa’da demiryolu, liman, enerji, sağlık, eğitim işçileri yüz binleri bulan rakamlarla kitlesel eylemler yapıyor, grevleri birleştiriyor, hayatı durduruyorlar. ABD’de binlerce eğitim emekçisi greve çıkarak kazanım elde ediyor. Yine ABD’de Starbukcs dâhil hizmet sektöründe çalışan ve Standing’in prekarya olarak adlandırdığı işçiler, sendikalaşarak yani işçi sınıfının en temel mücadele örgütlerinde bir araya gelerek güvencesiz koşullara karşı durmaya çalışıyorlar. İtalya’da işçi sendikaları Ukrayna savaşına silah gönderilmesini protesto etmek için kitlesel eylemler yapıyor. İran’da, Çin’de otoriter rejimlere ve uygulamalarına karşı kitlesel eylemler, başkaldırılar ardı ardına yaşanıyor.
Kapitalizmin insanlığı içine ittiği krizli çağda Standing ve benzerlerinin proletaryanın devrimci potansiyelini bilinçli olarak gölgeleyen kendinden menkul safsatalarıyla mı oyalanacağız yoksa kapitalist sistemi yıkabilecek tek sınıf olan proletaryanın örgütlülüğünü mü güçlendireceğiz? Enternasyonalist komünistlerin ilerlediği yol bellidir. Marksizmin ışığında hedefe kilitlenerek sınıfların, sınırların, sömürünün, savaşların olmadığı özgür bir dünyayı inşa etme mücadelesinde devrimci proletaryanın örgütlü gücünü büyütmek, kılıçları bilemek. Gerisi lafı güzaf olmanın ötesinde safsata yığınıdır.
[1] İlkay Meriç, "Prekarya" Safsatası, İsyan Dalgası ve İşçi Sınıfı Gerçeği, 3 Aralık 2019, marksist.net/node/6794
[2] İlkay Meriç, “Yeni Toplumsal Hareketler” mi?, 1 Ağustos 2013, marksist.net/node/3309
[3] Elif Çağlı, Dünyanın Üzerinde Bir Heyulâ Dolaşıyor, 29 Kasım 2008, marksist.net/node/1937
[4] Elif Çağlı, Büyüyen İşçi Sınıfı, Tarih Bilinci Yay., s.24-25 ve 40-41
[5] Elif Çağlı, Kapitalizm Çıkmazda, Şubat 2012, marksist.net/node/2954
link: Meral İnci, Kapitalizm, Güvencesiz İşçiler ve Prekarya Uydurmacası , 19 Aralık 2022, https://marksist.net/node/7816
Aklımız da Fikrimiz de Sen