Sovyetler Birliği'nin sonuncu lideri olan Mihail Gorbaçov geçtiğimiz günlerde hayatını kaybetti. Yalnızca yaptıklarıyla değil, savunduğu görüşlerle de dünya burjuvazisine hizmet eden Gorbaçov'un ardından çeşitli liberal kalemler güzellemeler döşeyip, onu "özgürlükleri getiren adam" olarak taltif ettiler. Vaktiyle resmi komünizm denen akımın bir parçası olanlar başta gelmek üzere sosyalist hareketin önemli bir bölümü ise, yaşananların tek sorumlusu oymuş gibi halen yatışmamış bir öfkeyle arkasından kin kustular.
Her iki cenah tarafından da, 20. yüzyıl tarihine damgasını basan SSCB'yi "tasfiye eden adam" olarak görülen Gorbaçov, gerçekte sosyalizmle ilgisi olmayan bürokratik bir diktatörlüğün lideriydi. Hem parçası olduğu hem de hizmet ettiği bürokratik sınıf, işçi sınıfının sömürüsü üzerinde yükselen bir egemenlik kurmuştu. Ne var ki bu egemenliğin ilanihaye sürmesi de mümkün değildi. SSCB eninde sonunda yıkılmak zorundaydı. Onun bu niteliklerini doğru kavramayanlar, SSCB'yi herşeye rağmen savunulması gereken olumlu bir faktör, ayakta tutulması gereken ve tutulabilecek bir güç olarak gördüler. Bu nedenle de onun yıkılışından esasen kişisel olarak Gorbaçov'u ve izlediği çizgiyi sorumlu tuttular. Gerçek bu kadar basit değildi kuşkusuz.
Elif Çağlı, Marksizmin Işığında adlı çok önemli ve özgün çalışmasında SSCB'nin sınıf doğasını, toplumsal dinamiklerini, onu bekleyen kaderi ayrıntılarıyla analiz etmişti. Mehmet Sinan da bu kitabın temel tezleri üzerinden SSCB'nin çöküş dönemini ve o dönemde yaşanan tartışmaları Bir Kitabın Anımsattıkları adlı ayrıntılı çalışmasında ele almıştı. Bu çalışma Gorbaçov'un gerçekte neyi temsil ettiğini ve tarihte nereye oturduğunu da Marksist bir çerçevede aydınlığa kavuşturuyor. Bu nedenle, söz konusu çalışmayı okurlarımızın ilgisine tekrar sunuyoruz.
Bir Kitabın Anımsattıkları
Elif Çağlı’nın Marksizmin Işığında adlı kitabı bu yılın başında Tarih Bilinci Yayınları tarafından yayınlandı. Sovyetler Birliği deneyimini ve sosyalizmin teorik sorunlarını irdeleyen bu kitap, aslında bundan tam on iki yıl önce, yani “reel sosyalizm” denen rejimlerin toptan çöküş sürecine girdiği bir dönemde (1990-91) kaleme alınmıştı.
Elif Çağlı, SSCB’de ve diğer bürokratik rejimlerde “sosyalizm” adına yaşanan süreci ve ortaya çıkan tarihsel tabloyu Marksist teorinin ışığı altında ele alıp irdeliyor ve bu bağlamda proletarya diktatörlüğü (işçi demokrasisi), geçiş dönemi, sosyalizm, komünizm gibi en temel konularda Stalinizmin yaptığı tahrifatı, ideolojik çarpıtmaları gözler önüne seriyor. Kitapta ele alınan konular ve yürütülen tartışmalar bizi on beş yıl öncesine götürüyor ve o dönemde SSCB ve Doğu Avrupa’da yaşanan fırtınalı olayları, Gorbaçov’un estirdiği değişim rüzgârlarını ve bu gelişmeler üzerine Türk solunda yapılan hummalı tartışmaları yeniden hatırlamamızı sağlıyor.
Stalinci “ulusal sosyalizm” anlayışının Türkiye sosyalist hareketinde ne denli güçlü bir etkiye sahip olduğu ve nasıl bir gelenek yarattığı, bu tartışma sürecinde çok çarpıcı bir biçimde ortaya çıkmıştı. Biz burada, Marksizmin Işığında’nın çağrıştırdıklarından hareketle, 1990’lardaki tartışmalara bir geri dönüş yapacağız ve Türk solunda bir hayli yaygın olan ulusalcı ve de devletçi “sosyalizm” anlayışının sınıfsal ve kültürel temelleri hakkında bazı notlar düşmeye çalışacağız. Bu çabamız tarihsel hafızanın tazelenmesine yardımcı olursa ne mutlu!
* * *
Bundan tam on beş yıl önce (1987 yılında), Sovyetler Birliği’nin yeni lideri Gorbaçov’un MK Plenumunda sunduğu ekonomik ve politik yeniden yapılanma (perestroyka) ve demokratikleşme (glasnost) programı, dünyada olduğu gibi Türkiye’de de ilgiyle karşılanmış ve yoğun tartışmalara neden olmuştu. Gorbaçov’un önce SBKP’nin 27. kongresinde ve daha sonra da MK toplantısında okuduğu rapor, Sovyetler Birliği ekonomisinin içinde bulunduğu durumu, devlet aygıtındaki siyasal yozlaşmayı, Sovyet toplumunda yaşanan sosyal ve psikolojik çöküntüyü vb. gözler önüne sermekteydi. Sistemin bunalımının dünya kamuoyu önünde böylesine açıkça sergilenmesi –üstelik de bir devlet başkanı tarafından– SSCB’nin tarihinde çok sık rastlanan bir manzara değildi kuşkusuz. Yapılan açıklamalardan anlaşılıyordu ki, “reel sosyalizm” denen rejimlerin en gelişmişi ve en güçlüsü olarak bilinen Sovyetler Birliği, daha ileriye gidemeyeceği bir noktaya gelip dayanmıştı.
SSCB’de yıllardan beri varlığını sürdüren, fakat iktidardaki bürokratik oligarşinin (resmi KP’nin) marifetiyle her defasında üstü örtülüp halktan gizlenen ve çözülemediği için de kartopu gibi büyümüş olan yapısal sorunlar, artık sistemi kökünden sarsmaya ve tehdit etmeye başlamıştı. Gorbaçov’un ekonomik, toplumsal ve siyasal yaşamdaki olumsuzluklara ilişkin yaptığı açıklamalar ve verdiği somut örnekler, SSCB’nin “gelişmiş sosyalist bir toplum” olduğuna ve hatta komünizmin eşiğinde bulunduğuna inananlar üzerinde kuşkusuz soğuk bir duş etkisi yapmıştı. Gorbaçov’un raporu, SSCB’nin içinde bulunduğu durumu “kriz öncesi durum” olarak değerlendiriyor ve eskiden beri süregelen resmi söylemlerin aksine, bu ülkede ekonomik ve toplumsal yaşamın hiç de parlak olmadığını itiraf ediyordu.
Yıllardan beri yapılagelen resmi propagandanın aksine, Sovyetler Birliği’nde üretici güçlerin gelişme düzeyi kapitalist ülkelerdekinin çok gerisinde kalmış, emek üretkenliği gerilemiş, ürünlerin kalitesi alabildiğine düşmüş, yatırımlar durmuş, 70’li yılların başından beri yapılan ekonomik planların çoğu gerçekleşmemiş, ulusal gelir son yirmi yılda yüzde elli gerilemiş ve nihayet, Sovyet toplumunda temel ihtiyaç maddelerinin kıtlığıyla yüz yüze gelinmişti.
Gorbaçov ayrıca Sovyet sisteminin siyasal ve toplumsal açıdan içinde bulunduğu durumu da şu veciz cümlelerle ifade ediyordu:
“Maddi refahı ve her türlü aşırı kazancı yaşamın amacı kabul eden kişiler, gençler arasında da arttı. ... Uyuşturucu salgını, cinayetlerin ve alkol düşkünlüğünün artması, toplumsal ahlâk değerlerinin düşüşünün bir göstergesidir. Göz boyama ve rüşvet, dalkavukluğu ödüllendirme ve övgü, yasalara karşı saygısız davranışlar toplumun ahlâksal yapısı üzerinde yıkıcı bir etki gösterdi. İnsanlarla onların çalışma ve yaşam koşulları, sosyal durumları hakkında gerçek kaygıların yerini sık sık topluca madalya, unvan ve ödül dağıtma gibi politik oyunlar aldı ... Güncel gerçeklerin dünyasıyla göstermelik refah dünyası gittikçe net bir şekilde birbirinden kopmaya başladı. ... Sovyet toplumunda ilkel zevkleri ve ruhsal kokuşmuşluğu empoze eden, klişeleşmiş burjuva kültürünün etkisi güçlendi. ... Kendilerine güvenilip yetki verilmiş, devletin ve yurttaşların çıkarlarını korumakla görevlendirilmiş, ancak yetkilerini kötüye kullanmış, eleştirileri susturmuş, yasadışı yollardan kazanç sağlamış, suçlara örgütleyici ya da ortak olarak katılmış yöneticilerin davranışları karşısında emekçilerin duyduğu haklı öfkeyi suskunlukla geçiştiremeyiz ... sosyalizmin çok önemli bir ilkesi olan emeğe göre dağıtım ilkesi bozuldu. Emeksiz kazançla kararlı bir şekilde mücadele edilmedi, asalaklık arttı.”[1]
Gorbaçov’un raporu sistemin çürümüşlüğünü, yozlaşmışlığını sergileyen daha bir dizi örnekle doluydu. Resmedilen bu manzara, hiç kuşku yok ki, gelişmiş sosyalist bir topluma değil, sömürünün ve rüşvetin kol gezdiği, çürüme ve yozlaşmanın her yanı sardığı sınıflı bir topluma benzemekteydi.
Gorbaçov’un eleştirileri gerçekten de o güne değin SSCB’de sistemin işleyişine yöneltilen içerden (resmi) eleştirilerin en çarpıcı olanıydı ve bu bir bakıma, rejimin derin bir krize sürüklendiğinin ikrarı anlamına geliyordu. Kısacası, SSCB tarihsel bir dönemeç noktasına gelmiş bulunuyordu.
İşte Gorbaçov’un köklü yapısal değişim programı olarak sunduğu ekonomik ve siyasal reformlar programı da böylesi bir dönemde gündeme geldi. Perestroyka ve glasnost, “sosyalizmin karşılaştığı tıkanıklıkları aşmak, gelişmeye ayak bağı olan eski düşünce ve kalıpları kırmak, her alanda atılımları gerçekleştirerek, çağdaş koşullarda sosyalizmi daha da ilerletmek” olarak sunuluyordu Gorbaçov tarafından.
Gorbaçov’un yeni ideolojik açılımları ve önerdiği yapısal değişim programı, dünya solunda olduğu gibi Türk solunda da yoğun tartışmalara neden olmuştu: Sovyetler Birliği nereye gidiyordu? Gorbi’nin estirdiği değişim rüzgârları “sosyalist” sistemin ve solun geleceğini acaba nasıl etkileyecekti? Dünyadaki politik dengeler nasıl gelişecek ve ne yönde değişecekti, vb.?
Tartışmalar kuşkusuz bu sorularla da sınırlı kalmadı. Gorbaçov’un raporunda ortaya dökülen gerçekler, Türkiye sosyalist hareketinde yıllardan beri hasıraltı edilen ve tartışılmasından köşe bucak kaçılan temel tarihsel bir sorunu da yeniden tartışma gündemine soktu: Başta SSCB olmak üzere, “reel sosyalizm” denen rejimlerin (Doğu Avrupa, Çin, Arnavutluk, Vietnam, Küba vb.) sosyo-ekonomik ve siyasal karakterinin Marksizmin ışığı altında esaslı bir biçimde sorgulanması! Kendini sosyalist ya da komünist olarak tanımlayan hiçbir kişi veya politik grup, sosyalizme dair tarihsel önemdeki bu sorunu tartışmaktan ve bu konuda kendi öz düşüncesini ortaya koymaktan artık kaçınamazdı. Türkiye sosyalist hareketinde yıllardan beri hakim olan “resmi sosyalizm” anlayışı (Stalinizm) ve onun yarattığı ideolojik-teorik sorunlar ilk kez bu denli radikal bir sorgulamaya tabi tutuluyordu. Bu belki de Türkiye sosyalist hareketinde yeni bir dönemin başlangıcı olacaktı.
* * *
1990 yılının başında, sosyalist harekette ideolojik düzeyde başlıca iki farklı eğilim ayırt ediliyordu:
Birinci eğilim, Türkiye sosyalist hareketinin büyük çoğunluğunu oluşturan ve bizim geleneksel (Stalinist) sol ya da “resmi sosyalizm” diye adlandırdığımız eğilimdi. Bu eğilim, politik olarak birbirleriyle kavgalı olsalar da, temelde aynı sosyalizm anlayışını (tek ülkede sosyalizm) savunagelen çeşitli Stalinci grupları (Sovyetçisinden Maocusuna, Enver Hocacısından Kastrocusuna kadar) kapsamaktaydı.
İkinci eğilim, “resmi sosyalizm” geleneğine ve bu geleneğin ürünü olan ulusal sosyalizm anlayışına tümüyle karşı çıkan, hatta bu anlayışın reddi anlamına gelen ve kendi çizgisini devrimci Marksizm olarak tanımlayan eğilimdi. Bu eğilim hem Troçkistler tarafından, hem de kendi politik geçmişleriyle (yani Stalinist gelenekle) esaslı bir biçimde hesaplaşarak devrimci Marksizme yönelen devrimci sosyalistler tarafından savunulmaktaydı. Devrimci Marksistler ne SSCB’nin, ne Çin Halk Cumhuriyeti’nin, ne de diğerlerinin sosyalizmle hiçbir ilgisinin bulunmadığını açıkça ortaya koyuyor ve bu ülkelerin sosyalist olarak tanımlanmasını reddediyorlardı.
Bir de bu iki eğilimin arasında bir yerlerde duran, bu rejimler için “bürokratik sosyalizm” tanımını getirmekle birlikte sosyalizm anlayışında aslında birinci eğilime daha yakın olan ortayolcu bir eğilim mevcuttu.
* * *
İşte yukarıda genel hatlarıyla sıraladığımız eğilimler nedeniyle, Gorbaçov’un estirdiği değişim rüzgârları sosyalist solda çok farklı yorumlar ve farklı tepkilerle karşılandı. O dönemde Gorbaçov’un perestroykasını ve “yeni” ideolojik açılımlarını ateşli bir biçimde destekleyenlerin başında elbette ki geleneksel solun “Sovyetçi” kanadı geliyordu. Sovyetler Birliği’ndeki rejimin gelişmiş ya da olgun bir sosyalizm olduğuna inanan ve öteden beri “reel sosyalizm”in ateşli savunuculuğunu yapmış olan bu çevrelere göre, “SSCB’de yaşanan son gelişmeler, sosyalizm açısından gayet açık ve anlaşılır bir şeydi”! Kendi bilgilerinin doğruluğundan ve bağlı oldukları ideolojik geleneğin (Stalinizmin) haklılığından hiç kuşku duymamış olan bu geleneksel solcularımız, “reel sosyalist” sistemdeki gelişmeleri en doğru olarak kendilerinin kavradığına inanmaktaydılar. Ve bu inançla onlar Gorbaçov reformlarını, “olgun sosyalizmin karşılaştığı sorunları çözecek ve Sovyet toplumunu komünizme ilerletecek devrimci reformlar” olarak alkışladılar. Ama öte yandan bu insanlar merak edip de şu soruları sormuyorlardı kendilerine: Bu nasıl “gelişmiş” ya da “olgun” bir sosyalizmdi ki, elli yıl geçmesine rağmen ekonomisi hâlâ kapitalizmin çok gerisindeydi ve ara da giderek açılmaktaydı? Bu nasıl bir sosyalizmdi ki, bu toplumda da tıpkı sınıflı toplumlarda olduğu gibi rüşvet, yolsuzluk, çürüme ve yozlaşmanın varlığından söz edilmekteydi? Nasıl oluyor da sosyalist bir toplumda emekçiler ihtiyaç maddeleri kıtlığıyla yüz yüze gelebiliyorlardı? Eğer bu düzen işçi sınıfının kendi öz düzeniyse ve sınıf olarak işçiler iktidardaysa, nasıl oluyor da işçiler kendi düzenlerine karşı, örneğin Romanya’da olduğu gibi ayaklanabiliyorlardı ?
Geleneksel solun mensupları bu soruları hiçbir zaman sormadılar kendilerine. Bu kez de onlar Gorbaçov’un yapısal değişim programının (perestroykanın) “sosyalizmi” daha da ilerleteceğine inanmışlardı! Bu inanç (!), onların SBKP’ye ve Sovyet bürokrasisine olan “sorgusuz sualsiz” bağlılıklarından kaynaklanıyordu şüphesiz. Bazıları Gorbaçov reformlarının “yeni bir devrim” olduğunu ilân ederken, bazıları da bunun sosyalizmin “ikinci kuruluş dönemi” olduğunu iddia edebiliyordu.
Öteden beri Türkiye’de geleneksel Sovyetçi çizginin resmi temsilcisi olarak bilinen TKP, perestroykayı destekleyenlerin en başında geliyordu. Ne var ki TKP’nin yanı sıra, TİP, TSİP, TKEP gibi partiler ve Toplumsal Kurtuluş, Gelenek, Çağdaş Yol gibi dergiler de Sovyet bürokrasisinin ve onun yeni şefi Gorbaçov’un “değişim” programının önde gelen savunucularındandılar o dönemde.
Gene o dönemde TKP ve TİP’in birleşmesiyle oluşan TBKP’nin programında da Gorbaçov’un yapısal değişim programı destekleniyor ve Sovyetler Birliği’ndeki yeni durum şöyle değerlendiriliyordu:
“Öte yandan sosyalizmin kuruluş koşullarının olumsuzluğu, emperyalizmin saldırı ve baltalamaları ve nesnel etkenlerin yanı sıra, öznel etkenler sonucunda sosyalist ülkeler de karmaşık sorunlarla yüz yüze gelmektedir. SBKP’nin yeni stratejisi (Gorbaçov’un reformları kastediliyor, M.S.) bu sorunları çözmeye ve sosyalizmin tarihsel üstünlüğünü geliştirmeye yönelik güçlü bir atılımın ifadesidir. Bu atılım yalnız sosyalist ülkeler için değil, halkların dünya çapındaki barış ve toplumsal ilerleme mücadelesi için de devrimci bir anlam taşımaktadır. ... Bu süreç uluslararası alanda da hem dünya barışı için gelişen etkinliklere güç katmakta, hem de sosyalizmin çekiciliğini arttırmaktadır ... Yeni toplum kapitalist dünyada çözümsüz olan önemli sorunları emekçilerden yana çözme yeteneğine sahip olduğunu kanıtlamıştır. İşsizliğe son verilmiş, herkese eşit haklar sağlanmış, emekçilerin yönetime katılmaları gerçekleştirilmiştir. Sosyalist ülkelerde yeni bir yaşam tarzı, yeni değerler oluşturulmaktadır.”[2]
Görüleceği gibi, resmi TKP’nin başındaki bürokratlar SSCB’de yaşanan gerçeklere Gorbaçov’un değindiği kadarıyla bile değinmekten kaçınıyorlardı. Çünkü SSCB’de rejimin akıbetinin ne olacağı henüz belli değildi; bürokrasi hâlâ iktidardaydı ve belki bu vartayı da atlatıp iktidarını sürdürebilecekti! O halde, erken konuşup yanlış bir şey söylemek ve SBKP nezdinde politik pozisyonlarını tehlikeye atmak hiç de hoş bir şey olmazdı TKP’nin üst düzey bürokratları için! Anlayacağınız, esen rüzgâra göre yön tayin etmede ve koku almada oldukça deney sahibiydi bürokrasi.
Nitekim Gorbaçov biraz daha açılıp saçılmaya ve Sovyetler Birliği’nde değişim rüzgârları daha bir hızlı esmeye başlayınca, bu değişime anında uyum sağlayanlar ve neredeyse bukalemunları bile kıskandıracak bir çabuklukla renk değiştirme hünerini gösterenler gene en başta TKP’nin bürokrat yöneticileri olacaktı. Daha önce söylediklerini anında unutuveren bu bürokratlar, şimdi eski dönemi eleştirip tukaka ediyor ve Gorbaçov’la birlikte yükselen “yeni değerler”e sarılıyorlardı. En başta da piyasa ekonomisinin “yaratıcılığına”, burjuva demokrasisinin “erdemlerine” ve barışçı olacağını iddia ettikleri “yeni dünya düzeni”ne övgüler düzmeye başlamışlardı. Eski günlerde kızıl gömlekleriyle arz-ı endam eden ve “komünistliği” kimselere bırakmayan bu bürokratların gözünde devrim ve sosyalizm şimdi modası geçmiş kavramlar oluvermişti birden. Onlar için Marksizm artık “aşılmış”, Leninizm ise “çağdışı” kalmıştı!
Türkiye’de Sovyet bürokrasisinin geleneksel çizgisini savunan, onun kurduğu bürokratik-totaliter rejim “sosyalizm” diye kutsayan yalnızca resmi TKP değildi elbette. Bu cenahta, tıpkı TKP bürokrasisinin yaptığı gibi “reel sosyalizm”in ideoloji memurluğunu yapan ve Gorbaçov’un programını “devrimci” bulup alkışlayan daha başkaları da vardı. Burada onlardan da birkaç satırla söz etmek, o dönemin tartışmalarına ilişkin hafızamızın tazelenmesi bakımından yararlı olacaktır. Aktaracağımız bu örnekler, bir dönem “reel sosyalizm”in ve Gorbaçov’un ateşli savunuculuğunu yapan ve daha sonra hayal kırıklığına uğrayan Stalinist solun halet-i ruhiyesini yansıtması bakımından gerçekten de ilginç örneklerdir.
O günlerin tartışma atmosferinde, Gorbaçov’un çizgisini ve Sovyetler Birliği’ndeki rejimin niteliğini bakın nasıl değerlendiriyordu “reel sosyalizm”in ortodoks savunucuları:
“Artık sosyalist sistem, hiç kimsenin cesaret edemeyeceği şiddetteki eleştirileri kendisine yöneltecek kadar güçlü ve güvenlidir. 1970 yıllarının sonlarından itibaren toplanan eleştiriler, Genel Sekreter Mihail Sergeyeviç Gorbaçov Yoldaş ile birlikte kristalleştirilerek büyük bir yüreklilikle ortaya konmaya başlanmıştır. Sosyalist sistemin böylesine büyük bir güven duygusuna ulaşmış olması ve sorunlarına cesaretle sahip çıkması dünyanın sosyalistleri için büyük bir sevinç kaynağı oluyor. ... Genel Sekreter Gorbaçov haklıdır. Sovyet toplumunda geçerli düzen, hâlâ 1930 yıllarında Genel Sekreter Stalin’in önderliğinde temeli atılan ve kurulan sistemdir. Büyük özverilerle ve yaratıcı tartışmalarla geliştirilmiş olan bu yapı çok büyük başarılara kaynaklık etmiştir. Fakat bugün bu tarihsel yapıda paslanmalar teşhis ediliyor ve bu yapı olgun sosyalizmin iç dinamizmine dar gelmeye başlıyor. Bir yeni kuruluş için ihtiyaç var. Perestroykayı ikinci kuruluş anlamında son derece doğru bir değerlendirme ve açılım olarak görüyorum.”[3]
Görüleceği üzere, bu ünlü “reel sosyalizm profesörü”müz de o günlerde Gorbaçov’a büyük bir güven ve hayranlık beslemekte ve onun yapısal değişim programını “ikinci devrim” olarak alkışlamaktaydı. Stalin’in kurduğu rejimin sağlam ayaklar üzerine oturduğunu ve asla sarsılmayacağını düşünen Küçük, Sovyetler Birliği’nde sorunlar çıktığında çözümlerin de otomatik olarak bulunacağını ciddi ciddi iddia edebiliyordu o günlerde.
Ama ne ilginçtir ki, onun “reel sosyalizm” hakkındaki bu övücü sözleri, tam da SSCB ve Doğu Avrupa’da rejim bunalımının patlak verdiği ve devlet aygıtını elinde tutan “komünist (!)” bürokrasinin bin bir türlü rezilliğinin ortaya döküldüğü, hatta Gorbaçov’un bile bu gerçeği itiraf etmek zorunda kaldığı bir dönemde sarf ediliyordu. Kraldan fazla kralcı olan küçük-burjuvalarımızın mantalitesi bir tuhaf çalışıyordu besbelli!
Oysa aynı yıllarda (1987-91) Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’daki gelişmeleri değerlendiren devrimci Marksistler, Gorbaçov refomlarıyla başlayan sürecin, kapitalist restorasyona yol açıcı nitelikte olduğuna dikkat çekiyorlardı. Çünkü Sovyet bürokrasinin iktidar bloğundaki çatlama ve açığa çıkan iç çatışmalar, bürokrasinin içinde giderek kapitalizm yanlısı eğilimlerin güçlenmekte olduğunu açıkça gösteriyordu. Olayları ve olguları duygusallıkla değil bilimsel serinkanlılıkla değerlendiren devrimci Marksistler, Gorbaçov’un başlattığı yeniden yapılanmanın, bürokratik rejimin çözülüşünü daha da hızlandıracağını ve sonunda kapitalizm yönünde ilerleyecek yeni bir süreci başlatacağını ısrarla vurguluyorlardı. Ama devrimci Marksistlerin bu doğru tespitlerine karşılık, Sovyet bürokrasisini ve Gorbaçov’u savunan “reel” sosyalistlerimizin verdikleri yanıt şu oldu:
“Gorbaçov’un Sovyetler Birliği’ni kapitalist restorasyona götürdüğü savı, CIA kaynaklıdır. Gorbaçov bir restoratör değildir. Glasnost ve perestroyka çizgisinin, 1968 Baharı ya da Dubçek reformları ile bir ilgisi bulunmamaktadır. Gorbaçov reformlarının hedefi, sosyalizmi daha da ileriye götürmektir.”[4]
Böylesine önemli bir tarihsel konjonktürde, burjuvazinin anti-komünist propagandalarına ve Stalinist solun yukarıda örneklerini gördüğümüz tarihsel körlüğüne karşı, Sovyetler Birliği’nde ve Doğu Avrupa’da yaşanan süreci doğru kavramak ve doğru anlatabilmek ve bu temelde Marksizmin ideolojik mevzilerini savunabilmek en önemli ve en öncelikli görev haline gelmişti. Çünkü bir yanda burjuvazinin anti-komünist propaganda mekanizması işliyor, öbür yanda solun büyük bir çoğunluğunun bürokratik rejimler hakkındaki tarihsel yanılgısı hâlâ devam ediyordu. Hem Gorbaçov’un reformlarını, hem de iktidardaki Stalinist bürokratik oligarşileri “sosyalizm” adına alkışlamaya devam edenlerin sayısı hiç de az değildi o dönemde. O nedenle devrimci Marksistler, Sovyetler Birliği’nde ve diğer tüm benzerlerinde varolan rejimlerin sosyalizmle hiçbir ilgilerinin bulunmadığını ve Gorbaçov’un başlattığı reformların da Sovyet toplumunu komünizm yönünde değil, tam tersine kapitalizm yönünde dönüşüme uğratacağını tekrar tekrar vurgulamak zorundaydılar.
Öte yandan tam bir oportünist tutum içinde olan Gorbaçov’un sosyalizm ve demokrasi hakkında söyledikleri ve bürokrasiye yönelttiği “eleştiriler” de soldaki yanılgılı bekleyişi ve kafa karışıklığını daha da arttırıyordu. Stalinizm okulunda yetişmiş bürokrasinin bu yeni şefi de, Stalin döneminde kurulan ve altmış yıldan beri Sovyet işçilerinin tepesine çöreklenmiş olan asalak bürokratik-despotik rejimi, tıpkı kendisinden önceki liderlerin yaptığı gibi, “eşitlikçi, sınıfsız bir toplum, gelişmiş bir sosyalizm” olarak sunmaktaydı kamuoyuna. Ekim Devriminin yetmişinci yıl dönümü raporunda şöyle diyordu Gorbaçov:
“Lenin’den sonraki yirmilerin ve otuzların bir mizanını çıkarırsak, çelişki ve karmaşıklıklarla dolu zor bir yolu, ama aynı zamanda büyük ve destansı bir yolu aştığımızı söyleyebiliriz. ... Joseph Stalin tarafından başı çekilen yönetici çekirdek Leninizmi ideolojik bir mücadelede korudu. ...sosyalist kuruluşun ilk aşamalarında strateji ve taktikleri belirleyenler bu çekirdek içindekiler oldu.”[5]
Gorbaçov’un Stalinizme bağlılığını dile getiren bu açıklamalarının, o dönemde bizim geleneksel solcularımızı da çok sevindirdiğine hiç kuşku yok. Kafalarının içi “devletçi sosyalizm” anlayışıyla kuşatılmış olan geleneksel solcularımız, Gorbaçov’un Stalinizme bağlılığını, sosyalizme bağlılığının bir karinesi olarak değerlendirmekteydiler herhalde. Hele onun Stalin’in jargonuyla konuşup, Troçki’ye ve sol muhalefete saldırması ve “tek ülkede sosyalizm” öğretisini övüp yüceltmesi de o dönemde büyük bir keyif vermiş olsa gerek “reel” sosyalistlerimize! Ve böylece onların Gorbaçov’a tam desteği 1986’dan 1991’e kadar hararetli bir biçimde sürdü. Bu dönemde yaptıkları tek şey tarihi gerçekleri çarpıtmaya devam etmek ve doğruları dile getiren Troçki’ye, devrimci Marksistlere saldırıyı sürdürmek oldu.
Sonun Başlangıcı
1989 yılına girildiğinde Sovyetler Birliği henüz ayaktaydı ve Gorbaçov’un popülaritesi de devam ediyordu. Ama 1989’un sonuna gelindiğinde işler birden çatallaştı. Gorbaçov’un estirdiği değişim rüzgârları Doğu Avrupa’da fırtınaya dönüşmüş ve bir bütün olarak bürokratik rejimler sallanmaya başlamıştı. 1989 yılının Aralık ayında ani bir şekilde patlak veren ve hızla gelişerek Çavuşesku’yu iktidardan alaşağı eden Romanya’daki ayaklanmanın ardından, bu kez tüm gözler Sovyetler Birliği’ne ve Doğu Avrupa’ya çevrilmişti. Acaba şimdi olaylar nasıl gelişecek ve neyle sonuçlanacaktı?
1990 yılına girildiğinde, Romanya’dakine benzer olaylar Varşova paktına dahil diğer ülkelere de sıçradı. Polonya, Doğu Almanya, Macaristan, Çekoslovakya ve Bulgaristan’da resmi KP’lerin toplum üzerindeki bürokratik-totaliter iktidarlarına karşı, yer yer isyana varan kitle gösterileri başladı. Kitleler değişim istiyordu. Olayların gelişimi, bu toplumlarda artık hiçbir şeyin eskisi gibi devam edemeyeceğini ve sancılı bir değişim sürecinin başladığını göstermekteydi.
Yıllardan beri kendilerini “gelişmiş sosyalizm”, “olgun sosyalizm” vb. olarak lanse eden SSCB ve Varşova Paktı ülkelerinin ekonomik ve toplumsal temelleri hızlı bir çözülüş sürecine girmişti. Böylesi bir durumu hiç beklemeyen ve “reel sosyalizm” denen bu garabet rejimlerin gerçek doğası hakkında derin bir yanılsama içinde olan Türkiye’deki geleneksel solda tam bir şaşkınlık hakimdi. Stalinist solun bu şaşkınlığını daha da arttıran, sosyalist olduğuna inandıkları rejimlerin herhangi bir kapitalist dış müdahaleye maruz kalmaksızın, bizzat içerden, iktidardaki “komünist (!)” bürokrasinin marifetiyle çökertiliyor oluşuydu.
Öteden beri resmi “sosyalist” ideolojinin gözlükleriyle dünyaya bakan ve bu nedenle de yaşananları kavramakta zorlanan geleneksel solcularımız, gözlerinin önünde cereyan eden olayların tarihsel nedenlerini anlamaya çalışmak yerine, yozluğu ve çürümüşlüğü çoktan ortaya dökülen bu bürokratik-despotik rejimlerin içine düştükleri acınası duruma hâlâ özür aramakla meşguldüler! Stalinist solun kendi içindeki tartışmaları, kazan kazana dibin kara, seninki benden kara mantığıyla yürüyordu hâlâ. Kimisi Çin’in, kimisi Küba’nın, kimisi de Arnavutluk’un daha tutarlı sosyalizm olduğunu ve olayların da kendilerini haklı çıkardığını ciddi ciddi savunabiliyordu! Ne var ki, olaylar yıldırım hızıyla gelişecek ve Stalinist solun bu türden mesnetsiz atıp tutmalarını çok kısa zamanda ıskartaya çıkartacaktı.
1990-91 yılları, Sovyetler Birliği de dahil olmak üzere despotik-bürokratik rejimlerin domino taşları gibi art arda çöktüğü yıllar oldu. Sosyalizme dair düşünce dünyaları ve teorik kavrayışları öteden beri Stalinizmle sınırlanmış olan geleneksel sollar, bu rejimlerin çöküşünü tam da kendilerinden bekleneceği üzere “sosyalizmin büyük çöküşü” olarak algılayacak ve tabii bu sonucu hiç beklemedikleri için de ideolojik, politik ve örgütsel olarak derin bir kaosun içine sürüklenivereceklerdi.
Geleneksel solcular çöküşten sonraki süreçte de asıl yapılması gereken işi yapmaktan ısrarla kaçındılar. Onlar bu rejimlerin gerçek doğasını sorgulamayı bir yana bırakarak, bu kez de çöküş sürecinde kimin ya da kimlerin suçlu olduğunu, ya da hainlerin kimler olduğunu aramaya koyuldular. Ve tabii çok geçmeden de aradıklarını hemen buluverdiler! Meğer hainler, daha düne kadar kendilerinin de alkışladığı o anlı şanlı “komünist” liderler değil miymiş! Gorbaçov, Yeltsin, Jivkov, Ramiz Aliya vb., bizim “reel” sosyalistlerimizin gözünde hain oluvermişlerdi birden!
Bu topraklarda küçük-burjuva okumuşların oldukça yerleşik, yapısal bir özelliği olan düşünce tembelliği (bu Asyatik kültürel temel), bu tarihsel olayın değerlendirilişinde de bir kez daha boy gösteriyordu. Olayların derinine inerek, kendi düşünce ve analizlerinin, ulaştıkları sonucun doğru olup olmadığını bilimsel verilerle test etmek yerine, kestirmeci, ön yargılı ve yüzeysel yaklaşımlar daha kolayına geliyordu bizim küçük-burjuva çeyrek aydınımızın! Hep aynı refleks egemendi ruhsal davranışlarına: Bir zamanlar aşkla bağlandıkları ve göklere çıkardıkları değerleri ya da kişileri, bir yenilgi yaşandığında derhal yerin dibine batırmak ve bütün suçu onların sırtına yıkarak kendi ruhlarını rahatlatmak!
Gorbaçov iş başındayken ona övgüler düzen, perestroykayı “ikinci devrim”, “sosyalizmin ikinci kuruluş dönemi” vb. diye selamlayanlar, çöküşten hemen sonra keskin bir U-dönüşü yapıyor ve hiçbir özeleştiriye gerek duymaksızın şöyle konuşabiliyorlardı:
“Artık Gorbaçov’un 16. Lui’den hiçbir farkı olmadığı ortaya çıktı. Gorbaçov, kendi düzenini yıktı ve kellesini kurtardı. Yirminci yüzyılın en büyük hainidir.”[6]
Dikkat edilirse burada “ihanet” gene bir kişinin sırtına yıkılıveriyor (Gorbaçov hain ilân ediliyor), ama bir sınıf olarak Sovyet bürokrasisine ve onun işçi sınıfı üzerinde uyguladığı kahrolası totaliter düzene tek bir laf dahi edilmiyordu. Çünkü bu baylara göre, SSCB’de hiçbir zaman bürokrasi diye egemen yönetici bir güç olmamıştı!
“Sovyet sisteminin bir bürokrasinin yönetimine geçtiği ve bu nedenle çözüldüğü çözümlemesi, ancak bir çıkmaz sokak kadar yol açıcıdır ve hiçbir kapıya uymayan bir anahtar niteliğini taşıyor. Devrim yoluyla kurulmuş, donatılmış bir işçi sınıfı iktidarının, bir garip bürokrasi eliyle ortadan kalkabileceğini söylemek, materyalizmden hiçbir ders almamak anlamına geliyor. ... Bürokrasiye böylesine stratejik bir rol vermek, Amerikan sosyolojisini benimsemektir.”[7]
Aslında bürokrasi sorunu, bütün ortodoks Stalinistlerin dayandıkları ideolojinin yumuşak karnıydı. Eğer Sovyetler Birliği’nde ve benzerlerinde egemen yönetici gücün işçi sınıfı değil de bürokrasi olduğunu ve iplerin bürokrasinin elinde bulunduğunu bir kez itiraf edecek olsalardı, o zaman Stalin’in kurduğu rejimin Marksizmin tanımladığı anlamda sosyalist bir toplumla da proletarya diktatörlüğüyle de hiçbir ilgisinin bulunmadığını itiraf etmek zorunda kalacaklardı. Bunun farkında olan Stalinistlerimiz, Sovyet bürokrasisinin konumu söz konusu olduğunda dehşetli sıkıntıya düşüyor ve bu sorundan kaçmanın yolunu, koskoca bir tarihsel gerçekliği (bürokrasiyi) yok saymakta buluyorlardı:
“Bürokrasi bir sınıf değildir. Ancak bürokrat bir tipolojidir. Sovyet sisteminde bürokrasi hiçbir zaman egemen olmadı. … Sovyet sistemini bürokratlar yönetmedi. Ancak Sovyet sosyalizmi yeni insan olarak bürokrat tipleri yarattı. ... Bunların en gelişmişini, Mihail Gorbaçov’u hem genel sekreter ve hem de devlet başkanı yaptığı zaman bitti.”[8]
Oysa aynı yazarlar iki yıl önce, gene aynı derginin sayfalarında Gorbaçov’u göklere çıkartıyor ve onun reformlarını “ikinci devrim” olarak alkışlıyorlardı. Bu durum, daha önce de değindiğimiz gibi, aslında gerçeklerden köşe bucak kaçan küçük-burjuvanın sağlıksız ruh halini yansıtmaktaydı. Çöküşten sonra geleneksel solcularımız işi öyle bir noktaya vardırmışlardı ki, SSCB’de oluşmaya başlayan büyük kapitalistlerin, eski yönetici bürokrasiden ya da bürokrat kökenliler arasından değil de, “tamirci, berber, şoför, garson vb.” gibi küçük-burjuvalar arasından çıktığını iddia edecek kadar gülünçleşmişlerdi:
“Bugün eski Sovyet düzeninde ortaya çıkan yeni kapitalistler ... bürokrasiden değil, Toplumsal Kurtuluş’ta çok doğru biçimde yazıldığı gibi her türlü küçük-burjuva arasından çıkıyor. Sovyet düzeninin taksi şoförleri, tamircileri, berberleri, şimdi büyük kapitalistler sınıfını yaratmaya aday görünüyorlar.”[9]
Bu Stalinci kafa, hâlâ “komünist” olarak gördüğü o eski bürokrasiyi aklamak için ne kadar demagojiye başvursa da güneş balçıkla sıvanamıyordu. Her şey apaçık ortadaydı. Sovyetler Birliği’nin yeni kapitalistleri, şoförler, berberler, garsonlar vb. arasından değil, gayri meşru yollardan ve ikinci ekonomi denen yeraltı piyasasından müthiş servet biriktirmiş o eski MK, Politbüro, KGB üyeleri ve diğer üst düzey bürokrasi arasından sivrilmekteydi. “Kızıl” gömleklerini fırlatıp atan bu eski bürokratlar, çok geçmeden yeni burjuva sınıfını oluşturacaklardı.
Öte yandan, “reel sosyalizmi kim çökertti” sorusuna yanıt arayan geleneksel Stalinist solcular arasında, “hain” bulma konusunda aşka gelip daha da ileri gidenler vardı. Örneğin bunlardan bazıları, çöküşün asıl sorumlusunun bürokrasi değil “işçi sınıfı” olduğunu keşfetmişler (!) ve işçi sınıfını “sosyalizm düşmanı” ilân edivermişlerdi bir çırpıda! Şöyle diyordu bu Stalinizm müminleri:
“… kurulmuş bir sosyalizmin yıkılışını bürokratik değişkenle açıklamak işçi sınıfının rolünü sıfırlamak anlamına geliyor. ... Polonya işçi sınıfı, kütlesel olarak ve inatla bir sosyalizm düşmanlığı ortaya koymuştur. ... Rusya işçi sınıfı, kazanımlarını saklı tutabilmek için homurdandı ancak sosyalizmin kökü kazınırken, sosyalizm için savaşmamayı tercih etti. ... dünyada ilk sosyalist ülkede, sosyalizm içinde doğmuş ve büyümüş bir işçi sınıfı, sosyalizmin kökü kazınırken ve kapitalizm yeniden kurulurken, savaşmayabilmiştir; durum ve sorun burada yatıyor. ... Bu yepyeni bir durumdur. ... Çözümlemenin merkezine bürokrasiyi koymak, böylesine tarihsel bir transformasyonu bürokratikleşme ile açıklamak, işçi sınıfı dalkavukluğu ... demektir.”[10]
Bu savı öne sürenlere göre, çöküşün sorumlusu bürokrasi olamazdı, çünkü Sovyet sistemini bürokrasi yönetmiyordu. Peki ya kim yönetiyordu? Elbette ki işçi sınıfı! O halde asıl suçlu, sosyalizmi savunmadığı ve rejimin çöküşüne seyirci kaldığı için işçi sınıfı olmalıydı! Ne var ki, işçi sınıfını suçlu ilân eden bu “zeki” baylar, sistem çökerken işçilerin niçin seyirci kaldığını açıklamıyor ya da açıklayamıyorlardı. İnsan gerçekten merak ediyordu; mademki bu rejimler işçilerin özbeöz kendi düzenleriydi ve de tüm iktidar işçilerin ellerindeydi; o halde işçiler kendi iktidarları ellerinden kayıp giderken, onlara ait olan zenginlikler başkalarına devredilirken ve tüm kazanımları yok edilirken, yani kısacası kendi sosyal düzenleri yıkılırken niçin tepkisiz kalmışlardı gerçekten? Eğer gerçek durum bu olsaydı, işçilerin aklını yitirmiş olduğuna inanmamız gerekecekti!
Ama gerçek durum bu muydu acaba? Kimilerinin iddia ettiği gibi, işçi sınıfı gerçekten sosyalizme mi yoksa başka bir düzene mi düşmanlık etmişti? Diğer bir deyişle, Sovyetler Birliği’ndeki düzen gerçekten işçi sınıfının özbeöz kendi düzeni miydi, yoksa başkalarının çıkarına işleyen bir düzen mi? İşte asıl sorgulanması gereken, ama Stalinistlerin yanıtını vermekten köşe bucak kaçtıkları soru buydu.
Stalinist solun SSCB’de ve diğer bürokratik rejimlerde yaşayan işçi sınıfını suçlayıcı tarzda öne sürdüğü zırva iddiaların hiçbir gerçekliği ve geçerliliği yoktu kuşkusuz. Sovyet bürokrasisini değil de, işçi sınıfını suçlayıcı bu iddiaları hiç sıkılmadan ve yüzleri kızarmadan öne sürenlerin asıl derdinin, yıkılan bu soysuz, kokuşmuş bürokratik diktatörlükleri hâlâ “sosyalizm” gibi göstererek, Stalinizmin savunusunu yapmak olduğu apaçık ortadaydı. Gerçek şu ki, gerek Sovyet işçi sınıfı, gerekse diğer bürokratik rejimlerdeki işçiler, içinde yaşadıkları düzenin yıllardan beri kendi yararlarına işlemediğini, mevcut iktidarların kendi iktidarları olmadığını, siyasal ve toplumsal yaşamda kendilerinin söz ve karar sahibi olmadıklarını, üretimin planlanması ve yönetiminin kendilerine ait olmadığını, yaratılan ürünlerin ve zenginliğin bölüşümünün sosyalistçe olmayıp, bürokrasinin çıkarlarına göre planlandığını çok iyi bilmekteydiler. Bu durum elbette ki işçi sınıfının düzene tamamen yabancılaşması sonucunu getirmişti. Bu yabancılaşma kuşaktan kuşağa geçerek ve bilinen toplumsal psikolojiyi oluşturarak günümüze kadar gelmişti. İşte işçiler yıllardan beri kendilerini aldatan, istismar eden ve kendilerine yabancı olan bu bürokratik-despotik düzene ve o düzenin yarattığı yeni efendilere (bürokratik oligarşiye) düşmandılar, yoksa sosyalizme değil. Nitekim öyle olduğu için de, bu rejimler çökerken işçiler rejimi savunmak için en ufak bir çaba göstermemiş, hatta pasif bir biçimde bu çöküşü desteklemişlerdi. Bu tarihsel realite, bugün artık bakar kör olmayan her insanın kabul edeceği bir olgudur.
İşin ilginç yanı, yıllardan beri bu bürokratik-despotik rejimlerin “sosyalizm” ya da “komünizm” olduğu yolunda ısrarcı olan ve bunun propagandasını yapan bir Stalinizm bir de burjuvazi kalmıştı. Karşıtların bu fikir birliği, kuşkusuz ki tarihin bir ironisi olarak geçecektir tarihe!
İnsan o dönemdeki Stalinist yayınları tekrar okuyunca, “reel sosyalizm” denen garabetin ve onun yarattığı ideolojinin, aslında küçük-burjuvazinin sınıfsal konumuna ve sosyal psikolojisine nasıl da denk düştüğünü daha iyi anlıyor. Bu ideoloji, bir yandan kendisine tepeden bakan burjuvaziye öfke duyan, ama öte yandan işçi sınıfı karşısındaki ayrıcalıklı sosyal statüsünün de ortadan kalkmasını asla istemeyen okumuş küçük-burjuvazinin ideolojisidir. Bu sınıfın mantalitesi, hem devrimde hem de sosyalizm kuruculuğunda işçi sınıfını özne olarak değil, güdülecek bir nesne olarak görmeye pek yatkındır; o nedenle de işçi sınıfının yerine kendilerinin iktidarını ikame etmeye ve kurtarıcı pozlarına bürünmeye pek teşnedirler. İşçi sınıfı adına her şeyi kendilerinin yapması ve kendilerinin yönetmesi gerektiğine inandırmışlardır kendilerini ve bunu doğal bir hak olarak görmektedirler. Nitekim, yıllardan beri mevki ve makamlarını ve bunlara bağlı ayrıcalıklarını her şeyin üstünde tutan ve kendine özgü bir rejim yaratmış olan Sovyet bürokrasisinin ve benzerlerinin ilk orijinleri de işte bu sosyal temelden türemişti.
Sovyet Bürokrasisinin Karakteri
Gorbaçov’un “değişim rüzgârları” estirdiği yıllarda, devrimci Marksistler Sovyetler Birliği’ndeki rejimin karakteri ve Gorbaçov’un yeniden yapılanma programı hakkında, Stalinistlerle taban tabana zıt bir değerlendirme yapmaktaydılar. Stalinistlerin iddiasının aksine, devrimci Marksistler Sovyetler Birliği’ni gelişmiş bir sosyalist toplum olarak değil, işçi sınıfı üzerinde baskının, sömürünün, istismarın, rüşvetin kol gezdiği, çürüme ve yozlaşmanın yaşandığı sınıflı bir toplum olarak değerlendirmekteydiler. Dikkatli bir göz, daha doğrusu görmek isteyen bir kimse, Gorbaçov’un açıklamalarından da Sovyet toplumunun iki ayrı sosyal kümeye bölünmüş olduğunu hemen fark edebilirdi: Bir yanda devletin, üretimin ve toplumsal yaşamın tüm yönetimini tekeline almış ve bu dolayımla toplum üzerinde egemenlik kurmuş bir yöneticiler oligarşisi; diğer yanda ise, endüstri ve tarım işçileri, bilim, sanat, kültür, hizmet vb. emekçileri, yani toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan üreticiler kitlesi vardı. Böyle bir toplumda devleti yönetenin alttakiler, yani işçiler ve emekçiler olmadığı kesindi. İşçilerin, emekçilerin kaderi, onların üstünde egemenlik kurmuş olan bir yönetici elitin (bürokratik oligarşinin) ellerindeydi. Bu hem Sovyetler Birliği’ndeki hem de diğer bürokratik rejimlerdeki durumun bir özetiydi aslında.
Sovyetler Birliği’nde bürokratik-totaliter sistemin tarihsel olarak bir çözülüş sürecine girmiş olması, sosyalizm konusunda doğru bir kavrayışa ve sağlam bir tarih bilincine sahip olan devrimci Marksistler açısından hiç de şaşırtıcı olmamıştı. İşte Elif Çağlı’nın Marksizmin Işığında adlı kitabında, Sovyet bürokrasisinin kaçınılmaz sonuna nasıl yaklaştığı ve bu rejimlerin neden kalıcı olamayacakları bilimsel temelleriyle açıklanmaktadır.
Elif Çağlı daha o yıllarda yaptığı çözümlemelerde, Sovyet bürokrasisinin ve benzerlerinin sınıf karakterini ortaya koyuyor ve Stalinist solcuların bu bürokrasiyi “komünist” olarak nitelendirmesinin ne kadar gülünç ve anti-Marksist bir değerlendirme olduğunu gözler önüne seriyor. Ama öte yandan, Sovyet bürokrasisinin egemen bir sınıf oluşturduğunu görmezden gelen ve onu hâlâ işçi sınıfının bir parçası (işçi sınıfı içinde bir tabaka) olarak mütalaa eden kimi Troçkist yazarların (örneğin Mandel gibi) yanlış ve klişeleşmiş değerlendirmelerini de sözünü sakınmaksızın eleştiriyor.
Çağlı’ya göre, Sovyet bürokrasisi yıllardan beri iktidarda tekel kurmuş, devleti adeta mülk edinmiş, toplumdan bağımsızlaşarak toplumun tepesine çöreklenmiş örgütlü, kolektif bir egemen gücü temsil etmekteydi. Stalin’in iktidarıyla birlikte, yönetici bürokrasi Sovyet toplumda tek örgütlü güç haline gelmişti. Toplumun asıl üretken gücünü oluşturan işçi sınıfı ise, yıllar önce bu bürokrasinin marifetiyle iktidardan uzaklaştırılmış ve siyasal alandan tasfiye edilmişti. Bu karşı-devrimci eylemini 1930’larda zaferle taçlandıran Sovyet bürokrasisi, başlangıçta yalnızca toplumsal işlevine dayanarak elde ettiği yetkileri ve bu yetkiye dayanarak elinde tuttuğu iktidar organlarını bütünüyle kendi öz çıkarları doğrultusunda dönüştürerek, kendisini süreç içinde “kolektif yönetici” egemen bir sınıf katına yükseltmeyi başarmıştı. Aslında Sovyet bürokrasisinin de, benzerlerinin de tarihsel gerçekliğinin özeti buydu.
Elif Çağlı, SSCB’nin sosyo-ekonomik yapısının hem kapitalizme hem de sosyalizme göre özgünlüğünü ve Sovyet bürokrasisinin bağımsız bir sınıf olma özelliğini, Sovyetler Birliği’nde yaşanan bürokratik karşı-devrim süreci eşliğinde açıklamaktadır. Stalinist bürokrasinin 1928’lerden itibaren iktidarın tüm iplerini eline geçirmesinden ve bürokratik-totaliter bir devlet aygıtı oluşturmasından sonra, artık SSCB’de yeni bir süreç başlamıştı. Bu süreç tarihsel olarak da, niteliksel olarak da Ekim Devriminin bir devamı değil, tersine onun tasfiyesiydi. Proletaryanın iktidar organlarından uzaklaştırıldığı, işçi sovyetleri devletinin adım adım tasfiye edildiği ve yerine despotik-bürokratik bir devlet aygıtının geçirildiği karşı-devrimci bir süreçti bu.
İşte Sovyetler Birliği’nde kendine özgü üretim ilişkileri sistemini (ne kapitalist ne de sosyalist olan) yerleştiren de bu despotik devletin ta kendisiydi. SSCB’de ekonomik ve toplumsal yaşamın yukarıdan aşağıya, bürokratik-despotik devletin emir ve kumandası altında yapılandırılması sonucunda ortaya çıkan üretim ilişkileri ve bu ilişkiler üzerinde yükselen siyasal, hukuki, entelektüel vb. yapı, elbette ki kapitalist-burjuva toplumla özdeşleştirilemezdi. Ama bu bürokratik sistemin, Marx’ın tanımladığı anlamda sosyalizmle de hiçbir benzerliğinin olmadığı çok açıktı.
SSCB’de ortaya çıkan bu özgün sosyo-ekonomik formasyonun oluşumunu ve Sovyet bürokrasisinin sınıf karakterini, Marx’ın “Asyatik üretim tarzı ve Doğu despotizmi” hakkındaki tezlerine başvurarak açıklıyor Çağlı.
Marx, kapitalizm öncesi üretim ilişkileri ve mülkiyet biçimlerinin tarihsel evrimi üzerinde yaptığı çalışmada (1853-1859), eski Asyatik toplumlarda mülkiyet biçimleri ve üretim ilişkilerinin, Batının antik-köleci ve feodal toplumlarından farklı olduğunu keşfetmişti. Aynı zamanda, bu Asyatik üretim ilişkileri üzerinde yükselen devlet oluşumları da Batıdakinden farklıydı. Marx’ın materyalist tarih tezi niteliğindeki bu tespitleri, hem Grundrisse’de hem de Kapital’de yer aldı.
Marx’ın bu tezleri incelendiğinde görülmektedir ki, toplumların barbarlıktan uygarlığa geçişi sürecinde, tarihte iki farklı uygarlık çizgisine (dolayısıyla iki ayrı “sömürülü-sınıflı” toplum tipine) tanık olunmuştur. Birincisi esas olarak devlet mülkiyeti temelinde gelişen Asyatik sömürülü-sınıflı toplumlar (Doğu uygarlık çizgisi), ikincisi ise özel mülkiyet temelinde evrimleşen sömürülü-sınıflı toplumlardır (Batı uygarlık çizgisi).
Marx’ın eski Asyatik toplumlara ilişkin yaptığı incelemeler, sonuçta onu şu kanaate vardırmıştı: Toprak üzerinde kolektif topluluk mülkiyetine dayanan ve kendi kendine yeterli olan eski Asyatik topluluklar (Asyalı tarım komünleri) daima bir “üst birlik” ya da despot tarafından temsil edilmekteydiler. Başlangıçta bu üst birlik, toplumsal işlevler yüklenerek ortaya çıkar. Örneğin, toplulukların ortak yararı için bayındırlık işlerini düzenlemek, üretimi örgütlemek, savunma ve fetih gibi toplumsal işlevler. Doğrudan üretimden kopmuş olan bu üst birlik ya da üst topluluk üyeleri, doğrudan üreticilerin (tarım komünlerinin) artı-ürünüyle geçinirler. Fakat zamanla bu üst topluluk, giderek despotik bir devlete dönüşür ve bu topluluğun üyeleri de, kolektif sömürücü bir egemen sınıfı (alttaki tarım topluluklarının gözünde kutsallık katına yükselmiş yönetici devletlû sınıf) oluştururlardı. Bütün eski Doğu toplumlarının evrim çizgisiydi bu. Daha önce tarım komünlerinin, yani doğrudan üreticilerin ortaklaşa mülkiyetinde olan topraklar, üst birliğin (despotik devletin) oluşumundan sonra bütünüyle üst birliğin mülkiyetine geçiyor ve bu üst birlik de bir despotun şahsında cisimleşiyordu.
Evrimlerini Doğu tipi uygarlık çizgisinde sürdüren ve Doğu despotizmini simgeleyen bu toplumların pek çok örneğine rastlanmıştır tarihte. Örneğin eski Mısır, Hint, Çin, Asur, Pers gibi arkaik dönem uygarlıkları ile, daha geç dönemdeki Moğol, Rus, Selçuklu, Osmanlı gibi toplumlar bu kategorideydiler.
Marx’ın Doğu despotizmi diye tanımladığı bu sistem, tarihin tanıklık ettiği en eski sömürücü sınıf egemenliği sistemiydi. Kölecilik, feodalizm, kapitalizm gibi Batı uygarlığı çizgisini temsil eden toplumlar ise, tarih sahnesine daha geç girmiş ve toprakta bireysel ya da ailesel özel mülkiyet temelinde gelişmiş sömürücü sınıf egemenliği sistemleriydi. Batılı sınıflı toplumlarda egemen sınıfların iktidarı, üretim araçları (en başta toprak) üzerindeki özel mülk sahipliğine ve dolayısıyla bireysel sömürüden kaynaklanan zenginliğe dayanıyordu. Örneğin Antik Yunan ve Roma toplumları, Orta Çağdaki Batı feodalitesi ve nihayet kapitalist toplumlar bu kategorideydiler.
Oysa despotik devlet yönetimi altında biçimlenmiş olan eski Asyatik üretim tarzlı toplumlarda, egemen yönetici sınıfın iktidarı, esas olarak devlet mülkiyeti üzerinde kurduğu hakimiyete ve despotik-bürokratik askeri ve idari aygıtına dayanıyordu. Toprakta özel mülkiyetin değil, devlet mülkiyetinin hakim olduğu; devletin hakimiyetinden bağımsız bir özel meta ilişkileri ve mübadele alanının (Marx’ın deyimiyle sivil toplumun) gelişemediği bu Asyatik yapılı toplumlarda, her türlü zenginlik ve servet birikiminin aslan payı, merkezi otoritenin (devletin) ve dolayısıyla despotun hazinesinde yoğunlaşmaktaydı. Devleti elinde tutan yönetici sınıf (hazineden geçinmeliler), kendi sosyal kökenleriyle bağları kesilmiş, devşirme bir sınıftı. Devlete kapılanan ve yönetici bürokrasiyi meydana getiren bu sınıf, yalnız ve yalnızca devlete dayanan ve devleti temsil eden kolektif bir sınıftı.
Bu devlet sınıfı içinde zamanla ortaya çıkan siyasal çekişmelerin temelinde esasen çıkar çatışmaları, yani güç ve iktidar kavgası yatmaktaydı. Bu toplumlarda güç ve iktidar sahibi olabilmek, devletin elinde yoğunlaşan zenginliğe hükmetmekten, onu kullanabilmekten; bu da devletteki mevki ve makamları elde tutmaktan geçiyordu.
Devletin başı olan despotun ve yakınlarının dışında bireysel servet biriktirmenin hoş karşılanmadığı ve bu nedenle merkezi otoritenin sık sık müsaderelere gittiği bu toplumlarda, güç ve iktidar hırsıyla hareket eden yönetici sınıf mensupları gene de her yola (rüşvet, irtikap, düzenin yasalarına aykırı bir biçimde devlet gelirlerini kendi mülkiyetine geçirme, kendisine emanet edilmiş devlet mülkünü bireysel çıkarları için kullanma gibi) başvurarak, gayri meşru servet birikimine yönelirlerdi. Yönetici sınıf katında içten içe yürüyen bu çatışmaların had safhaya vardığı dönemlerde, despotik devlet yapısında tıkanma, bozulma ve yozlaşmalar baş gösterir ve sistem krize girerdi. Despotik devlet yapılı eski Doğu toplumlarında bitip tükenmek bilmeyen hanedan kavgalarının temelinde yatan da buydu. Ne var ki bu kavga toplumun sınıfları (yönetici devlet sınıfı ile üreticiler sınıfı) arasında değil, toplumun tepesine çöreklenmiş yönetici devletlû sınıfın kendi içinde yürürdü. Üreticiler sınıfı genellikle bu kavganın dışındaydı; katıldığında da ancak, güç ve iktidar için savaşan şu ya da bu hanedan adayına payanda olmaktan öte bir şey yapamazdı.
Bu toplumları anlatırken Marx’ın belirttiği gibi, eski Doğu toplumlarında tepede yürüyen iktidar kavgaları (politika), kendi içine kapanık alttaki tarım komünlerine gök yüzü kadar uzak kalırdı. Hangi hanedanın iktidar olacağı, kendilerinden kimin haraç alacağı onları pek ilgilendirmezdi; yeter ki, eski alışıldık düzenleri ve gelenekleri bozulmasın ve yeni gelen hanedan vergi toplamada “adaletsizlik” yapmasın! Sonuçta devletin tepesindeki hanedan değişiklikleri, toplumun yapısında ve üretici komünlerin durumunda herhangi bir değişiklik yaratmazdı. Her yeni gelen hanedan, despotik devlet düzenini yeniden kurar ve alttaki üretici toplulukların artı-ürünlerini (vergi biçimine bürünmüş toprak rantını) toprağın asıl sahibi gözüken devletin, yani merkezi otoritenin (sultan, han, hakan, padişah, satrap vb.) emrindeki hazineye akıtmaya devam ederdi. Ve böylelikle, sistem kendini yeniden ve yeniden üretirdi.
Marx, devlet mülkiyeti temelinde gelişen bu Asyatik üretim tarzlı toplumları (Doğu despotizmini), değişime karşı en dirençli olan ve kendini her seferinde yeniden üretme potansiyeline sahip toplumlar olarak tanımlamaktaydı. Tarihte bu toplumlardan hiçbiri kendi içsel dinamikleriyle bir başka topluma evrilememiş ve ancak dışsal dinamiklerin etkisiyle (örneğin kapitalizmle etkileşim içine girdiklerinde) çözülüp dağılmışlardır.
Sovyetler Birliği’ndeki devletin ve yönetici bürokrasinin konumunu, Marx’ın yukarıda değindiğimiz tezlerinden hareket ederek irdeleyen Elif Çağlı, özel mülkiyetin bulunmadığı ve tümüyle devlet mülkiyetinin egemen olduğu koşullarda, devlet mülkiyetine hükmeden Sovyet bürokrasisinin nasıl egemen bir sınıf katına yükseldiğini açıklıyor. Ve Sovyetler Birliği’ndeki durumu, mülkiyet ilişkileri bakımından eski Asyatik egemenlik tarzına benzeterek, aynı mülkiyet ilişkilerinin (yani devlet mülkiyeti temelinde gelişen üretim ilişkilerinin), modern endüstri çağında bile nasıl benzer bir sınıf egemenliği tarzı yaratabileceğine dikkat çekiyor. Sovyetler Birliği örneğinde bu egemenlik, işçi sınıfının iktidarını gasp ederek devlet gücünü kendi tekeline alan ve bu dolayımla devletleştirilmiş mülkiyete ve üretime hükmeden bürokratik oligarşinin kolektif egemenliğidir. Bu anlamda, SSCB’de yönetici oligarşinin egemenliği, bir bakıma eskiye ait olan bir egemenlik tarzının (Doğu despotizminin), bu kez endüstri çağında, devlet mülkiyetinin koşullandırdığı üretim ilişkileri formları altında yeniden zuhur etmesi gibi görünmektedir. O nedenle Çağlı, modern çağda ortaya çıkan bu durumu “anakronizm” olarak değerlendiriyor ve şu önemli teorik saptamayı yapıyor: “Sovyetler Birliği’nde ve benzerlerinde egemen sınıf konumunda olan bürokrasinin tarihsel bakımdan bir geleceği yoktur; modern endüstri toplumları çağında yaşadığımızı ve çağımızın iki temel belirleyici sınıfının (burjuvazi ve proletarya) olduğunu reddetmiyorsak eğer, o zaman bu devletlû sınıfın (despotik bürokrasinin) çağın koşullarına uymayan, anakronik bir biçimde ortaya çıkmış, geçici karakterde bir sınıf olduğunu söylemeliyiz. Bu sınıf ya gerçek bir proleter devrimle (yalnızca siyasal değil, toplumsal anlamda da) tarih sahnesinden silinecek, ya da dünya ölçeğinde gelişen kapitalist piyasa güçleri karşısında tutunamayıp, çözülecektir.”
Çağlı bu saptamayı aslında bundan tam on iki yıl önce, yani SSCB henüz çökmemişken ve geleneksel solcularımızın övgüye boğduğu Gorbaçov henüz iş başındayken yapmıştır. Ne var ki o dönemde Türk solunun, “sosyalist” sisteme ilişkin geleneksel bakış açısı, bu tarihsel gerçekliği kabullenmeye hiç de yatkın değildi. Tam tersine geleneksel Türk solu o dönemde SSCB’yi hâlâ “devrimci merkez” olarak görüyor ve iktidarı elinde tutan bürokrasiyi ve onun sınıf ayrıcalıklarının kolektif bekçiliğini yapan resmi “komünist” partileri de “sosyalizmin savunucusu”, “işçi sınıfının öncüsü” vb. olarak değerlendiriyordu.
Geleneksel Solun “Marksizmi”
Aslında 1990 yılı Türkiye sosyalist hareketinin tarihinde yeni bir milattır. Bu hareketin geçmiş altmış yıllık tarihinde (1930-1990), ne “reel sosyalizm”e ilişkin teorik sorunlar Marksizmin ışığı altında ele alınıp ciddi olarak sorgulanabilmiş, ne de bu rejimlerdeki uygulamaların sosyalist düşüncede yarattığı tahribatın boyutları doğru dürüst tartışılabilmişti.
60’lı ve 70’li yıllarda, Sovyet bürokrasisine ve onun ideolojik hegemonyası altında biçimlenmiş olan resmi “komünist” çizgiye karşı Türkiye sol hareketinde kimi eleştirel tutumlar gelişmişse de, bunlardan hiçbirisi Stalinizmin yarattığı “ulusal sosyalizm” anlayışıyla köklü ve tarihsel bir hesaplaşmaya girişebilmiş değildi. Tam tersine bu ulusal sosyalizm anlayışı, Türkiye sosyalist hareketinde nicedir içselleştirilmiş ve iyice benimsenmiş bir anlayıştı.
Türk solunun 1960’lı ve 70’li yıllardaki siyasal yelpazesine baktığımızda, tekil birkaç istisna dışında “tek ülkede sosyalizm” ideolojisine (Stalinizme) karşı açıktan bir tavır alış göremeyiz. Örneğin bu istisnalardan birini, Troçki’nin görüşlerini benimseyen sosyalistler oluşturmaktaydı. Troçkistler, Stalinist “tek ülkede sosyalizm” teorisini ve bunun pratikteki ifadesi olan “ulusal sosyalizm” anlayışını kökten reddediyorlardı. Dolayısıyla SSCB’nin, Çin Halk Cumhuriyeti’nin ve sosyalist olarak bilinen diğer tüm rejimlerin, hiçbir biçimde sosyalist toplumlar olmadıklarını açıkça dile getiriyorlardı. Ama öte yandan, o yıllarda Troçkistlerin Türkiye sosyalist hareketi içindeki konumları son derece cılızdı ve politik açıdan hiçbir etkiye sahip değillerdi. Hatta 1990’lara kadar örgütlü bir siyasal gelenek yaratamadıkları ve anlamlı bir siyasal akım oluşturamadıkları da bir gerçektir.
O dönemde geleneksel Stalinist çizginin (Sovyetçi ve Maocu çizginin) dışına çıkabilen bir diğer istisnai gelişme de, Türkiye İşçi Partisi içinde liderliğini Aybar’ın yaptığı “güler yüzlü sosyalizm” çizgisi olmuştu. Aybar, 1968 Çekoslovakya olaylarından sonra, Sovyetler Birliği’nin bürokratik totaliter yapısını ve hegemonyacı tutumunu eleştiren açık bir tavır sergilemişti. Ne var ki, Sovyet rejiminin bürokratik-totaliter karakterini eleştirip, anti-bürokratik bir tutum takınmasına karşın, bu “güler yüzlü sosyalizm” çizgisi de aslında “ulusal sosyalizm” anlayışının bir başka versiyonunu oluşturmaktaydı. Çünkü Aybar’ın “güler yüzlü sosyalizm” çizgisi de, burjuva parlamentarizmi çerçevesinde bağımsız bir ulusal sosyalizmin kurulabileceği tezine, yani herkesin malûmu olan reformist, evrimci (Bernştayncı) bir “burjuva sosyalizmi” anlayışına dayanıyordu. Bir başka deyişle, Aybar’ın sosyalizm anlayışı da ulusal-devletçi bir toplumsal kalkınma projesi olmaktan öteye geçmiyordu.
60’lı ve 70’li yıllardaki bu tekil örnekler bir yana koyulacak olursa, Türkiye’de sosyalist solun büyük çoğunluğunun (Sovyetçisi, Maocusu, Kastrocusu, Enver Hocacısı vb.) Stalinist “ulusal sosyalizm” geleneğine ve Stalinist resmi tarihe sadakatle bağlı kaldığını söyleyebiliriz. Dolayısıyla, Türk solunun ne uzak (1930-60) ne de yakın (1960-90) geçmişinde, “tek ülkede sosyalizm” geleneğinin eleştirisi ve reddi temelinde örgütlenmiş, kelimenin gerçek anlamında enternasyonalist devrimci bir sosyalizm geleneğinin yaratılabildiğini ne yazık ki söyleyemeyiz. Görünürdeki tüm politik ve örgütsel ayrılıklarına ve kendi aralarındaki sözümona “ideolojik” kavgalarına karşın, o dönemin sosyalist siyasal yelpazesinde yer alan ve bizim “geleneksel sol” diye tanımladığımız politik örgütlerin hemen hepsinin ideolojik köklerinin Stalinizme dayandığı bir gerçekliktir. O nedenle, 1930’lardan 1990’lara kadar, Türkiye sosyalist hareketinin büyük çoğunluğuna ideolojik damgasını basan da esasen Stalinizm ve onun “ulusal sosyalizm” öğretisi olmuştur.
Bu ideolojik geleneği benimseyenler şu ortak kanıda birleşiyorlardı: “Dünyada ilk sosyalist toplum Stalin’in önderliğinde Sovyetler Birliği’nde kurulmuştur. İkinci Dünya Savaşından sonra Doğu Avrupa’da ve Çin’de kurulan diğer ulus-devletli sosyalizmlerle birlikte, sosyalizm bir dünya sistemi haline gelmiştir. Dünya sosyalist sistemi, bundan böyle de tek tek ülkelerde kurulacak ulus-devletli yeni sosyalizmlerin eklemlenmesiyle ilerleyecektir. Kapitalizmle sosyalizm uzun bir tarihsel dönem boyunca yan yana var olacak ve fakat bu süreçte sosyalizm üstün geleceği için, kapitalist ülkeler tek tek ortadan kalkacaktır!”
Şurası bir gerçek ki, “tek ülkede sosyalizm” sözde teorisine dayanan bu anlayışın Marx’ın bilimsel komünizm anlayışıyla hiçbir ilgisi yoktu. Bu sözde teorinin mucidi, kendi bencil çıkarlarını her şeyin üstünde tutan ve bu temelde devletçi, totaliter bir rejim kurmuş olan Sovyet bürokrasisiydi. Ama bu anlayışın dünya sosyalist hareketinde yaygınlaşmasını ve kök salmasını sağlayan resmi KP’ler oldu.
Sovyet bürokrasisinin icadı olan “ulusal sosyalizm” anlayışının yaygınlaşmasıyla birlikte, sosyalizm düşüncesi öylesine bulanık ve belirsiz bir hale getirildi ki, İkinci Dünya Savaşından sonra gelişen her türlü ulusal kurtuluşçu, anti-sömürgeci burjuva, küçük-burjuva devrimler ve bu devrimlerin ürünü olarak kurulan ve özünde burjuva karakterli olan ulus-devletler de artık kendilerini “sosyalist” ya da “sosyalist yönelimli” devletler olarak tanımlayabiliyorlardı. Böylece, Afrika’da henüz çobanlığı ve kabile aşamasını yaşayan Somali’den tutun da, açlıkla boğuşan Etiyopya’ya, Nasır’ın Mısır’ından Kaddafi’nin Libya’sına, Pol Pot’un Kamboçya’sından Laos’a, Yemen’den Afganistan’a vb. her tipten ulus-devlet kendisini sosyalist olarak ilân edebiliyordu.
Oysa Marx ve Engels, geleceğin komünist toplumuna ilişkin bilimsel öngörülerinde, komünizmin yerel ya da ulusal ölçekte gerçekleşecek bir fenomen olmadığını özellikle vurgulamışlardı. Onlara göre komünizm, insanlığın ancak evrensel-tarihsel planda gerçekleştirebileceği bir eylem olacaktı. Komünizm ampirik olarak, ancak egemen halkların ani ve aynı zamanda meydana gelen hareketi olarak mümkündü. Bu da üretici güçlerin evrensel gelişmesini ve komünizme sıkı sıkıya bağlı dünya çapında değişimleri var saymaktaydı. Eğer bu koşul gerçekleşmezse, komünizm ancak yerel bir görüngü olarak var olabilirdi ve değişimlerin her yayılması, yerel komünizmi ortadan kaldırırdı.
1980’lerin sonuna gelindiğinde, SSCB’de ve Doğu Avrupa’da patlak veren olaylar tam da Marx’ın bu kehanetini doğrular yönde gelişmekteydi aslında. Kurulduğu ve tamamlandığı, hatta “olgunlaştığı” ve “geri dönüşsüz” olduğu varsayılan ulusal ölçekteki “sosyalizm”lerin (örneğin SSCB, Doğu Avrupa ülkeleri, Çin vb.) gerçekte aldatıcı birer görüngü olmaktan öteye gidemedikleri ve zorunlulukların dayatmasıyla bu ülkelerde kapitalist çirkefe doğru bir geri dönüş sürecinin yaşandığı artık bir sır olmaktan çıkmıştı. Ama tabii görmek isteyen gözler için bu böyleydi, yoksa bakar kör olanlar için değil!
Geleneksel Stalinist solun ideolojik panoramasının ve siyasal meşrebinin gözler önüne serilmesi bakımından, Gorbaçov’un başlattığı perestroyka süreci gerçekten de ilginç bir işlev gördü. Geleneksel solda yer alan politik örgütlerin nasıl bir ideolojik kaynaktan beslendikleri, bu örgütlerde baskın sınıfsal eğilimin ne olduğu perestroyka sürecinde daha bir netlikle açığa çıktı. Türkiye sosyalist hareketinde çok uzun bir döneme damgasını vuran geleneksel sol, tarihinin hiçbir döneminde gerçek bir işçi sınıfı hareketi olarak gelişmiş değildi aslında. İşçi sınıfı içinde örgütlenmiş bile olsalar, genelde bu sol politik örgütlere damgasını vuran hakim sınıfsal eğilim, Asyatik kültürü ve devletçi-ulusalcı gelenekleri oldukça ağır basan bir küçük-burjuva eğilimiydi. Dolayısıyla Stalinist örgütlerin (Sovyetçisinden Maocusuna kadar) sosyalizm anlayışını, ideolojisini ve siyasetini biçimlendiren de hep bu hakim sınıfsal eğilim olmuştur. Bu geleneğin son 40 yıllık dönemde (1960-2000) sosyalizm düşüncesine ve sosyalist harekete ne kazandırdığı sonuçlarıyla ortadadır.
Türkiye sosyalist hareketinin 70 yıllık tarihinde pek çok kuşak gelip geçti. Bizlerin de içinde olduğu bu kuşaklardan her biri, farklı dönemlerde ve farklı koşullar altında yönetici ve militan olarak örgütlü sosyalist mücadeleye katıldı. Ama hemen her kuşak, ortak bir zaafı taşıdı kendinden sonraki kuşaklara. Bu zaaf, sahip olduğumuz sosyalizm anlayışındaki zaaftı. Ulusal yanın oldukça ağır bastığı, ama buna karşılık enternasyonalist yanın son derecede zayıf kaldığı bir sosyalizm anlayışıydı bu. Sosyalist kadroların büyük çoğunluğunun bilincinde sosyalist devrim bir dünya devrimi olarak değil, ulusal bir devrim olarak yer etmiştir. Aynı şekilde sosyalizm de, insanlığın evrensel kurtuluşunu amaçlayan, enternasyonalist-devrimci bir proje olarak değil, kurtuluşu ulusal temelde arayan, geleneksel devletçi bir ulusal kalkınma projesi olarak algılandı çoğu zaman. Dolayısıyla, devletçilik temelinde ulusal kalkınmacılık ile sosyalizm zihinlerde hep özdeşleştirildi. Ve ne yazık ki sosyalist solun büyük çoğunluğu, bu ulusalcı ve devletçi bakış açısının dar ufkunu hiçbir zaman tam olarak aşamadı.
Türkiye sosyalist hareketinde yarım yüzyılı aşkın bir dönem boyunca, Marksizm öylesine çarpıtıldı ve tarih bilinci öylesine bulandırıldı ki, sonuçta Marx’ın bilimsel teorilerinin yerine, onun tahrif edilmiş versiyonları “gerçek Marksizm” olarak algılanır oldu. Böyle olduğu için de, sosyalist ve işçi hareketi bu tahrif edilmiş fikirlerle beslenen küçük-burjuva çeyrek aydın kadroların sultasından kurtulamadı. Bunun getirdiği sonuç ise, ister reformist isterse devrimci tarzda savunulmuş olsun, yaygın bir küçük-burjuva ulusal sosyalizm anlayışı ve geniş bir yelpaze oluşturan popülizm oldu. Devrimci Marksizmi ve proletarya enternasyonalizmini gerçek içerikleriyle savunan bir politik hareket ise, esasen kayda değer bir gelişme gösteremedi. Kadroların çoğunluğunun bilincinde, “ulusal sosyalizm”, “ulusal devrimcilik”, “ikamecilik”, “devletçilik” gibi anlayışların daha bir kök salmış olması da herhalde bu topraklardaki Asyatik-devletçi geleneklerin güçlü etkisinde aranmalıdır, başka yerde değil!
Gerçek şu ki, parti ve devlet aygıtında işçi sınıfına değil, yönetici bürokrasiye ayrıcalıklı bir konum bahşeden Stalin’in despotik-devletçi “sosyalizm” anlayışı, küçük-burjuvazinin özlemleriyle de pek güzel örtüştüğü için kök salabilmiştir Türkiye sol hareketine. Marx ve Engels’in bilimsel sosyalizm hakkında söyledikleri ve yazdıkları Türkiye’de de okunuyor ve biliniyor olmasına karşın, bu topraklarda bilimsel komünizmin değil de, Stalinist “sosyalizm” anlayışının böylesine geniş bir kabul görmesi başka neyle açıklanabilir?
* * *
Evet, başta da belirttiğimiz gibi 1990 yılı Türkiye sosyalist hareketi açısından gerçekten yeni bir milat olmuştur. Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’da yaşanan fırtınalı olaylardan ve ardından gelen tarihi çöküşten sonra, farklı bir süreç yaşanmaya başlanmıştır Türkiye sol hareketinde. “Resmi sosyalizm”in çöküşünün Türkiye sosyalist hareketini derinden sarstığı ve alt üst ettiği kesin. Bu sarsıntının sosyalist harekette faklı gelişmelere yol açması kaçınılmazdı ve nitekim öyle de oldu.
Bir yanda Marksizmden bütünüyle bir uzaklaşma, devrim fikrinden, sınıf mücadelesinden bir kaçış furyası yaşandı. Kaçış içinde olanlar, burjuva reformculuğunun ve burjuva parlamentarizminin “erdemlerini” birden keşfediverdiler ve “sivil toplumcu” bir söylemin ardına sığınarak, sözümona “yeni düşünceci” bir sol liberal akım yarattılar. Kimileri de, ideolojik söylemlerinde “devrimci” kavramları kullanmaya devam etmekle birlikte, geçmişten beri savunageldikleri Stalinizmin resmi teorileriyle ve Stalinist gelenekle köklü bir hesaplaşmayı göze alamadıkları için, merkezci bir pozisyonda kalmayı yeğlediler ve hâlâ da öyleler. Bazıları ise, despotik-bürokratik rejimlerin ve dolayısıyla Stalinizmin nihai çöküşünden sonra bile, dünyada olup bitenin sanki hiç farkında değillermişçesine, “geçmişte de doğruyduk, şimdi de …” biçiminde bir aymazlığı sürdürerek, Stalinizmin yarattığı “ulusal devrimciliğin” dar çemberi içinde dönenip durmaktadırlar.
Ama öte yandan, geçirilen bu derin sarsıntının ardından, yaşananlardan son derecede önemli dersler çıkaran ve bu temelde Stalinist anlayışın ve merkezciliğin her tür versiyonuyla köklü bir hesaplaşmaya girişerek devrimci Marksizmi savunan gerçek anlamda enternasyonalist komünist bir eğilim de gelişmektedir sosyalist harekette. Ve Marksizme bağlı kalanlar açısından asıl önemli olan ve geleceğe güvenle bakmamızı sağlayan da işte bu gelişmedir.
[1] Gorbaçov, Her Şey İnsan İçin, Dönem Yay.
[2] TBKP Programı, 1989.
[3] Yalçın Küçük, Toplumsal Kurtuluş, 1987, sayı 6, s.26
[4] Yalçın Küçük, Toplumsal Kurtuluş, sayı 1
[5] Toplumsal Kurtuluş, sayı 6
[6] Toplumsal Kurtuluş, sayı 51, s.3
[7] Çelik Bilgin, “Bilim ve Sosyalizm”, Toplumsal Kurtuluş.
[8] Toplumsal Kurtuluş, sayı 51, s.3
[9] Toplumsal Kurtuluş, sayı 51, s.3
[10] Çelik Bilgin, “Bilim ve Sosyalizm”, Toplumsal Kurtuluş.
link: Mehmet Sinan, Gorbaçov Kimdi, Yıkılan Neydi?, 8 Eylül 2022, https://marksist.net/node/7744
“Metaverse”de Hayat Var mı?
Bizim Açlığımız, Onların Serveti