Rosa Parks ve Sivil İtaatsizlik
1 Aralık 1955’te, Alabama eyaletinin başkenti Montgomery’de, Rosa Parks isimli 43 yaşında bir terzi, otobüste bir beyaz erkeğe yer vermediği için ırk ayrımı yasalarını ihlal etmekle suçlanarak tutuklandı. Rosa’nın işi beyazların giydiği elbiseleri dikmekti. Tüm gün çalışıp yorulmuştu. Parks, dört siyahla birlikte dördüncü sırada oturmaktaydı (siyahlar yalnızca ilk sıraya oturabilirdi). Tüm oturma yerleri dolduktan sonra otobüse beyaz bir erkek binmişti. Siyahlar ve beyazlar aynı sırada oturamayacakları için beyaz adam dördüncü sıradaki tüm siyahların kalkmasını istemişti. Diğer dört siyah itaat ederken, Rosa bunu reddetti.
Rosa, tutuklanmadan kısa bir süre önce Tennessee’deki Highlander Araştırma ve Eğitim Merkezinde “Irk İlişkileri” konulu bir kursu bitirmişti. Rosa ayrıca Siyah Haklarını Geliştirme Derneğinin (NAACP) Montgomery bölümünün sekreteriydi. Aslında bu, önceden planlanmış bir eylemdi. Rosa Parks’ın tutuklanmasına kesin gözüyle bakılıyor ve bunun kamu otobüslerindeki ayrımcılığa karşı çıkmak için kullanılması amaçlanıyordu. Daha önce de benzer vakalar yaşanmış, otobüste yer vermediği için tutuklananlar olmuştu. Ancak NAACP yönetimi bu sorunu bir dava konusu haline getirmek için doğru kişinin tutuklanmasını bekliyordu. Tutuklanacak kişi siyahları eyleme sürükleyebilmeli, ayrımcılık yasalarını sorgulamaya açabilmeli ve en önemlisi de her türlü iftiradan azade biri olmalıydı. Rosa 5 Aralık Pazartesi günü tutuklandığında 14 dolar (10 dolar ceza ve 4 dolar mahkeme masrafı) para cezasına çarptırıldı ama o, davayı temyize götürdü. Rosa yıllar sonra “Emett Till’i düşündüm. Geri adım atmam mümkün değildi” sözleriyle o günlerdeki ruh halini aktarmıştı.
NAACP’nin Montgomery teşkilatı Rosa’nın davasını üstlendi. 5 Aralıktan itibaren Montgomery’de siyahlar otobüsleri boykot etmeye başladı. Yüksek Mahkemenin toplu taşıma araçlarında ırk ayrımcılığını yasaklama kararı verdiği 20 Aralık 1956’ya kadar 381 gün boyunca her gün yaklaşık 50 bin siyah yürüdü. Arabası olanlar uzakta çalışanları işlerine götürüyordu.
Otobüs boykotunun 100 kadar örgütleyicisi hapse girdi. Protestocular ırkçı saldırılara göğüs gerdiler. Faşistler siyahları yıldırmak için siyahların kiliselerine bombalı saldırılar bile düzenlediler. Ancak otobüs boykotuyla yükselişe geçen kitle mücadelesi yeni bir dönem başlatmıştı. Artık siyahlar geri adım atmıyordu. Cesaretle, haklılıkla ve özgürlük tutkusuyla kuşanmış kitleler her tür bedeli ödemeye, her acıya katlanmaya hazırdı.
381 günlük boykot sürecinde bombalı saldırıya hedef olan ve tutuklananlardan biri de boykot eylemine önderlik eden Martin Luther King idi.
Martin Luther King
King, 1955 yılında otobüs boykotunun liderliğini üstlendiğinde 26 yaşında genç bir Protestan rahipti. Küçük-burjuva bir aileden geliyordu. Önce sosyoloji bölümünden mezun olmuş, ardından teoloji fakültesini birincilikle bitirip sistematik teoloji üzerine yüksek lisans yapmıştı. 1953’de Montgomery’deki siyah kilisesinin lideri (pastör) oldu. Hıristiyan teolojisinin yanı sıra Mahatma Gandi’nin fikirlerinden, onun şiddetten uzak, pasif direnişle yürütülen sivil itaatsizlik pratiğinden etkilenmişti. Otobüs boykotunun başarıyla sona ermesinin ardından King, siyah kiliselerinin güç birliğinin örgütlenmesi için çalıştı. 1957’de Güney Hıristiyan Liderlik Konferansının (SCLC) kuruluşunda önemli rol oynadı. SCLC sivil itaatsizlik yöntemini sivil haklar hareketine uyarladı. ABD istihbaratı yıllar boyunca özel hayatı dâhil King’in her adımını takip etti. Devlet harekete komünistlerin sızdığına dair kanıt arıyordu. Hiçbir kanıt bulamadılar, çünkü maalesef “komünist sızmanın” izi bile yoktu.
King’in öncülük ettiği hareketi kavrayabilmek için ideolojik-politik besin kaynağına bakmak gerek. Bu hareketin içerisinde elbette “sol bir damar” vardı. Bu damar Hıristiyan teolojisinden gelen sol bir eğilimdi. Bu solculuk eşitlikçi, sosyal adaletçi, yoksulları ve ezilenleri savunmaya dayalı ahlâki değerlere dayanıyordu. Bir yandan ahlâken işçilerin ve ezilenlerin yanında yer alırken, öte yandan işçilerin ve ezilenlerin mücadelesini olabildiğince barışçıl yöntemlerle sürdürme ve uzlaşma telkini, Hıristiyan din adamı solculuğunun karakteriydi. Nitekim King’e danışmanlık yapan Abraham Johannes Muste gibi pasifist din adamlarının politik tutumları bu anlayışın tipik örneğiydi. Muste 1919’da Lawrence tekstil işçileri grevinde mücadeleye katılan 30 bin işçinin sözcülüğünü üstlenmişti. Grev sırasında Muste dâhil 100’den fazla işçi tutuklanmış, polis Lawrence’ın ana caddelerine makineli tüfekler dizmişti. Muste işçilere “makineli tüfeklerin önünden gülümseyerek geçmelerini” tavsiye etmişti. İşçilerin ve patronların karşılıklı tavizler vermesi sağlanmış, 16 hafta süren grev uzlaşmayla sonuçlanmıştı. Büyük bir kalkışma bekleyen polis bile grevin bu derece barışçıl seyir izlemesine şaşırmıştı.
Marksizm emperyalist savaşlara ve her tür haksız savaşa karşı “sınıf savaşını” savunurken, Hıristiyan solculuğunun militarizm ve savaş karşıtlığı pasifizm üzerine kuruludur. Üstelik haklı savaş haksız savaş ayrımı da yoktur. Kısacası, King’in öncülük ettiği hareketin ideolojik esin kaynağı olan Hıristiyan solculuğu eşitlikçi, sosyal adaletçi, ezilenlerden yana bir dinsel ahlâki değerler sistemine dayanır. Pasifist, barışçıl kitlesel eyleme dayalı, medyada ilgi yaratarak ve kamuoyu oluşturarak, neredeyse “düşmanı ikna ederek” tarafları uzlaştırmaya dayalı stratejisi ise ezilenleri, ırkçı sömürücü kapitalist düzenin temellerine vurmaktan alıkoyar. Sistemin izin verdiği sınırlar dâhilinde reformlarla ezen ile ezileni uzlaştırmaya çalışan bu anlayış, reformizmin dinsel ahlâkçılıkla, hatta çilekeşlikle kaynaşmış bir biçimidir.
Daha önceki bölümlerde bahsettiğimiz üzere, ABD’de devrimci sosyalist hareketin tutarlılıktan ve örgütsel süreklilikten yoksun oluşu, patlayıcı çelişkilerle yüklü ırk ayrımcılığı sorununun çözümünün farklı mecralarda aranmasına yol açmıştı. Kölelikten bu yana siyah kitleleri birleştirme yetisine sahip en önemli kurumsal yapı siyahların kiliseleriydi. Doğal olarak bu kurum ırk ayrımcılığına, beyaz teröre karşı direnişin merkezi oldu. Tüm bu koşullar, Martin Luther King gibi cesur, fedakâr, eğitimli, güvenilir, aynı zamanda etkili konuşmalar yapabilen ama reformizm ile malûl bir din adamını siyah hareketinin lideri haline getirdi.
1960’lı yılların başlarında hareket, mağaza ya da otobüs boykotu gibi en yumuşak eylem biçimleriyle sürüyordu. 1960’ta Kuzey Carolina’da öğrenciler, siyahlara hizmet vermeyen bir bara oturdular. Bu eylem biçimi kısa zamanda yayıldı. On binlerce siyah öğrencinin katıldığı bu eylemlerde 3 binden fazla öğrenci tutuklandı. Kitlesel tutuklamalar siyah öğrencilere geri adım attıramadı.
1961 Mayısında sivil haklar için mücadele eden siyah ve beyaz aktivistler, birlikte Kuzey eyaletlerinden Güney eyaletlerine otobüs seferleri düzenlemeye başladılar. Siyah ve beyaz aktivistler, Güney eyaletlerindeki ırk ayrımcı kısıtlamalara inat, restoranları, terminalleri, tuvaletleri beraber kullandılar. Ku Klux Klan’ın yönlendirdiği faşist grupların saldırılarına birlikte göğüs gerdiler. Polis, faşist saldırılara göz yumarken, siyahları tutukluyordu.
Albany şehrinde 700 siyah, otobüs ve kütüphane boykotları yüzünden tutuklandı. Baskılar eylemcileri yıldıramıyordu. Her protesto gösterisinde onlarca siyah yaşlarına bakılmaksızın gözaltına alınıyordu. Bir polis şefi, gözaltına aldıkları 9 yaşındaki çocuğa ismini sorduğunda “Freedom, Freedom” (özgürlük, özgürlük) cevabını almıştı.
Demokrat Parti adayı John Fitzgerald Kennedy Ocak 1961’de ABD Başkanı seçilmişti. Siyah kiliselerine ve Martin Luther King’e mali yardım yapmak istemişti. Gerekçesi “soğuk savaş” ve komünizme karşı mücadele idi. Kennedy siyah hareketin liderleriyle görüşüyor, onların nabzına göre şerbet vererek siyah hareketi kontrol altında tutmaya çalışıyordu. 1963 yılına gelindiğinde Güney eyaletlerinde her yerde her yaştan siyahlar sokaklara dökülüyor; polis terörüne, faşist saldırılara ve cinayetlere, yangın bombalarına, işten atılmalara, kitlesel tutuklamalara, her tür baskıya karşı direniyorlardı. 1963’te Güney eyaletlerindeki gösterilerde 20 bin kişi tutuklanmıştı.
Güneydeki yerel otorite, kilise önünde diz çökme, belediye binası önünde oturma gibi barışçıl gösterileri bile yasaklayıp kitlesel tutuklamaya girişiyordu. Yerel polis şefi, binlerce tutukluyu çevredeki hapishanelere dağıtıyor, kitlesel tutuklamalar için “yer açıyordu.”
Bir ara tutuklanmayı göze alarak gösterilere katılacak protestocu bulunamayacak duruma gelinmişti. Liseli gençlik mücadeleye örgütlendi. 2 Mayıs 1963’te binden fazla liseli okulu kırıp kilisede toplandı. Birmingham belediye başkanıyla ayrımcılık üzerine konuşmak üzere yürüyüşe geçtiler. Hepsi tutuklanıp hapse gönderildi. Polis ilk gün şiddet kullanmadan yapmıştı tutuklamaları. Ama ertesi gün bin lise öğrencisi daha kilisede toplanıp yürüyüşe geçti. Çileden çıkan ırkçı polis bu sefer köpekleriyle ve itfaiye hortumlarından püskürttüğü tazyikli suyla liseli gençlere saldırdı. Köpeklerin öğrencilere saldırma sahneleri ve gençlerin yangın hortumlarından püskürtülen tazyikli suyla yerlerde sürüklenmesi görüntüleri ulusal televizyon kanallarında yayınlandı. Ülke çapında halkın kabaran öfkesi Kennedy yönetimini harekete geçmek zorunda bırakıyordu. Hapisteki protestocuların serbest bırakılması sağlanacak, kamuya açık alanlarda, işe alımlarda ırk ayrımcı uygulamaları ortadan kaldıracak düzenlemeler için bir komite kurulacaktı.
Irk ayrımcılığına dayalı yasaların yürürlülükte kalması giderek daha da imkânsız hale geliyordu. Kennedy Haziran 1963’te Sivil Haklar kanun teklifini hazırlayıp sunmuştu. Ancak ırkçı senatörler teklif üzerine sonu gelmez tartışmalar yürüterek, haydutça yöntemler izleyerek yasanın oylama aşamasına gelmesini engellemişlerdi.
28 Ağustos 1963’te, köleliğin kaldırılmasının 100. yılında, Washington’da “iş ve özgürlük” yürüyüşü gerçekleştirildi. Yürüyüşe Afro-Amerikan örgütlerin yanı sıra liberal eğilimli sivil toplum örgütleri ve Birleşik Otomobil İşçileri Sendikası başta olmak üzere işçi sınıfının en ileri kesimleri de katıldı. Sivil haklar yasasının çıkartılması, işe alımda ayrımcılığın sona ermesi, mesleki eğitimler verilmesi, işsizliğin ortadan kaldırılması, düşük kiralı kamusal konut gibi talepler ileri sürüldü. Yürüyüşün sonunda, Abraham Lincoln Anıtı önünde 200 binden fazla insanın katılımıyla dev bir miting düzenlendi.
Martin Luther King’in bu mitingdeki ünlü konuşması[*] sivil haklar hareketine öncülük eden anlayışın ruhunu yansıtması açısından iyi bir örnektir. Bu konuşmasında King şunları söylemişti:
“(…) 100 yıl önce manevi gölgesi altında durduğumuz büyük bir Amerikalı özgürlük bildirgesini imzaladı. Bu mühim karar, adaletsizliğin alevleri içinde kurumuş olan milyonlarca zenci köleye büyük bir umut ışığı olmuştu. Esaretlerinin uzun gecesini sona erdirecek sevinçli bir şafak gibi gelmişti. Fakat 100 yıl sonra dahi zenci hâlâ özgür değil. 100 yıl sonra bile ne yazık ki, zencinin hayatı tecrit kelepçeleri ve ayrımcılık zinciriyle felce uğratılıyor. 100 yıl sonra bile zenci, yoksulluğun ıssız adasında yaşıyor. (…) her insanın eşit yaratıldığı gerçeğini kabul ediyoruz.”
“Bir rüyam var; bir gün Georgia’nın kızıl tepelerinde, eski kölelerin çocuklarıyla eski köle sahiplerinin çocukları kardeşlik sofrasına beraber oturabilecekler. Bir rüyam var; bir gün, adaletsizliğin ateşiyle dolup taşan, baskının ateşiyle dolup taşan Mississippi eyaleti bile özgürlük ve adalet vahasına dönüşecek. Bir rüyam var; 4 küçük çocuğum bir gün derilerinin rengiyle değil, karakterleriyle değerlendirilecekleri bir ulusta yaşayacaklar. Bugün bir hayalim var; bir gün bedhah ve ırkçı Alabama’da, dudaklarından «müdahale» ve «feshetme» sözleri dökülen valinin olduğu yerde, küçük zenci çocuklar, beyaz çocuklarla kardeşçe el ele tutuşabilecek. Bugün bir hayalim var. Bir gün her vadi yükseltilecek, tepeler, dağlar alçaltılacak, pürüzler düzleştirilecek, Rabbin yüceliği ortaya çıkacak ve bütün ırklar onu görebilecek. Bu bizim ümidimiz ve bu inanç ile Güneye gidiyorum. Bu inanç ile umutsuzluk dağında umut taşını yontabileceğiz. Bu inanç ile ulusumuzun ahenksiz gürültülerini kardeşliğin güzel senfonisine dönüştürebileceğiz. Bu inanç ile bir gün özgür olacağımızı bilerek birlikte çalışabilecek, birlikte dua edebilecek, birlikte mücadele edebilecek, birlikte hapse girebilecek, özgürlüğümüz için birlikte ayağa kalkabileceğiz.”
“Özgürlüğün sesi her şehirde, her kasabada, her eyalette yankılandığında, tanrının tüm çocuklarının, siyahların, beyazların, Yahudiler, Protestanlar ve Katoliklerin el ele tutuşmasını hızlandıracağız ve şu eski zenci ilahisini söyleyebileceğiz: Nihayet özgürüz! Nihayet özgürüz! Tanrıya şükür nihayet özgürüz!”
Adalet ve özgürlük için insanların vicdanlarına seslenen, tanrı inancıyla harmanlanıp etkisi güçlendirilen ajitasyon konuşması King’in önderliğinin ruhunu yansıtıyordu. Yoksul siyah kitlelerin öfkesi kabarmıştı. Kitleler her türlü fedakârlığı göze alarak mücadele etmeye hazır durumdaydı. King’in konuşmaları siyah öfkeyi yatıştırmaya, siyah hareketin muktedirlerle uzlaşma çizgisinin ötesine geçmemesine yarıyordu. İsa’ya atfedilen “sana tokat atana diğer yanağını dön” anlayışı, ezilenlerin haklı isyanını kontrol etmekte kullanılıyordu. Güney eyaletlerindeki yönetimler eleştiriliyor ama federal hükümet ve ABD rejimi eleştirilerden muaf tutuluyordu.
Irkçı faşistlerin, King’in ilâhi adalet çağrısına yanıtı gecikmedi. 15 Eylül 1963’te dört Ku Klux Klan üyesi, King’in konuşma yapacağı Alabama’daki bir kiliseye saatli bomba yerleştirdi. Bombanın patlamasıyla biri henüz 11 yaşında olan dört kız çocuğu daha hunharca katledildi. 20 kadar insan yaralandı.
FBI, katliamı gerçekleştiren Klan üyesi dört kişiyi 1965 yılında tespit etmiş durumdaydı. Ancak bu katillerden hiçbirine 1977’ye kadar soruşturma açılmadı. 1977’de katillerden biri, 2001 ve 2002 yıllarında da katillerden ikisi ömür boyu hapse girdiler. 1994’de ölen katil ise tamamen cezasız kaldı.
22 Kasım 1963’te, başkan Kennedy suikastla öldürüldü. Kennedy’nin ardından başkanlık koltuğuna oturan Johnson, Sivil Haklar kanun teklifini yeniden ileri sürdü. Nihayet Temmuz 1964’te yasa yürürlüğe girdi. Yeni yasa, ırk, renk, din, cinsiyet, etnik köken ve cinsiyet tercihine dayalı her tür ayrımcılığı yasadışı ilan ediyordu. Onca çabanın, mücadelenin, acının sonucunda bir reform elde edilmişti. Ancak bu reform sadece King’in önderlik ettiği mücadelenin sonucu değildi elbette. 20. yüzyılın başında Lenin, reformların devrimci mücadelenin yan ürünü olduğunu söylemişti. Siyah hareketin içinde mayalanmakta olan daha radikal eğilimler de vardı. Giderek güçlenen bu eğilimler Klan terörünü ve polis şiddetini silahlı öz-savunmayı örgütleyerek ve saldırılara devrimci şiddetle yanıt vererek yıldırmayı öneriyordu.
Malcolm X ve İslam Ulusu Örgütü
İslam Ulusu Örgütü sivil haklar hareketinin doğrudan bir parçası olmamıştır. Bu örgütün içinden çıkan Malcolm X ise sivil haklar mücadelesinin en önemli iki figüründen biri olarak kabul edilir (diğeri Martin Luther King). Kendisini peygamber olarak sunan İslam Ulusu Örgütünün lideri Elijah Muhammed, Allah’ın seçkin kulları olan siyahların bir arada (beyazlardan ayrı) yaşayacağı bir eyalet kurmayı vaat ediyordu. Afro-Amerikanlar Afrika’ya geri dönmeli, geçici bir önlem olarak da siyah insanlara Amerika’da ayrı bir ülke oluşturulmalıydı. Örgütün siyah milliyetçiliği ile İslamiyetin Elijah Muhammed’e münhasır yorumunu iç içe geçiren fikirleri vardı. İnsanların aslının siyahlar olduğu ileri sürülüyor; beyaz tenli insanlar “mavi gözlü şeytanlar” diye nitelendiriliyordu. Hatta siyahların beyaz insanlardan üstün olduğu ve çok yakında beyaz ırkın yok olacağı savunuluyordu. Ezilen siyah kitlelere çekici gelen bu tür söylemler, etrafına güç topluyordu. İlerleyen yıllarda Elijah Muhammed beyazlarla ilgili söylemlerini yumuşatmış, siyahlar arası dayanışma vurgusunu öne çıkarmıştı. Amerikan devletiyle çatışmaya girmekten kaçınmış, takipçilerine siyasetin dışında kalmayı telkin etmişti.
İslam Ulusu Örgütü asıl büyümesini Malcolm X’in vaizliği döneminde yaşadı. Malcolm X, 1.90 boyu, yakışıklı, karizmatik, heybetli görünüşü, hitabet yeteneği ve ateşli vaazları ile kitleleri etkiliyordu. Siyahların öz-savunmasını askeri bir disiplinle örgütlemesi, siyah kitlelere cesaret ve özgüven kazandırıyordu. Farklı araştırmalar farklı rakamlar verse de ortaklaşılan husus Malcolm X’in hareketi popülerleştirdiği yıllarda İslam Ulusu Örgütünün üye sayısının yaklaşık 50 kat artmış olmasıdır (üye sayısının 1250’den 50-75 bine ulaştığı tahmin ediliyor). Dünya ağır sıklet boks şampiyonu Cassius Clay’in (Muhammed Ali) örgüte katılmasını sağlayan da oydu.
Malcolm X’in kısa yaşamı büyük altüst oluşlarla ve keskin dönüşümlerle geçmişti. Malcolm X adıyla tanınan Malcolm Little’ın 6 yaşındayken babası öldürülmüş; 13 yaşındayken annesi akıl hastanesine yatırılmıştı. Koruyucu aile yanında büyüdü. Harlem’de pek çok suça bulaştı. 1946’da 20 yaşındayken hırsızlık ve haneye tecavüz suçlarından hapse girdi. Hapishanede, İslam Ulusu Örgütüne katıldı.1952’de şartlı tahliye edildi. Tahliye edildikten sonra kısa zamanda örgütün liderlerinden biri ve en meşhur vaizi haline geldi. Yollarının ayrıldığı 1964 yılına kadar örgütün fikirlerini savundu. Ancak 1960 yılından itibaren katıldığı uluslararası toplantılarda, milliyetçi devrimci, ulusal kurtuluşçu (Mısır lideri Abdülnasır, Küba lideri Castro ve bağımsızlıklarını yeni kazanmış çeşitli Afrika ülkelerinden) liderlerle tanıştı. Elijah Muhammed’in dinci çizgisini sorgulamaya başlamıştı. 1963’te Kennedy suikastı sonrası “layığını buldu” anlamında sözler sarf etmesi üzerine örgütüyle arası açıldı.
İslam Ulusu Örgütünde zina yasaktı. Elijah Muhammed’in riyakârca hareket edip sekreteriyle birlikte olduğunu öğrenmesi, Malcolm X’in örgütün fikirleriyle ilgili çelişkilerinin açığa çıkmasına vesile oldu. Mart 1964’de İslam Ulusu Örgütünden ayrıldıktan sonra hareketi ve öğretilerini reddetti. Dinî felsefesinin İslam olmasının, sadece kendisini ilgilendiren şahsi bir mesele olduğunu, herkesin din inancının sadece o kişiyi ilgilendireceğini açıklıyor; kendisinin politik, ekonomik ve toplumsal felsefesini siyah milliyetçiliği olarak tanımlıyor; bir özgürlük savaşçısı olduğunu ilan ediyordu.
Siyahların politik bilincini arttırmak üzere kurduğu Afro-Amerikan Birliği Örgütü de, dinî değil seküler bir örgüttü. Pan-Afrikanizmi (siyah Afrika halklarının birliğini) savunuyordu. Artık sivil haklar mücadelesinde yer alan liderlerle çalışmak istediğini, geçmişte de bunu arzuladığını ama Elijah Muhammed tarafından engellendiğini söylüyordu. 26 Mart 1964’te senatoda Sivil Haklar Yasasının tartışılacağı sırada Martin Luther King’le ilk ve son kez bir araya gelebildi.
Artık konuşmalarında, siyahların Müslüman, Hıristiyan ya da milliyetçi oldukları için değil siyah oldukları için ayrımcılığa, siyasi baskıya ve ekonomik sömürüye maruz kaldıklarını; siyahların birleşmek için dinî inançlarını evlerindeki dolaba kilitleyip gelmeleri gerektiğini savunuyordu. Nisan ayında, siyahları akıllıca oy kullanmaya çağırdı. “Ya oy pusulası, ya mermi” (The Ballot or the Bullet) sloganıyla hatırlanan ünlü konuşmasında; yeni seçilecek hükümetin siyahların tam eşitliğini engellemesi durumunda, siyahların silaha sarılmasının gerekebileceğini” anlatıyordu. Bu konuşma siyah milliyetçiliğinin manifestosu niteliğindeydi.
Buna göre siyahlar politik bir programa, politik bilince ve olgunluğa sahip olmalıydı. Siyahların kendi ekonomisi olmalı, onu yönetmesini bilmeliydi. Siyahlar kendi yerleşimlerini, iş dünyasını, eğitim sistemini kurmalıydı. Malcom X, siyahları, dost gibi görünen beyaz liberallerin başarısızlığa uğrattığını, siyahların kurtuluşu için politik olarak beyazlardan bağımsız olması gerektiğini açıklıyordu. Hıristiyan, Müslüman ya da ateist tüm bireyleri ve siyah örgütleri siyah milliyetçiliği programında birleşmeye çağırıyordu. 400 yıldır koloniciliğin acılarını yaşamış Afro-Amerikanlar, milliyetçilik sayesinde bağımsızlığını kazanan Asya ve Afrika halklarının yolundan yürümeliydi. Koloniciliğin mirası olan ikinci sınıf vatandaşlığı 20. yüzyılın köleliği olarak tanımlıyor, ABD rejiminin ikiyüzlülüğünü teşhir ediyordu.
Hem temsilciler meclisinde hem senatoda 3’te 2 çoğunluğa sahip olan Demokrat Parti, siyahlara verdiği vaatleri yerine getirmemişti. Malcom X, beyaz politikacıların sahtekârca vaatlerine, yalanlarına artık karnımız tok diyor; Abraham Lincoln’den övgüyle söz eden Martin Luther King’in söylevlerine gönderme yaparak, siyahların budala yerine konulduğunu, ahmaklaştırıldığını ve kandırıldığını açıklıyordu. Genç siyah kuşağın “ya özgürlük ya ölüm” diyerek eyleme geçmeye hazır olduğunu ilan ediyordu. King’in şiddetten uzak durma (pasifizm) taktiğini yerden yere vuruyor; beyaz egemenlerle uzlaşma çabalarını “yalvarma” olarak tanımlayarak alay ediyordu.
Konuşmadaki en kritik çözüm önerilerinden biri de sivil haklar mücadelesini, insan hakları mücadelesi mertebesine yükseltme önerisiydi. “Sivil haklar” nihayetinde “yerel” bir meseleydi. Başka ülkelerin, bir ülkenin iç sorunlarına müdahale etmesi mümkün değildi. Ancak mücadele “insan hakları” mücadelesi düzeyine yükseltilirse sorunu Birleşmiş Milletler’e taşımak mümkündü. Siyahlara yönelik ırkçı ayrımcılık bir “İnsan Hakları Sorunu” olarak tarif edildiğinde artık bu yerel değil uluslararası bir sorun mertebesine erişmekteydi. Bu öneri gerçekleşirse ABD egemenleri uluslararası arenada gerçekten de sıkıntıya girebilirdi. BM’ye üye siyah uluslardan oluşan onlarca Afrika ülkesi vardı. Üstelik 60’lı yıllar, anti-sömürgeci, 3. dünyacı, ABD ve Batı karşıtı fikirlerin güç kazandığı yıllardı. 1964 yılı itibariyle “soğuk savaşa” taraf olmayacağını, NATO’ya ve Varşova Paktına eşit mesafede duracağını ilan ederek Bağlantısızlar Hareketine katılmış 50’ye yakın üye ülke vardı. Bunlardan 30’u Afrika ülkesiydi. Bağlantısızlar Hareketinin kurulmasına öncülük eden ülkelerin, Komünist Partinin iktidarda olduğu Yugoslavya, Arap sosyalizmini savunan Cemal Abdülnâsır’ın iktidarda olduğu Mısır ve sömürgecilere karşı ulusal kurtuluş mücadelesi vererek bağımsızlıklarını kazanmış bazı Afrika ülkeleri olduğunu da unutmamak gerekir.
Bu önerinin bir başka anlamı daha vardı. “Soğuk savaş” döneminde SSCB, “savaş çıkartan Batı” karşısında kendisini “barış savunucusu” olarak takdim ediyordu. Öte yandan ABD uluslararası arenada kendisini “insan hakları savunucusu” olarak pazarlıyordu. Özel mülkiyet de “insan hakkı” idi ve “SSCB’deki rejim bunu hiçe sayıyordu”. Siyahların ABD’ye karşı “insan hakları” mücadelesi vermesi, ABD’nin ideolojik propagandasını üzerine inşa ettiği temeli (insan hakları söylemini) tehdit ediyordu.
Afrika’dan Hindiçin’e, Küba’dan Kore ve Vietnam’a kadar sömürgeci beyaz egemenlerin ezilen halkların mücadeleleri karşısındaki yenilgilerini sıralayan Malcolm X, dünyada kansız bir devrim olmadığını hatırlatıyor, siyahların özgürlüklerini elde etmek için savaşmaya hazır olduklarını vurguluyor, dönüşümün “kanlı ya da kansız” olacağına ABD’yi yönetenlerin karar vereceğini söyleyerek egemenlere net bir mesaj iletiyordu. Bu konuşma 3 Nisan 1964’te, ABD meclisinde Sivil Haklar Kanunu üzerine görüşmelerin devam ettiği bir dönemde yapılmıştı. Üç ay sonra, 2 Temmuz 1964’te kanun çıktı.
Malcolm X, Mekke’ye hacca gittiğinde Suudi Arabistan’da Prens Faysal tarafından devlet konuğu olarak ağırlandı. Hac sırasında sarışın mavi gözlülerden siyahlara kadar tüm renklerden insanların yan yana olabildiğini gördü. Eski düşüncelerini sorguladı. Artık ırk ayrımcılığı sorununun aşılabileceğine inanmaya başlamıştı.
Mısır, Etiyopya, Tanganika, Nijerya, Gana, Gine, Sudan, Senegal, Liberya, Cezayir ile Fas gibi ülkelerde radyo ve televizyon konuşmaları yaptı. Afro-Amerikan Birliğini temsilen Afrika Birliği Örgütünün toplantılarına katıldı. Afrika ülkelerinin önde gelen tüm liderleriyle görüştü. Gana, Mısır ve Cezayir’in siyasi liderleri Malcolm X’e kendi hükümetleri için çalışmasını teklif ettiler. Nijerya’da bir üniversitede yaptığı konuşmasından sonra, kendisine “Omowale” (yuvasına dönen evlat) onursal ismi verildi. Malcolm X, bunun hayatındaki en şeref verici ödül olduğunu söylemişti.
Fransa ve İngiltere’de katıldığı münazaralar radyo ve televizyonlarda yayınlandı. Buralarda da ırkçılığa ve faşizme karşı konuşmalar yaptı. ABD’ye döndükten sonra üniversite kampüslerinde en beğenilen konuşmacılardan biri haline geldi. Sosyalist İşçi Partisinin (SWP) düzenlediği toplantılara da katıldı.
İslam Ulusu Örgütü tarafından tehditler alıyordu. Eski örgütünün imamları tarafından münafık ilan edilmişti. Elijah Muhammed’e karşı çıkanın ölmeyi hak ettiği söyleniyordu. Daha önce Şubat 1964’te arabasına bombalı saldırı düzenlenmişti. FBI çok önceden suikast ihbarı almıştı. Ancak Malcolm X’in öldürülmesi elbette devletin işine geliyordu. 21 Şubat 1965’te Manhattan’da bir salonda konuşmak üzere kürsüye çıktığında üç kişinin silahlı saldırısına uğradı. 21 kurşun yarası alan 39 yaşındaki Malcolm X, aynı gün hastanede hayatını kaybetti. Harlem’deki cenaze törenine on binler katıldı. Örgütün lideri Elijah Muhammed’le arasının açılmasında da, Şubat 1965’te örgütün üç üyesi tarafından suikastla öldürülmesinde de önemli rol oynayan Elijah’ın yardımcısı John Ali’nin FBI ajanı olduğu yıllar sonra açığa çıkacaktı. Devlet 50’li ve 60’lı yıllar boyunca sivil toplum örgütlerine sızdırılan ajanlar marifetiyle bozguncu faaliyetler yürütmüştü.
Malcolm X’in arkadaşı olan yazar James Baldwin, suikast haberini duyduğunda Londra’daydı. Röportaj verdiği gazetecilere “Siz yaptınız! Bu adamın ölümünden siz ve sizin gibi beyaz üstünlüğü fikrini çıkaranlar sorumlusunuz. Suçlu değilsiniz ama siz yaptınız. Başlattıklarınız, akımlarınız ve bir kıtaya yaptığınız tecavüz ile tüm bunlar başladı” diye bağırıyordu.
Malcolm X’in politik etkisi ölümünden sonra da artarak devam edecekti. Örneğin 1966’da kurulan “Öz-Savunma İçin Kara Panter Partisi” adlı devrimci örgüt, binlerce siyah gencin silahlı öz-savunmasını örgütleyecek, sivil faşist çetelerin, ırkçı polisin ve ABD egemenlerinin kâbusu haline gelecekti.
(devam edecek)
link: Serhat Koldaş, ABD’de İsyan Büyüyor, Tarihsel Kavga Devam Ediyor /4, 18 Eylül 2020, https://marksist.net/node/7032