İkinci tura bırakılmış olan cumhurbaşkanlığı oylamasının da sonuçlanmasıyla 2023 seçimleri geride kaldı. Tüm süreç boyunca her türlü bel altı yöntemi kullanan rejim güçleri ilk turda olduğu gibi bu turda da istedikleri sonucun çıkmasını sağladılar. Rejimin siyasal karakterini doğru tespit edenler açısından bu sonuç şaşırtıcı değildir. Faşist bir rejim tarafından düzeneği kurulmuş sandıkta o rejimi alt etmenin dünyada bir örneği olmamıştır. Nitekim başta Kılıçdaroğlu olmak üzere çeşitli muhalefet temsilcileri, dünyada ilk kez otoriter bir rejimi seçim yoluyla alt edeceklerini söylediklerinde sorunun bir biçimde bilincinde olduklarını ikrar etmiş oluyorlardı. Ama siyasal tarihin ortaya koymuş olduğu genel gerçek, güncel Türkiye örneğiyle bir kez daha doğrulanmış oldu. Bu tür rejimlerin emekçi kitlelerin örgütlü seferberliği olmaksızın yıkılamayacağı, parlamento, seçim, siyasal partiler gibi kurumların görünüşte ortadan kaldırılmamış olmalarının yanılsama yaratmaması gerektiği yeniden ortaya çıktı. Sınıf devrimciliğinin sesi olan Marksist Tutum olarak, seçim konusu ana gündem maddesi olmaya başladığından beri bu hususlara dikkat çektik ve asıl olanın sandık değil emekçi kitlelere dayanan geniş bir kitle seferberliği olduğunu vurguladık.
Burjuva muhalefet, meşrebine uygun olarak, mevcut iktidara karşı mücadeleyi sandığa hapsetmeyi ve bu temelde hayaller yaymayı sürdürdü. Toplumun “bu adamlar gitmez” vecizesiyle özetlenen bir yılgınlık ve karamsarlık içinde olmasındansa, seçim temelinde olsa bile politize olması, canlanması belirli bir olumluluk içeriyordu kuşkusuz. Ancak bu olsa olsa bir ilk hareket noktası olarak ele alınıp daha ötesi için çaba harcamak gerekliydi. Ama burjuva muhalefetin daha ötesini istemediği açıktı, onlar aksine “sakın sokağa çıkmayın” uyarılarıyla, oluşan göreli politizasyonu sınırlandırmaya çalıştılar. Sınıf devrimcileri ise bu politizasyonu rejime karşı mücadelede bir basamak olarak ele alıp ileri taşımayı, sınıf eksenli ve sandık ötesi bir bilinç oluşturmayı esas aldılar.
Doğrusu sosyalist hareketin zayıf olması ve burjuva partilerin yarattığı parlamentarist yanılsamalara kendini kaptırmış olması, toplumsal muhalefeti bir bütün olarak rejimin çizdiği çerçeveye hapsetmiştir. Üstelik görünen odur ki, bütün bu yaşananlardan ders de çıkarılmamıştır. Burjuva muhalefet daha şimdiden 2024’te yapılması beklenen yerel seçimleri işaret etmeye başlamıştır. Benzer şekilde buna, rejimin kısa zamanda bir erken seçime gitmek zorunda kalacağı tesellileri de eklenmektedir. Yani kitlelere bir kez daha “sandığı bekleyin” mesajı verilmektedir.
14-28 Mayıs seçimlerine dönecek olursak, bu seçimlerin gerçek anlamda seçimler olmadığına şüphe yoktur. Rejim kendi kontrolünde kendisine çalışan bir düzenek kurmuş ve istediği sonucu elde etmiştir. Bu bağlamda yapılan baskı, hile ve usulsüzlüklerin haddi hesabı yoktur. Sandıklara atılan hakiki oyların toplamda gerçekten hangi sayıları verdiğini belki hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Her halükârda Erdoğan’ın ve rejim güçlerinin gösterilenden daha az hakiki oyu olduğu tartışmasızdır. Ancak, bırakalım sandığı aşan kapsamda bir seferberliğe soyunmayı, en basit anlamda sandıklara sahip çıkılması konusunda bile gösterilen başarısızlık burjuva muhalefetin dar perspektifinin, kapasitesizliğinin hazin bir tescili olmuştur.
Ortaya çıkan tabloya bakıldığında, görülmesi gereken temel olgu, toplumun tam anlamıyla ortadan ikiye yarılmış olduğudur. Bir yanda Erdoğan’ı ve onun iktidarını istemeyen, hatta ondan nefret eden bir kitle, diğer yanda her şeye rağmen ona sahip çıkan bir kitle. Bu yarılma bir yanda rejime karşı mücadele açısından anlamlı bir zeminin mevcut olduğunu, diğer yanda da rejimin elindeki araçların sadece muhalefete dönük devlet baskısından ibaret olmadığını, geniş bir kitle tabanını seferber etme gücünü koruduğunu, dolayısıyla zorlu ve örgütlü bir çaba gerektiğini göstermektedir.
Gerçek oy sayılarından bağımsız olarak, rejimin tüm ekonomik tahribata, deprem yıkımına, yarattığı derin eşitsizlik ve adaletsizliğe rağmen emekçi kitlelerin önemli bir bölümünü kendi kontrolünde tutmayı başardığı ortadadır. Bu kitlelerin genel olarak hallerinden hoşnut oldukları söylenemez. Muhalif kitlelerin özelikle sosyal medyada sesi çok çıkan bir bölümü kibirli ve aşağılayıcı bir dille bunun aksini dile getirse de, bunlar gerçekliği değil kendi “orta sınıf” hezeyanlarını dışa vurmaktadırlar. Söz konusu kitlelerin önemlice bir bölümü hoşnutsuzluklarına rağmen Erdoğan’ı yeğlemişlerdir. Faşist rejim özellikle din istismarı, şoven milliyetçilik ve “terör” korkusu üzerinden, çeşitli yol ve yöntemlerle bu kesimlerin gözünü korkutmayı ve onları farklı biçimlerdeki rüşvetlerle bağlı tutmayı başarmıştır. Sürecin farklı aşamalarında bu hoşnutsuzluk yükselmiş olsa da, rejim güçlerinin dört bir koldan yürüttüğü hummalı çalışma bunun çizgiyi geçmesine izin vermemiştir. Ancak rejimin kirli yöntemlerinin ve çalışmasının başarılı olmasını mümkün kılan asıl şey muhalif güçlerin bu kitlelerin rejimden koparılmasını sağlayacak perspektife, örgütlülüğe ve gayrete sahip olmayışıdır. Yeri gelmişken şunu da belirtmek gerekiyor ki, tam da böylesi köklü sorunlar varken, muhalefet çevreleri ve kitlelerinde tartışılan muhalefet adayının “yanlış aday” olduğu iddiası alabildiğine yüzeyseldir. Bu iddianın köpürtülmesi tümüyle muhalefet içindeki dalaşmalar ve taht kavgalarıyla ilgilidir. İmamoğlu ya da Yavaş aday olsaydı da sonucun değişmesinin mümkün olmadığı açıktır. Bu kişi sorunu değil bir rejim sorunudur. Rejim her halükârda sandık operasyonunu yürüterek kendi zaferini ilan edecekti. Muhalefetin sandıktan zaferle çıkmasının önüne geçemeyeceği bir durum ortaya çıktığında ise, herkesin beklediği üzere, çok daha farklı yollara başvurarak iktidarı bırakmamak üzere B planını uygulayacaktı.
Sonuçta rejim birçok noktada sıkışmalar yaşıyor olsa da, başarıyla yürüttüğü seçim operasyonuyla, içeride ve dışarıda kendisine bir nefes aralığı yaratmıştır. Şimdi içte ve dışta tüm karşıt güçlerin karşısına yeni bir meşruiyet pozuyla dikilme şansı bulmuştur. Nitekim ABD başkanı dâhil tüm belli başlı ülkelerin liderleri Erdoğan’ı tebrik edip “birlikte çalışma” dileklerini iletmişlerdir. Memnuniyetini saklamayan Erdoğan, içeride ise alenen tehdit savurup gözdağı vermeyi ihmal etmemiştir. Nitekim işareti alan faşist güruh seçim gecesi silah patlata patlata konvoylar halinde ülkenin dört bir yanında gözdağı mesajının ilk uygulamasını yapmışlardır.
Türkiye’de burjuvazinin her iki kesiminin de körüklediği yapay kutuplaştırma politikasının, AKP iktidarı ve devamındaki faşist rejim tarafından azdırılıp körüklendiğini biliyoruz. Bu bölünme esasen kültürel-ideolojik karakterlidir. Dibinde kır-kent, taşra-metropol, eğitimli-eğitimsiz ayrımlarının yer aldığı bu bölünmüşlük, AKP’nin dört bir yana kök salmış örgütlü ağları sayesinde ayakta tutulmaktadır. Tarikatlar, cemaatler, vakıflar, din esaslı kurs ve okullar, muhtaçlaştırma esasına dayanan sözde sosyal dayanışma ağları ile örülü bu alan, “gerçeklerin” yukarıdan sunulduğu teşhir ve propaganda ile kırılamaz. Burjuvazinin bir kesiminin ya da “orta sınıfların” din teşhiri, laiklik, modernlik propagandası burada sökmez. Dahası bu kesimlerin ağzından çıktığı ölçüde yolsuzluk, hayat pahalılığı propagandası da pek işe yaramaz. Sınıf kimliğini esas alan dişli bir örgütlenme çabasıyla bu alanlar tırnakla sökülüp kazanılmalıdır. Özellikle sanayi havzalarında bu çalışmanın yapılması hayati önemdedir. Böylesi bir çalışma emekçilerin milliyetçilik zehrinden arınması için de şarttır.
Kitleleri sandığa hapsedenlerin söylem ve tutumları rejimin çizdiği çerçevenin ötesine geçebilmiş değildir. Bu noktada özellikle ikinci tura gidilen süreçte Millet İttifakının ve CHP’nin izlemeyi tercih ettiği milliyetçi strateji başlı başına ele alınması gereken bir tablo çizmektedir. Rejimin yarattığı şoven milliyetçi atmosferi, Millet İttifakı da savunu mekanizması olarak milliyetçi propaganda ekseninde körüklemiştir. Toplumu kilitleyen, geleceğe yönelik olumlu dinamikleri bile felç eden milliyetçilik tuzağından çıkılamadığı için toplum onyıllardır bu çukurda debelenmektedir. Suriyelileri gönderme üzerinden yürütülen ırkçı kampanya da bu çukuru iyice derinleştirmiştir.
Seçimlerden önceki değerlendirmemizde şunu söylemiştik: “Seçim sonucu ne olursa olsun önümüz kavgadır ve burjuva muhalefete bel bağlanamaz. Burjuva muhalefetin hizaya çekilebilmesi bile ancak emekçi dinamiği güçlendirildiği ölçüde garantiye alınabilir.” Bu tespitlerin geçerliliği sürüyor ve artacağı belli olan faşist baskılar altında görev daha da zorludur. Ancak umutsuzluğa yer yoktur, mücadele sürmektedir. Muhalif kitlelerin önemli bir bölümünde karamsarlık ve umutsuzluk eğilimleri yayılmaktadır. O nedenle bu eğilimlerin özellikle işçi sınıfı kesimlerine fazla sirayet etmemesi için çaba harcamak gerekmektedir. İşçi sınıfı açısından ihtiyaçlar ve mücadele konuları olduğu yerde durmaktadır ve mücadeleden başka çıkış yolu yoktur.
Yenilginin sebepleri ve ne yapılması gerektiğiyle ilgili tartışmalar şimdi tüm hızıyla sürmektedir. Doğru aday/yanlış aday tartışmasının anlamsızlığına değinmiştik. Bilinç bulandırıcı olabilecek başka yanlış tartışmalar da var. Bu noktada şovenizmin bir başka bağlamda köpürtülmesi anlamına gelen Kürt düşmanı argümanlara asla prim verilmemelidir. Bu argümanlarda Kürt hareketinin ve halkının muhalefete yeterli destek vermediği işlenmektedir. Bu doğru olmadığı gibi, aksine Kürt halkının haklı talepleri ve mücadelesi tüm süreç boyunca hedef gösterilmiş, öcüleştirilmiştir. Rejime karşı milliyetçiliğin 50 tonunu yarıştırma anlamına gelen tutumlar almanın bir hayrının olmadığı görülmüştür.
Önümüzde çelişkilerin alabildiğine şiddetleneceği bir dönem uzanıyor. Rejimin kendi yarattığı çok boyutlu yıkımın altından nasıl kalkacağı belli değildir. Fakat işçi sınıfının devrimci politik örgütlülüğü güçlenmedikçe, buradan kendiliğinden işçi sınıfı lehine bir çözümün çıkmayacağı da açıktır. Her halükârda işçi sınıfını ve emekçileri çok daha ağır bir yıkım dönemi beklemektedir. Rejimin her türlü muhalefete tahammülsüzlüğü zaten ortadadır. Sıkıştığı noktada saldırıları arttıracağı açıktır. Şimdi yapılması gereken sınıfın bağrındaki örgütlü çabaları güçlendirirken bir yandan da sınıf güçleriyle demokratik sol güçlerin mücadele birliğini ifade edecek emek eksenli mücadele cephesini güçlendirmeye çalışmaktır. Bu noktada son bir uyarı yapmak yerinde olur. Mücadele cephesini gerçek anlamda güçlü hale getirebilmek için bileşenlerin altının dolu olması önem taşımaktadır. Yüzlerce parti, örgüt, kurum adının liste halinde yazıldığı birlikler sahada gerçek bir karşılıkları yoksa hiçbir şey ifade etmemekte, aksine bir şey yaparmış gibi görünüp hiçbir şey yapılmamasına ve nihayetinde de hayal kırıklıklarına yol açmaktadır. Ders çıkarmaktan söz edilecekse sol kesimler içinde de bu nokta sorgulama noktalarından biri olmalıdır. Bitmedi kavga, sürüyor!
link: Marksist Tutum, Seçimin Ortaya Koyduğu Temel Gerçekler, 31 Mayıs 2023, https://marksist.net/node/7986
Birliğimize Dört Elle Sarılalım!