Ekonomik krizin çöküşe doğru ilerlemesinin engellenememesi ve dış politikada manevra alanının tükenmesi nedeniyle faşist rejimin ciddi bir sıkışma içinde olduğu nicedir görülüyor. Giderek artan bu sıkışmayı aşamayan rejim büyük bir çıkmazla karşı karşıyadır. Son dönemde rejimin iç kenetlenmesinin çözülmeye başlaması da bu çıkmazın bir sonucudur. Toplumsal sorunlar her alanda bir yumağa dönüşürken, bu sorunları çözecek enerjisi de kabiliyeti de ekonomik gücü de bulunmayan rejim hızlı bir zemin kaybı yaşıyor.[1] Son birkaç ayda çok daha ağır şekilde yaşanan ekonomik sorunlar, geniş emekçi kitleler açısından, rejimin yarattığı çok katmanlı sorunlar silsilesinin en yakıcı unsuru haline gelmiş bulunuyor. İşsizlik, kurdaki yükselişin katlayarak arttırdığı hayat pahalılığı, asgari ihtiyaçları bile karşılamaya yetmeyecek kadar düşen gelir düzeyi nedeniyle AKP-MHP tabanında giderek daha büyük kopuşlar yaşanıyor.
Öte yandan, ekonomik yıkım, bu kesimlerin daha önce inkâr ettikleri ya da ilgilenmedikleri pek çok soruna artık tepki göstermelerini de beraberinde getirmiştir. Bu açıdan rejimin din tacirliği de etki gücünü önemli ölçüde yitirmiştir. Hırsızlık, yolsuzluk, adaletsizlik ve her türlü zorbalık, toplumun büyük çoğunluğunun gözünde çok daha açık hale gelmiştir. Tüm bunlar başta gençler ve kadınlar olmak üzere rejimin tabanındaki çözülmeyi özellikle son bir yılda hızlı bir biçimde arttırmaktadır. Hüküm süren boğucu atmosferin umutsuzluğa ve edilgenliğe sürüklediği emekçilerde belirgin bir silkinme görülürken, “bu böyle gidemez, gitmemeli” duygusu artık toplumun çok büyük bir kesimine egemendir. Ne var ki bu duygu, örgütsüzlük ve buna bağlı hedefsizlik nedeniyle henüz anlamlı bir eylemselliğe dönüşmüş değildir.
Her alanda kriz ve yıkım üretir hale gelen faşist rejim, Türkiye kapitalizmini içine sürüklendiği derin krizden kurtarma potansiyelini tümüyle yitirmiştir. Sermaye açısından sürdürülebilir olmaktan çıkan bu durum, bir süredir dikkat çektiğimiz siyasi krizin artık belirgin bir olgunlaşma düzeyine ulaştığını da gösteriyor.[2] Gerek egemen sınıf içindeki gerekse sınıflar arasındaki çelişkilerin derinleşmesinin çatışma dinamiklerini de keskinleştirdiği bu süreç, rejim açısından bir yönetememe krizine doğru ilerliyor. Böylesi bir krizin, sadece sermayenin iktidardaki fraksiyonu açısından değil bir bütün olarak egemen sınıf açısından büyük bir riske işaret ettiği açıktır. Ekonomik yıkımın kolayına toparlanamayacak bir boyuta ulaşmasının pek çok şeyi çığırından çıkardığı gibi işçi sınıfının öfkesini de kontrol edilemeyecek noktaya sıçratması tehlikesi burjuvaziyi korkuya sevk etmektedir. Rejim güçlerinin “kurtuluş savaşı”ndan dem vurmasının da, CHP-İYİP’in başını çektiği “Millet İttifakı”nın ve TÜSİAD’ın alarm zillerine asılmasının da temel nedeni budur.
Nitekim uzun süredir bekleme pozisyonunda olan burjuva muhalefet son aylarda atağa geçerek ön almaya girişmiştir. Kılıçdaroğlu’nun rejimle özdeşleşen yağma ve talandan beslenen sermaye kesimlerini açıktan tehdit etmeye başlaması, bu tehditleri kendilerine kadar uzattığı devlet bürokrasisini bir bakıma “sivil itaatsizliğe” çağırması, bugüne kadar devlet tarafından mağdur edilmiş toplum kesimlerine “helalleşme” çıkışıyla seslenmesi, CHP’nin ilk kez savaş tezkeresine “hayır” oyu vermesi, TÜSİAD’ın demokrasi vurgulu çıkışlarda bulunması bu doğrultudaki hamlelerden bazılarıdır. “Erken seçim” çağrısının artık ısrarlı bir şekilde yükseltilmesi ve CHP’nin yerel seçimlerden sonra ilk kez miting programlarıyla meydanlara inmesi, sermaye cephesinde yeni bir dönem hazırlıklarının hızlandırıldığını gösteriyor.
Mevcut rejimi seçim yenilgisine uğratarak tasfiye etmekten dem vuran burjuva muhalefet, “güçlendirilmiş parlamenter sistem” adı altındaki bir restorasyon projesine soyunmuş durumdadır. CHP ve İYİP’in başını çektiği altı muhalif düzen partisi, bir süredir bu doğrultuda bir anayasa taslağının hazırlıklarını da yürütüyor. Faşist bir rejimin olağan mekanizmalarla ortadan kaldırıldığı şimdiye dek görülmemişken, Kılıçdaroğlu, “dünya tarihinde ilk kez bir otoriter yönetimi seçimle göndereceğiz” diyerek bir ilkin gerçekleştirileceğinden dem vuruyor. Rejimin karakterinin göz ardı edilmesine hizmet eden bu söylemin asıl amacı hiç kuşku yok ki emekçi kitlelerin düzeni sarsacak olası çıkışlarına ket vurmaktır. Kitlelerin mücadeleye çekilmesinin devletin gücünü zayıflatarak düzeni tehlikeye düşürebileceğini hesaplayan burjuva muhalefet, altta fırtınalar kopmasını engelleyerek tepeden bir dönüşüm hedefliyor. Oysa rejime karşı mücadeleyi tümüyle seçimlere ve sandığa indirgeyen bu burjuva zihniyet, Türkiye’de otoriterleşme yönündeki adımların Bonapartlaşmadan faşistleşmeye ilerlemesinin önüne geçilememesinin temel müsebbiplerinden biridir.
Biliyoruz ki Asyatik devlet geleneği kodlarına işlenen burjuva düzen güçleri, emekçi halk kitlelerinin bağımsız inisiyatif gösterme olasılığına karşı her kapıyı baştan kapatmaya programlanmışlardır. CHP’nin kendi cumhurbaşkanı adayının kazandığı oylara bile sahip çıkmamasından tutalım, rejimin asma yaprağı olan parlamentoyu terk ederek onu gayrimeşru ilan etmemesine kadar her adımda bu zihniyet kendisini apaçık ortaya koymuştur. 12 Eylül’e giden yoldaki faşist tırmanış karşısında da tümüyle pasif durumda kalan CHP’nin, bununla kalmayıp sosyalist solu parlamentarizmin çıkmaz sokağında boğmaya yöneldiğini de biliyoruz. Bu zihniyet bugün de burjuva demokrasisinin geniş bir şekilde işlediği bir rejime değil, “başkanlık sistemi öncesine dönme”ye odaklanmıştır. Altı partinin üzerinde çalıştığı söylenen anayasa taslağının açıklanan bölümlerinin tümünün parlamentosuyla, yargısıyla burjuva devlet mekanizmalarının işleyişine dair maddelerden oluşması bunu açıkça gösteriyor. Sendikaların ve demokratik kitle örgütlerinin sürece dâhil edilmediği, HDP’nin ısrarla dışlandığı bir değişim projesinden çıkacak “demokrasi”nin, düzenin eski dar sınırları içinde restore edilmesinin çok fazla ötesine geçemeyeceği açıktır.
Üstelik bu, seçimlerin olağan işleyiş içinde yapılacağı ve Erdoğan’ın da iktidarı bırakıp gideceği varsayımına dayanan bir restorasyon projesidir! Burjuva muhalefet partilerinin sosyalist saflara da sirayet ettirdiği seçim odaklı hareket tarzı, emekçileri sandığa kadar atıl kalmaya sürüklemesinin yanı sıra rejimin gerçek niteliğinin üstünün örtülmesine de hizmet etmektedir. Oysa rejimin niteliğine yönelik tespit ve tahlillerin, siyasi örgütlerin tüm hareket tarzını belirleyeceği açıktır.
Rejimin niteliği
2011’den 2016’ya kadar geçen süreçte AKP iktidarının nasıl bir değişim geçirdiğini ve bunu temellendiren koşulları şöyle değerlendirmiştik:
“Burjuvazi içi iktidar kapışmasında kendi cenahını palazlandırıp güçlendirmeye çalışan Erdoğan, siyasal süreçte giderek tek başına öne çıkan bir figür olarak sivrilmiş ve Bonapartlaşmıştı. Ne var ki bu durum egemen sınıf içindeki kapışmayı sonlandırmayıp tersine azdırdı. Burjuva rejim bu temelde kırılganlaşırken, kapitalist sistemin derin krizinin, Türkiye’yi içine çeken emperyalist savaşın ve Kürt ulusal kurtuluş mücadelesinin belirlediği olağanüstü koşulların daha da olgunlaşması, burjuva düzen açısından tehlikeyi büyüttü. İşçi sınıfının devrimci mücadelesi düzen açısından henüz bir tehdit oluşturmasa bile, söz konusu diğer faktörler AKP iktidarı açısından yeterince köşeye sıkıştırıcıydı. Bu koşullar nedeniyle, Erdoğan kliği, sahip oldukları iktidarın yitirilmemesini kendi çıkarları açısından bir ölüm-kalım hesabına dönüştürdü. Erdoğan ise, burjuva rejimin kırılganlaştığı koşullarda, alternatifi olmayan ve bu yüzden katlanılması gereken lider pozlarında, kendini burjuva düzenin ordusundan çeşitli burjuva kesimlere dek dayattı. Bonapartlaşan Erdoğan bu temelde yol aldıkça burjuva rejimi de fiilen Bonapartlaştırdı. Ancak olağanüstü rejim uygulamaları bu noktada da durmadı ve gelişmeler faşist bir tırmanış sürecine evrildi.” (Elif Çağlı, Faşist Tırmanışa Karşı Mücadeleye, Ocak 2016, marksist.com)
Ne yazık ki mücadelenin yükseltilemediği koşullarda, AKP’nin 2015 Haziran seçimlerinde aldığı yenilginin ardından hız kazanan faşist tırmanış süreci faşizmle nihayetlendi ve Türkiye tarihinde ilk kez sivil bir faşizm gerçekliğiyle yüz yüze kaldı. 15 Temmuz’u bahane ederek kuşandığı OHAL yetkileriyle mutlak iktidarı ele geçiren Erdoğan, MHP ve Ergenekoncularla ittifak halinde hızla faşist rejimin inşasına girişti. 2017 Nisanında gerçekleştirilen başkanlık referandumu ve 2018 Şubatında gerçekleştirilen Afrin işgaliyle bu rejimin son tuğlaları da yerine oturtuldu ve böylelikle Erdoğan liderliğindeki Türk-İslam tipi sivil faşizmin kurumsallaşma süreci tamamlandı.
Bu faşist rejimin klasik faşizm örneklerinden ve 12 Eylül askeri faşizminden farklılıklarını, özgünlüklerini çeşitli yazılarımızda ayrıntılı bir şekilde ele aldık. Bugün yürümekte olan tartışmalar bağlamında birkaç temel tespitimizi hatırlatalım:
“Sivil faşizm örneklerinde parlamenter sistem, askeri faşist rejimin kuruluşunda olduğu gibi ani bir darbeyle lağvedilmediğinden, yarattığı toplumsal etki de farklıdır. Faşist iktidarın artık kurumlaştığı bir dönemeç noktasına dek, toplumun genelinde olağanüstü bir rejimin (faşizmin) iktidara yerleşmekte olduğu algısı zayıf kalmaktadır. Bu algı güçlenmeye başladığında ise, birilerinin dediği gibi «atı alan Üsküdar’ı geçmiş» olmaktadır.
“Türkiye örneğinde görüldüğü üzere, askeri faşizm iktidar koltuğuna kurulur kurulmaz sağı ve soluyla sivil siyaset güçlerine ani bir darbe indirerek siyasi yaşamı açıkça sona erdirir. Ölümü gösterip sıtmaya razı etme misali, ülkedeki çatışmalı ortama son verdiği görüntüsü sergileyerek, kendi askeri diktatörlüğünün toplum tarafından ehven-i şer görülmesini sağlar. Sivil faşizmde ise durum biraz daha farklıdır. Ülkeyi kendi ilan ettiği olağanüstü hal yasalarıyla (KHK’larla) yönetmeye başlayan iktidar partisi, bu süreçte diğer tüm örgüt ve çevrelerin siyasetini adım adım boğma pahasına, kendi «sivil» siyasetini sanki normal burjuva rejim işliyormuş süsü vererek sürdürür. O nedenle de, toplumda, siyasi yaşam (artık bu biçimde de olsa!) devam ediyormuş gibi bir kabullenme hali egemen olur.
“Sivil faşizm iktidara tırmanma kesitinde ve iktidarının ilk döneminde, özellikle işçi-emekçi kitlelerin mücadeleci örgütlerine seçmeli biçimde baskı-şiddet yöneltmekte, toplumun geri kalanına ise dokunmayacağı algısı yaratmaktadır. Kendi özel harekât güçleri eşliğinde gerçekleştirdiği «saray» veya «seçim» darbeleriyle iktidara tırmanan sivil faşizm, bu süreçte püskürtülmediği takdirde iktidara iyice yerleşmek için büyük fırsat kazanmış olmaktadır. Şu da bir gerçektir ki, zamana yayılmış biçimde ve dozu alıştıra alıştıra arttırılan faşist uygulamalar, faşizmin iktidara yerleşmesini engelleyecek geniş ve birleşik bir mücadelenin örülmesi sürecini pörsütmektedir.” (Elif Çağlı, Faşizmin Panzehiri Devrimci Dirençtir, Eylül 2017, marksist.com) (abç)
Tüm bunlar, işçi sınıfının geri bilinç ve örgütlülük (gerek sendikal gerekse siyasal) düzeyinin yanı sıra sosyalist hareketin aldığı nice darbe ve kendi zaafları nedeniyle alabildiğine zayıf düşmesiyle birlikte düşünüldüğünde, toplumsal muhalefetin faşist rejim karşısında neden bu denli eylemsiz kaldığını anlamak hiç de zor değildir.
Rejime karşı mücadelenin dinamikleri
Sosyalistler açısından, rejimin niteliğini doğru tespit etmenin, sadece döneme uygun doğru mücadele yöntemlerine uyarlanmak ve örgütlü gücü rejimin saldırılarından korumak açısından değil, demoralizasyona ve umutsuzluğa karşı gerekli panzehiri üretmeye yoğunlaşmak açısından da şart olduğu açıktır. Bu yapılamadığı takdirde, bıraktık örgütsüz kalabalıkları, örgütlü kesimlerin bile umutsuzluk ve yılgınlık girdabına kapılıp mücadele azmini yitirmesini engellemek zordur. Zaten rejimin bilinçli bir şekilde yaratmaya çalıştığı kitle psikolojisinin önemli bir unsuru da bu değil midir? Nitekim faşizmin tırmanışa geçip kurumsallaştığı son altı yıllık süreçte, muhalif emekçi kitleler, seçim dönemlerindeki kısa süreli canlanmalar dışında, kendilerini her aşamada daha derine çeken karamsarlık sarmalından bir türlü kurtulamamışlardır. Bu ruh hali sosyalist hareketin büyük bir kesimini de etkisi altına almıştır ne yazık ki. Şimdilerde, ekonomik yıkımın emekçi kitlelerin çok büyük bir kesiminin öfke ve tepkisini doğrudan rejime yöneltmeye başlamalarının bu ruh halinde de hızlı bir kırılma yaratmaya başlaması çok sevindiricidir. Her ne kadar burjuva muhalefet bunu seçim kanalına yöneltmeye çalışsa da, bu değişim, bir bütün olarak işçi sınıfının sosyalist ajitasyon ve propagandaya daha açık hale gelmesine zemin hazırlayacaktır. Fakat faşist rejime karşı mücadelenin duygulara dayanarak değil, bu muhalif duyguları aktif mücadeleye dönüştürecek bir örgütlülük sayesinde ilerletilebileceğini[3] asla unutmamak gerekir.
Bugün toplumsal muhalefetin önünde iki temel soru bulunuyor: Birincisi Erdoğan şefliğindeki bu rejimin yıkılması için ne yapılması gerektiğidir; ikincisi ise yıkıldıktan sonra yerine neyin koyulacağıdır. Yukarıda dile getirdiğimiz gibi, “Millet İttifakı” etrafında kümelenen burjuva muhalefet cephesi rejimi seçim yoluyla yenilgiye uğratıp tasfiye etmeyi ve sonrasında da “güçlendirilmiş parlamenter sistem” dedikleri bir siyasi restorasyon programını hayata geçirmeyi hedeflemektedir. CHP de dâhil olmak üzere burjuva siyaset arenasının merkezinde ve sağında saf tutan bu burjuva muhalefet güçlerinin, gerek savundukları neoliberal ekonomi programıyla gerekse de Türkiye’de demokrasi sorununun en temel ayağını teşkil eden Kürt sorununda takındıkları devletçi-milliyetçi tutum başta olmak üzere siyasi gericilikleriyle, işçi sınıfının ve emekçilerin yakıcı sorunlarına derman olamayacakları açıktır.
Toplumsal muhalefetin “Millet İttifakı” denen bu merkez-sağ ittifak dışında iki ayağı daha bulunmaktadır: Bunların en güçlüsü şu anda parlamentoda olmakla birlikte rejimin azgın saldırılarıyla kolunu kanadını kırmaya çalıştığı HDP’dir. Kürt siyasal hareketiyle ittifak halindeki sosyalist yapıları da bünyesinde barındıran HDP, burjuva siyaset arenasının sol kanadını oluşturan yegâne partidir. Yukarıdaki ilk soruya verdiği yanıtta “Millet İttifakı”na benzer şekilde seçimleri işaret eden HDP, ikinci soruya yanıt olarak önerdiği ekonomik-sosyal-siyasal programla bu ittifaktan keskin bir şekilde ayrışmaktadır. Bu, barışa ve demokrasiye odaklanmakla birlikte emekçi kitlelerin ekonomik-sosyal durumlarında iyileştirmeler de vadeden bir sol reform programıdır.
Toplumsal muhalefetin diğer ayağını ise geniş bir yelpazeye yayılan sosyalist hareket oluşturmaktadır. Son dönemde sosyalist hareket saflarında, rejime karşı mücadelede ve rejim sonrası dönemin siyasal karakterinin şekillendirilmesinde burjuva muhalefet cephesi karşısında işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin acil ekonomik ve demokratik taleplerini merkeze koyan sol/sosyalist bir ittifakın/cephenin/blokun yaratılıp yaratılamayacağı yönündeki tartışmalar yoğunlaşmış durumdadır. İşçi sınıfının ve emekçi kitlelerin öfke ve tepkilerinin böylesine büyüdüğü bir ortamda, işçi sınıfının bütün örgütlerinin, bu rejimden emekçi kitlelerin çıkarları temelinde bir kurtuluşun nasıl sağlanabileceğine odaklanmaları şarttır. Faşizme karşı mücadelede güçleri birleştirme hedefine odaklanan tartışmalar doğru bir zeminde ilerlediği takdirde güncel pratik ihtiyaçlar ve görevler temelindeki eylem birliklerinin güçlenmesi de mümkün olabilecektir. Öte yandan “devrimci siyaset” adına gerçeklikten tümüyle kopan, işçi sınıfının mevcut durumdaki bilinç ve örgütlülük düzeyinin yanı sıra sosyalist hareketin de zayıflığını hesaba katmayan yaklaşımların ciddiye alınabilirlikten uzak olacağı da açıktır. Sosyalist hareketin temel zaafı ve zayıflığı, çok sayıda sosyalist örgütün “birlik” olamamasından değil, işçi sınıfıyla “birlik” oluşturulamamasından kaynaklanmaktadır. Pek çok kez yapıldığı gibi “işçi sınıfına gitmek”ten söz edilmesi bile aslında onun “dışında” olunduğunun ikrarıdır, oysa mesele işçi sınıfına “gitmek” değil, kelimenin derin anlamlarıyla işçi sınıfının içinde olmaktır. Devrimci siyasetin ancak devrimci örgütlerin kollarının işçi sınıfı içine güçlü bir şekilde uzandığı koşullarda etkin bir güce kavuşabileceği, aksi halde en devrimci programın, en devrimci stratejinin bile kâğıt üzerinde kalmaya mahkûm olacağı Marksizmin abecesidir.
Enternasyonalist komünistler olarak, gerek faşizmin tırmanış sürecinde, gerekse iktidara yerleşmesinin ardından, rejimin doğru bir şekilde tahlil edilmesinin önemini ısrarla vurgularken, ona karşı mücadeleyi zaman kaybetmeksizin yükseltmenin yakıcı önemine de dikkat çektik. Kuşkusuz bunu, bu mücadelenin dinamiklerine yönelik değerlendirmelerimiz eşliğinde yaptık:
“Eğer tarihten ders alınacaksa, faşist tırmanışa karşı iş işten geçmeden mücadeleyi dört bir koldan yükseltmenin hayati önemde zorunlu olduğu anlaşılır. Devrimci işçilerden demokrat aydınlara, örgütlü sosyalistlerden mücadeleci Kürtlere dek, her kesimin kendi bağrından yükselteceği ve ortaklaştıracağı bir faşizm karşıtı mücadele, bugünkü karanlık gidişatı değiştirebilir. Ve unutulmasın ki, faşizm karşıtı mücadelede işçi sınıfının birleşik mücadele cephesinin inşa edilebilmesi açısından, işçi sınıfı içinde çalışan devrimci güçlerden müteşekkil, ilkelerde anlaşmış kararlı bir çekirdek gücün oluşturulması büyük bir önem taşıyor. Bugün işçi-emekçi kitlelerin yaşamını tehdit eden savaş ve faşizm belâsından kurtulmanın ve insanın zulme direnmesini sağlamanın yolu mücadeleyi yükseltmekten geçiyor. Başka bir seçenek yok!” (Elif Çağlı, Faşist Tırmanışa Karşı Mücadeleye) (abç)
“… altını çizerek belirtmek gerekir ki, toplumun yarısından fazlasında totaliter Erdoğan-AKP iktidarına karşı önemli bir karşıtlık ve hoşnutsuzluk duygusu mevcuttur. Kuşkusuz bu iktidara karşı mücadele duygulara dayanarak değil, bu muhalif duyguları aktif mücadeleye dönüştürecek bir örgütlülük sayesinde ilerletilebilir. Bugün Türkiye’de, ezilen ulusun demokratik mücadelesinden ona destek veren birleşik demokratik muhalefete, baskıları hapisleri göğüsleyen gazetecilerden, akademisyenlerden çeşitli aydınlara dek, totaliter iktidara karşı yükseltilen demokrasi mücadelesi son derece önemli ve kıymetlidir. Ama bu kadarı yeterli değildir. Mevcut anti-faşist muhalefete işçi sınıfının devrimci mücadelesini katmadan kalıcı başarılar elde etmek mümkün olmayacaktır.
“Unutulmasın ki, faşizm ve benzeri tüm olağanüstü burjuva rejimler işçi sınıfının mücadelesine, örgütlerine darbeler indirebilir fakat her ne yaparsa yapsın işçi sınıfını ortadan kaldıramaz. Onun tarihsel misyonunu yok edemez ve en karanlık günlerin içinden bile sınıfın duyarlı unsurlarının tomurcuklanmasını engelleyemez. 16 Nisan 2017 referandumu döneminde kendi sınıf çıkarları gereği «Hayır» diye haykıran çeşitli sektörlerden işçilerin ağzından dökülen şu sözler bu gerçekliği ne güzel anlatıyor: «Direnç çiçeğinin gülleri geç açar, çatlattığı kayadan su gürül gürül akar»! Kapitalist toplumda işçi sınıfının mücadele dinamiğini Marksizmin diyalektik kavrayışı çerçevesinde dile getiren bu sözler, içinden geçmekte olduğumuz gericilik günlerinde daha da önem kazanıyor. Bu karanlık dönemin ilânihaye devam etmeyeceğinin bilinciyle ve Marksizmin tarihsel iyimserliğinden alınan güçle mücadele ilerleyecektir. Bundan kimsenin kuşkusu olmasın!” (Elif Çağlı, Faşizmin Panzehiri Devrimci Dirençtir) (abç)
Bir kez daha vurgulayacak olursak, geldiğimiz evrede rejimin sıkışıklığı artmış, girdiği çıkmazda manevra alanı daralmıştır. Ne var ki bu, rejimin kendiliğinden gideceği, olağan mekanizmalarla yıkılabileceği anlamına gelmemektedir. Faşist rejimin iktidarını korumak için bir taraftan baskıyı arttırıp muhalefete tehditler savururken, öte taraftan da seçimleri erteleme ve muhalefeti sindirme fırsatını yakalayabileceği düşüncesiyle savaş dâhil her türlü tezgâha başvurabileceği gerçeği görmezden gelinemez. Son günlerde rejim unsurları tarafından dolaşıma sokulan “ekonomik OHAL” tartışmaları da bu bağlamda değerlendirilmelidir. Sonuçta, bu rejimin, emekçi kitlelerin yükselecek mücadelesinin basıncı dışlanarak ya da iç ve dış koşulların zorladığı büyük kriz ve çalkantılar olmaksızın, bir seçim yenilgisiyle olağan yollardan iktidardan gideceği hesabına dayanan hiçbir politikanın başarıya ulaşma şansı yoktur.
Faşist rejimin inşa edilmesinden bu yana döne döne vurguladığımız üzere, faşizm iktidarından kendiliğinden feragat etmez. “Son tahlilde sınıf mücadelesinin şaşmaz bir kuralı olarak denebilir ki, «zor»a dayanarak iktidarını sürdüren, çeşitli iç ve dış faktörlerin etkisinin büyüttüğü mücadeleyle «zor» ile gider!” (Elif Çağlı, age)
Tıpkı tarihteki diğer örnekler gibi bu olağanüstü rejimin akıbeti de olağanüstü süreçler tarafından belirlenecektir ve bu dönem açılmıştır. Mesele, işçi sınıfının bu sürece kendi sınıf çıkarları temelinde örgütlenmiş bağımsız bir aktör olarak katılmasının sağlanıp sağlanamayacağıdır. Bu noktada, görece mücadeleci sendikaların harekete geçmeye başlamaları, daha kitlesel mitingler örgütlemeleri, sosyalist örgütlerin bu mitinglerde daha yüksek katılımlarla yer almaları, faşizme karşı mücadelenin temel ayaklarının güçlenme potansiyeline işaret etmektedir. Son bir yılda artan grevler, direnişler de işçi sınıfının bilinçsel dönüşümü açısından zemini uygun hale getirmektedir. Bu noktada sendikal bilinci devrimci bilince dönüştürme görevi kuşkusuz sınıf devrimcilerinin omuzları üzerindedir. İşçi sınıfının mücadelesinin yükselip çekim merkezi haline gelmesi, çiftçisiyle, öğrencisiyle diğer emekçi kesimlerin mücadelelerinin ortaklaştırılıp hedefe yöneltilmesini de mümkün hale getirecektir. Öte yandan faşizmin en büyük mağduru konumunda bulunan ve ona karşı verilen mücadelenin temel dinamiklerinden biri olan Kürt halkının ve onun siyasi temsilcisi HDP’nin rejimin saldırıları karşısında yalnız bırakılmamasının garantisi de buradan geçmektedir. Bu noktada sınıfın örgütlü saflarının güçlendirilmesi, sendikaların mücadeleci bir çizgiye zorlanması ve mücadelenin büyütülmesi noktasında sorumluluk sınıf devrimcilerine ve öncü işçilere düşmektedir. Faşist rejime ve sermayenin saldırılarına karşı birleşik emek cephesini örerek harekete geçmek, bugün her zamankinden çok daha yakıcı bir önem taşımaktadır.
[1] Utku Kızılok, Rejimin Çıkmazı Büyürken, marksist.com
[2] Levent Toprak, Rejimin Lâğımı Patladı (Haziran 2021), marksist.com
[3] Elif Çağlı, Faşizmin Panzehiri Devrimci Dirençtir (5 Eylül 2017), marksist.com
link: Marksist Tutum, Rejimin Krizi ve Mücadele Dinamikleri, 17 Aralık 2021, https://marksist.net/node/7530
“Hep Çalışmak, Hiç Oynamamak!” İşte Kapitalizm!
Efsaneler, Göz Boyamalar, Sermaye ve Doğa