İşçi sınıfı, faşist rejimin emekçilere yönelik ekonomik, sosyal ve siyasal saldırılarını dizginlerinden boşanmış bir şekilde arttırdığı, çok daha ağır bir saldırı programının düğmesine basmak için yerel seçimlerin bitmesini beklediği bir süreçte karşıladı 1 Mayıs’ı. Rejim güçlerinin yerel seçimlerde bir yenilgi alması umutları tazelemişti. Sendikalaşma çabalarında, direnişlerde ve grevlerdeki canlanma sınıf hareketinde bir kıpırdanmanın işaretlerini verirken, bu atmosferin 1 Mayıs alanlarında da yansımasını bulacağı açıktı. Nitekim Türkiye’nin pek çok kentinde gerçekleştirilen 1 Mayıs mitinglerinde uzun yıllardır ilk kez bu kadar kitlesel ve coşkulu katılımlar yaşandı. Fakat sadece burjuvazinin değil işçi sınıfının da kalbinin attığı İstanbul’daki 1 Mayıs kutlaması, burjuva muhalefetin başı olan CHP ve güdümündeki sendika bürokrasisi eliyle resmen sabote edildi. Üstelik bugün onu eleştiren sosyalist çevrelerin iddialarının aksine, bu sabotaj sadece 1 Mayıs günü sergilenen tutumlarla değil, esasen öncesindeki pratiğin ta kendisi sayesinde gerçekleşmiştir. Süreç, “Taksim’deyiz” açıklamasının yapıldığı ilk andan itibaren sorgulanmadığı sürece, bu sabotajın niteliğini kavramak ve gelecekte yapılabilecek benzerlerini engellemek mümkün olmayacaktır.
DİSK ve KESK bürokratları, seçimlerin ertesi gününde TMMOB, TTB, TDB gibi meslek örgütlerini de yanlarına alarak açıkladıkları Taksim kararıyla, sosyalist hareketin ezici çoğunluğu da dâhil olmak üzere geniş bir kesimi illüze etmeyi başardılar. İddialarının arkasını fabrikalarda, işyerlerinde, işçi bölgelerinde yürütülecek ciddi bir hazırlıkla değil Anayasa Mahkemesi kararıyla doldurmaya kalktılar. Sanki ortada anayasal bir işleyiş kalmış gibi, sanki faşist bir rejimle karşı karşıya değilmişiz gibi! Anayasa Mahkemesi kararını Taksim’in anahtarı olarak sallayarak faşist rejime yönelik yanılsamaları bir kez daha besleyip, onun geri adım atacağı konusunda yaygın bir beklenti oluşturdular. Son on gün içinde rejimden son derece net açıklamalar gelmeye başladığında ise bu kez “yasak tanımayıp Taksim’e çıkacağız, önümüzde kimse duramaz” diyerek devrimci pozlar kesmeye kalkıştılar. Devlet partisi CHP’nin başına geçirilen Özgür Özel’in “ben kefilim” diyerek Taksim korosunun önüne geçip baton sallamaya başlaması ise oyunu kimileri için daha da heyecanlı hale getirdi.
Rejim, 30 Nisanda yayınladığı “Taksim tedbirleri” ile, tıpkı daha önceki yıllardaki gibi İstanbul’un nasıl koyu bir ablukaya alınacağını net bir şekilde duyurdu. Ama bu durum, sendika bürokrasisinin devlet partisi CHP’yle elbirliği içinde kotardığı senaryoda “doğal olarak” bir değişikliğe yol açmadı. Aslında onların bekledikleri ve istedikleri fotoğrafı elde etmek için ihtiyaç duydukları şey de buydu. 1 Mayıs sabahı Beşiktaş sessiz sedasız iptal edilerek Saraçhane tek toplanma yeri haline getirilirken, sendikacıların Taksim’e yürüme çağrılarına kanıp tüm engellemelere rağmen Saraçhane’ye gelmeyi başaran binlerce emekçi burada güçlü bir polis barikatıyla karşılaştı. Bu beklenmedik bir şey değildi kuşkusuz. Ancak, yaratılan yanılsamalar doğrultusunda barikatın bir şekilde açılacağı sanılıyordu. Bir kez yanılsama hâkim olunca sonrasında yaşananlar da şaşırtıcı olmadı. Kameralara poz verip gerekli malzemeyi aldıktan sonra, önce Özgür Özel ve İmamoğlu Saraçhane’den ayrıldı, ardından da DİSK, KESK, TMMOB, TTB ve TDB’den oluşan Tertip Komitesi yürüyüşten çekildiklerini açıkladı ve binlerce emekçiyi orada polisle karşı karşıya bırakarak çekip gittiler! Böylece 2024 1 Mayıs Taksim oyunu, saat 12’de, daha önceki yıllarda sergilenen benzer müsamerelerin en kısa versiyonu olarak sona erdi.
Perde kapanırken DİSK ve KESK başkanlarının dillerinden dökülenlerse bu oyunun final vuruşu niteliğinde oldu. Bunların çekilme duyurusunun yarattığı tepkilerin ve tartışmaların ardından, işçi sınıfı ve sosyalistlerle adeta dalga geçercesine yaptıkları açıklamalar, önümüzdeki 1 Mayıslarda asla unutulmamak üzere saklanmalıdır.
Tertip Komitesinin yükselen eleştiriler ve suçlamalar karşısında dillendirdikleri sözler aslında bir oyun oynandığını apaçık kanıtlamaktadır. Belli ki CHP’yi parlatmak üzere şov planlanmıştır ve uzun deneyimlerin gösterdiği üzere böyle şovlar üç beş kurum temsilcisinin kafasından çıkamayacak kadar derin planlayıcıların işidir. Tertip Komitesindekilerin sözleri, polisle çatışmanın asla göze alınmadığı gibi, Taksim çağrısı yapılan milyonlarca işçinin de asla umursanmadığını kanıtlamaktadır. Seçim yenilgisi alan Erdoğan’ın yumuşama sinyallerinin ilk adımı olarak Taksim konusunda taviz vereceğini düşünen kof muhalifler, sosyalistler ve devrimci gençlik unsurları polise karşı direnirken, kendilerinin hiç değilse “makul bir kalabalık”la Taksim’e çıkışlarına izin verilebileceğini hesap etmişlerdir. Ama buna izin verilmeyip Saraçhane’ye hapsedildiklerini görünce, başta Özgür Özel olmak üzere kuyruğu kıstırıp oradan uzaklaşmışlardır.
Bu arada, Özgür Özel istediği “görüntü”yü fotoğraf karelerine nakşetmiştir elbette. Saraçhane’yi neden terk ettiği sorusuna verdiği yanıtsa, CHP’nin ve onun tepesine yerleştirilen kendisinin misyonunu gayet net açıklamaktadır: “Biz şu anda Türkiye’nin 1. partisiyiz. Bunun sorumlulukları var. Üstelik gelecekte ülkeyi yönetecek parti olarak sorumluluklarımız çok daha arttı. 31 Mart'ın kazananı olan bir parti olarak varıp da polise verilmiş kanunsuz emre rağmen polisle itişip kakışmak bana da partime de yakışmazdı. (…) Sonuçta 10 yıl sonra ilk kez İstanbul’da 1 Mayıs’ta bir meydanda toplandık. Hem de öyle tek başına falan değil, hem CHP hem DİSK hem TTB hem TMMOB hem KESK gibi daha başka pek çok örgüt bir aradaydı. Beraber görüntü verdi. Bunu örgütlü toplum açısından önemli bir kazanım olarak görüyorum. (…) Ben o barikatı kaldıracağım. Ben devletin polisini oradan çekeceğim ama bunu kendisi de halkın çocuğu olan polisle çatışarak yapmayacağım. Ben bunu seçimden 1. parti olarak çıkmış bir genel başkan olarak önümüzdeki ilk seçimi kazanarak yapacağım. Kavga ederek iterek çatışarak değil seçimle yapacağım bunu.”
Bu sözlerden Özgür Özel’in İstanbul’da söz konusu emek örgütlerinin yıllardır birlikte kitlesel bir şekilde kutladıkları 1 Mayıslardan habersizmiş rolü oynadığı gibi, kendisinin yegâne amacının, arkasına kitleyi de alarak bu emek örgütlerinin başlarındaki zatlarla “görüntü vermek” olduğu anlaşılmaktadır. CHP genel başkanlığı koltuğuna oturmadan önce başlattığı “mücadele edeceğiz” yaygarasının içinin ne denli boş olduğu bu tutum ve açıklamalardan da görülebilir. Dahası, emekçilerin içinde bulundukları vahim tabloya rağmen, CHP liderliğinin dört yıl sonraki sandığı göstermek dışında hiçbir şey yapmayacağı da itiraf edilmektedir. Fakat bunun için toplumsal patlamaların önüne geçilmesi şarttır ve bu noktada devlet partisi CHP eliyle sendikalara büyük bir rol biçilmektedir.
CHP mevzuunu kapatmadan belirtelim: Bugün CHP yönetimini topa tutan sosyalist çevrelerin ve bazı sendikacıların tutumları da, bununla sınırlı kaldığı sürece, doğru değildir. “Neden kaçıp gittin” diye onları sıkıştırmak yerine, “senin en önde ne işin vardı”, “sen kimsin de 1 Mayıs’a kefil oluyorsun”, “CHP neden 1 Mayıs’ın başını çekiyor”, “tüm bunlara sendika yönetimleri neden izin veriyor”, “sosyalistler neden buna itiraz etmiyorlar” diye sorulması gerekir. CHP bir burjuva partidir, sermaye partisidir, düzen partisidir ve hatta en dibinde bu devletin partisidir. 1 Mayıs mitinglerine katılmak istiyorsa, kortejlerin en arkasında yeri olabilir, ama onun kefaletine ihtiyacımız yoktur. Önderlik rolü oynaması ise asla kabul edilemez. Bu açıkça ortaya konmalı ve CHP’yi emek hareketinin doğal müttefiki ve hatta fahri önderi olarak gören bu anlayış mahkûm edilmelidir.
Şunun altını kalınca çizelim ki, işçi sınıfını mücadeleden uzak tutma misyonuyla hareket edenler sadece rejimin korporatif aygıtları haline gelen Türk-İş, Hak-İş ve Memur-Sen üst bürokrasisinden ibaret değildir. Bu aparatların başındakilerin işbirliği ve ihaneti apaçıktır ve konfederasyonlarının kapsadığı işçi sayısı nedeniyle sınıf hareketinin bloke edilmesindeki rolleri tartışmasızdır. Fakat sınıfın mücadeleye daha eğilimli kesimlerini örgütlediği gözüyle bakılan, sermayeye ve siyasi iktidara karşı kararlı bir mücadele yürütmeleri beklenen DİSK’in ve KESK’in üst bürokrasisi, hem mücadeleci pozlar kesip hem de işçi sınıfını atalete mahkûm ederek çok daha tahripkâr bir rol oynamışlardır. Zira bunlar gerekeni yapmadıkları gibi, yapılabilecek olanın da önüne geçmişlerdir. Sınıfın örgütlülük ve bilinç düzeyini yükseltmek için hiçbir çaba göstermeyenler, grevleri sendika kasalarını boşaltan gereksiz eylemler olarak görenler, alan yasağı karşısında yaygara koparıp da grev yasakları gibi yasaklar, işçi direnişlerine yönelik saldırılar karşısında işçiden yana anlamlı bir tutum almayanlar, nicedir kitlesel mitinglerin yerine de basın açıklamalarını ikame etmiş durumdadırlar. Bunca ağır saldırıya ve işçi sınıfının içine itildiği korkunç tabloya rağmen ne DİSK’ten ne de KESK’ten ciddi bir mücadele programı gelmemesi de aslında tek bir şeye işaret etmektedir: Sendika üst bürokratlarının, işçi sınıfının mücadelesini ilerletmeye ne niyetleri vardır ne de ayrıcalıklı konumları buna uygundur.
Sorun asla sadece 1 Mayıs günü sendika ve CHP yönetimlerinin alandan kaçması olarak görülemez. Sorun 1 Mayıs günü yaşananlarla sınırlı değildir, esas mesele öncesindeki süreçte yaşananlardır. Herkes sendika bürokratlarının 1 Mayıs için hiçbir çalışma yapmadığını biliyordu. İşçi sınıfının örgütlü gücünü oraya yığmadan polis barikatlarının aşılamayacağını da herkes bilir. O zaman bu barikatın açılarak Taksim’e kitlesel şekilde yürüyüp çıkılabileceğini sanmak için, sendika bürokratlarının polisle müzakeresine, burjuva muhalefetin iktidarla yürüteceği diplomasiye bel bağlamaktan başka bir seçenek kalmaz. Sosyalist bir hareket, gerektiğinde tek başına kalmayı göze alacak bir politik cesarete sahip olmalıdır. “Aman başkaları ne der” mantığıyla hareket etmek kimseyi ileri bir noktaya taşımaz. Geçmiş yıllardaki deneyimlerden CHP’nin de sendika bürokrasisinin de böyle davranacaklarını öngörmek hiç de zor değildi. Fabrikalarda, işyerlerinde, sendika şubelerinde ve işçi bölgelerinde neredeyse hiçbir şey yapmadıklarına şahit oluşumuz da bu öngörüyü doğruluyordu. Biz CHP ve sendika üst bürokrasisinin 1 Mayıs Taksim manipülasyonu ile hangi sonuca yol açacağını daha baştan gördük ve bu oyuna ortak olmayı reddettik. 1 Mayıs’ta Taksim’e çıkmak adına göz göre göre burjuva muhalefetin ve onun işçi sınıfı içerisindeki uzantılarının kuyruğuna takılmaya mahkûm olan sol ve sosyalistlerin durumu üzücüdür.
İşçi sınıfını CHP’nin arkasında hizalamaya çalışan sendika ve meslek odası bürokrasilerinin niteliğini unutup, 1 Mayıs’ı Taksim alanı konusuna hapsetmek en hafif tabirle aymazlıktır. Daha önce pek çok kez yaşanan şey belliyken, Taksim çağrısı yapan DİSK’in gerçekte Taksim’e işçi götürmek üzere hiçbir hazırlık yapmadığı gibi organizasyon çabalarının da önüne geçtiği bilinirken, yapılması gereken tek bir şey vardı; bu oyuna alet olmamak. Fakat bu yapılmadığı gibi, Taksim kararını sorgulamanın bile önüne geçilmeye çalışılmıştır. Bu sorgulamaya girişenlerse gereken politik cesareti gösterip sözlerinin arkasında duramayarak nihayetinde Taksim çağrılarına biat etmişlerdir. Dolayısıyla hesap vermesi gereken kesimler bir yana, onların kuyruğuna takılma yanılgısına düşen sosyalist kesimlerin yaşananları kendi içlerinde samimiyetle sorgulaması zorunludur.
Aradan yıllar geçmesine rağmen, Taksim konusuna işçi sınıfının mücadelesini güçlendiremeyecek bir saplantıyla yaklaşanlar, yanlışlarından ders çıkarmıyorlar. O nedenle on altı yıl önce Marksist Tutum’da kaleme alınmış şu satırlar bugün de aynen geçerliliğini korumaktadır:
“Taksim yıllardır, hem sendika bürokrasisinin günahlarını hem de sosyalist solun sınıfın geniş kesimlerinden ne denli kopuk olduğu gerçeğinin üzerini örtmek için kullanılan bir şal haline getirilmiştir. Meseleyi değerlendirmek için elimizdeki temel ölçüt işçi sınıfının mevcut bilinç ve örgütlülük düzeyidir. Bunu es geçen, hatta bunu değerlendirmesinin temeline oturtmayan her türlü yaklaşım niyet ne olursa olsun hafifliktir. Fabrikalarda, işçi mahallelerinde sınıfı bilinçlendirmek ve örgütlemek için anlamlı, dişe dokunur bir çalışma yapmayıp, ter akıtmaktan kaçanların, 1 Mayıs’a ilişkin takındıkları tutumların politik ciddiyetle hiçbir ilişkisi yoktur. Bunu yapanlar şayet devrimcilerse, bunun da işçi sınıfı devrimciliğiyle ilgisi yoktur. Bu tutum ancak kendi ruhunu rahatlatmak isteyen küçük-burjuvanın devrimciliğine yakışır.”[1]
Ayrıca şu gerçeği de bir kez daha hatırlatalım:
“Türkiye’de 1 Mayısları yaratan ve bir gelenek haline gelmesini sağlayan da, Taksim’in bir sembol haline gelmesine yol açan 1 Mayıs 1977’yi yaratan da küçük-burjuva devrimciliği olmamıştır. Bugünkü küçük-burjuva devrimciliğinin o zamanki öncülleri, devrimci hareketin olağanüstü kitleselliğine rağmen, Türkiye’de kitlesel 1 Mayıs kutlamaları örgütlemeyi adeta akıllarına bile getirmemişlerdir. Bu işi yapanlar işçi sınıfı devrimciliğine yönelen sosyalistler ve onların içinde çalıştığı eski DİSK olmuştur. Bu unutulan gerçekleri küçük-burjuva sola da yeni DİSK’e de hatırlatmak zorunludur. Hatırlanması gereken bir başka gerçek, eğer oyun oynamıyorsak, bugün «Taksim’i kazanma» sözünün asıl anlamının 1 Mayıs 1977’deki gibi örgütlü ve düzene korku salan bir işçi hareketini örgütlemek olduğudur.”[2]
[1] Marksist Tutum, 1 Mayıs 2008’in Ardından, Mayıs 2008, marksist.net/node/1786.
Ayrıca bkz. Elif Çağlı, 1 Mayıs’ın Ardından, 4 Mayıs 2004, marksist.net/node/147
[2] Marksist Tutum, 1 Mayıs 2009’un Ardından, 2 Mayıs 2009, marksist.net/node/2104
link: Marksist Tutum, CHP ve Sendika Bürokrasisi İşbirliğiyle Sabote Edilen İstanbul 1 Mayıs’ı, 3 Mayıs 2024, https://marksist.net/node/8255
Marx’ın Kapital’ini Okumak, III. Cilt /9
Akan Büyür