Egemen kesimler arasında kıran kırana iktidar kavgalarıyla yol alan Türkiye kapitalizmi, özellikle 2011’den sonra, Erdoğan ve AKP’nin içeride ve dışarıda gütmeye başladığı siyasetin beslediği derin çelişki ve çatışmaların patlamasıyla karşı karşıyadır. 15 Temmuz gecesi gerçekleşen başarısız askeri darbe girişimi, burjuva devletteki yarılmanın derinliğini göstermiştir. Şimdilik güç üstünlüğünü eline geçiren Erdoğan ve AKP, olağanüstü hal ilan ederek ve tabanını sokakta tutarak hızla darbecileri tasfiye etmeye ve bu arada devlet içinde veya dışında tüm muhalif kesimleri sindirmeye girişmiştir. Özetle, başarısız darbe girişimini fırsata çeviren iktidar, Erdoğan’ın tek adama dayalı yönetimi altında, başta ordu ve yargı olmak üzere tüm devlet yapısını hallaç pamuğu gibi atarak, devleti ve rejimi yeniden yapılandırmaya girişmiştir. Erdoğan liderliğinde tırmandırılan gidişatın bir sonucu olarak zaten büyük ölçüde devre dışı kalmış olan Meclis, olağanüstü halle birlikte bir kabuğa dönüşmektedir. Darbe ve karşı-darbe biçiminde kendisini ifade eden burjuva iktidar savaşı, emperyalistler arası güç mücadelesinin de etkisiyle, önümüzdeki dönemde siyasal ve dolayısıyla toplumsal kriz ve çatışmaları azdıracak, yeni darbeleri tetikleyecek bir dinamiğe sahiptir. Dolayısıyla şu anda burjuva devlete ve burjuva siyasete hâkim olan şey, tümüyle kaos ve belirsizliktir.
İşçi-emekçi kitleler ise bu olağanüstü kriz ve kaos koşullarında, ne yazık ki örgütsüz ve bilinçsiz konumdalar. Bundan dolayıdır ki büyük yanılsamalara ya da korkulara sürüklenerek burjuva iktidar kavgasına payanda ediliyorlar. Geniş emekçi kitlelerde tam anlamıyla bir kafa karışıklığı söz konusudur. AKP’ye oy veren kitleler başta olmak üzere toplumun büyük bir kesimi, hükümetin yönlendirmesi altında, darbe girişimini tümüyle Fethullah Gülen cemaatine bağlamakta ve tepkisini şeytanlaştırılan Gülen’e yöneltmektedir. Buna karşın AKP’ye muhalif kesimlerde ise, bu darbe girişiminin Erdoğan’ın başkanlığının önünü açmaya dönük bir “tiyatro” veya “tezgâh” olduğu fikri ve duygusu hâkimdir. Bu komplocu görüş ne yazık ki şu ya da bu şekilde sol kesimler içinde de yansımasını bulmaktadır. Hiç kuşkusuz hem darbe girişimini sadece cemaate bağlamak ve onu burjuva devlete dışsal bir örgütlenme olarak görmek hem de darbenin başarısız olmasından ve cevapsız kalmış sorulardan hareketle darbe girişimini Erdoğan’ın bir komplosu olarak nitelemek yanlıştır.
Marksistler, burjuva düzendeki her türlü siyasal ve toplumsal gelişmenin kaynağında kapitalist üretim ilişkilerinin, sınıflar mücadelesinin, egemen sınıfın iç iktidar kavgalarının olduğunu bilirler. 15 Temmuz darbe girişimi ve sonrasında yaşanan gelişmeler de işte bu perspektifle değerlendirilmelidir.
Kim bu askeri darbeciler?
1. Bugün hükümetin pompaladığı görüş darbeyi Gülen cemaatinin örgütlediği ve darbecilerin ordunun küçük bir kesimini kapsadığı yönündedir. Lakin gerçekler ile kitleleri aldatmaya dönük yapılan açıklamalar çelişmektedir. Ortadaki manzara net bir şekilde gösteriyor ki, geleneksel ordu yapısı ikiye bölünmüş ve toplam sayıları 360 civarında olan general ve amirallerin neredeyse yarısı darbe girişiminin içinde yer aldıkları iddiasıyla gözaltına alınıp tutuklanmıştır.
2. Şu ana kadar gözaltına alınan 18 bini aşkın insanın yaklaşık 10 binini askerler oluşturmaktadır. Erleri bir kenara bıraksak bile, gözaltına alınanlar arasında general ve amirallerin dışında binlerce albay, yarbay, binbaşı, yüzbaşı, teğmen ve astsubay yer almaktadır.
3. Türkiye’nin 40 kentindeki en önemli tabur, kolordu ve orduların komutanlarının bu darbeye katıldıkları iddia edilmektedir. Genelkurmay Başkanının en yakınındakiler, yani ordunun en mahrem kısımlarına giren yaverler ve özel kalem müdürü subaylar ile Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yaverinin de dâhil olduğu bir askeri darbe girişimi söz konusudur.
4. Eski Hava Kuvvetleri Komutanı ve Yüksek Askeri Şura üyesi Akın Öztürk, ikinci ordu komutanı ve kolordu komutanları da darbecilikten tutuklanmıştır. Hava, kara ve denizcilik istihbarat dairelerinin ve en önemli jet üslerinin komutanları darbenin bir parçası, daha doğrusu kalbinde yer alıyor gözükmektedir.
5. Dolayısıyla böylesine geniş kapsamlı bir darbe girişimini tek başına Gülen cemaatinin örgütlediği iddiası gerçekleri yansıtmamaktadır. Daha ilk gün tespit ettiğimiz gibi, bu darbe, ordunun geleneksel Kemalist yapısından gelenler ile Gülenci subayların bir biçimde ortaklaşmasıyla ortaya çıkmıştır. Darbecilerin temel buluşma noktaları AKP ve Erdoğan karşıtlığıdır. Öyle gözüküyor ki, esas hedef AKP ve Erdoğan olduğu için, Kemalist subayların bir bölümü, ordunun şu anki üst yönetiminin uzlaşmacı tutumunu kabul etmeyerek Gülencilerle ittifaka girebilmiştir. Bu arada, tüm bu bağlantıların kurulmasında ve bizzat darbenin örgütlenmesinde ABD’nin de ciddi bir rolü olduğu düşünülmektedir.
Gülen meselesi
6. AKP, Erdoğan ve yandaş medya askeri darbe girişimi başladığında, bunu, ordu içinde bir azınlığın ve daha da önemlisi Fethullah Gülen’in organizasyonu olarak damgalamıştır. Askeri darbe kalkışmasını FETÖ’cülükle damgalamak, Erdoğan cephesinin en önemli siyasi taktik adımlarından biri olmuştur. Böylece geniş kitlelerin bilinci bulandırılırken, Gülenciler hedefe konarak burjuva devlet içindeki iktidar kavgası ve askeri darbe girişiminin de bu kavganın bir ifadesi olduğu gerçeği gözlerden saklanmıştır. Devletin çekirdeğini oluşturan ordunun bir kesiminin iktidarı ele geçirmek ve AKP’yi tepelemek üzere başlattığı savaşın Gülencilikle damgalanması, darbecilerin siyasal ve psikolojik olarak yalnızlaştırılmasında rol oynamıştır. Bu nitelendirme, darbenin hedefine ulaşamayıp geri düşmeye başladığı anda, Erdoğan’ın çağrısıyla AKP kitlesinin sokağa dökülmesinde meşru bir zemin olarak görülmüştür. FETÖ’cülük nitelendirmesi, AKP’yi “TSK darbe yapıyor, ordu darbecidir” deme zorluğundan ve bunun getireceği etkilerden de kurtarmıştır.
7. Gülen cemaati devlete dışsal bir olgu olarak sunulmakta ve onun devletten temizlenmesinin meşru olduğu fikri de buradan türetilmektedir. Bu durumda, bir tarafta burjuva hükümetin, öte tarafta ise dini bir cemaatin yer aldığı tuhaf bir iktidar kavgası görüntüsü ortaya çıkmaktadır. Oysa Gülen hareketi, çok uzun zaman önce dini bir cemaat olmanın ötesine geçerek (ABD emperyalizminin siyasi uzantısı olma misyonu da üstlenen) bir sermaye grubuna dönüşmüş bulunuyor. Onlarca tekeli bünyesinde barındıran TUSKON da dahil olmak üzere pek çok burjuva kurum, şirket vb. Gülen hareketinin denetimindedir. Dolayısıyla siyasal analize, kavganın her iki kesiminin de burjuva kesimler olduğu gerçeği dâhil edilmeden, tablo tam olarak anlaşılamaz.
8. Bu noktada sorulması gereken soru şudur: Devlet nedir? Biz Marksistler devlet olgusuna asla burjuvazi ve onun ideologları gibi yaklaşmayız. Kapitalist toplumda sınıflar arası çelişki ve çatışmaların kaynağının üzerini örtmeye çalışan burjuvazi, devletin kime hizmet ettiği gerçeğini de emekçi kitlelerden saklamaya çalışır. Burjuvazi, devleti, tüm toplum kesimlerinin üzerinde yükselen, sınıflardan ve sınıf çıkarlarından bağımsız, kendinden menkul, herkese eşit mesafede duran ve genelin çıkarını koruyan bir yapı olarak sunmaktadır. Oysa devlet, tepeden tırnağa sınıfsal temelde örgütlenmiş bir egemenlik aygıtıdır. Kapitalist düzende devlet, sömürülen ve ezilen sınıflar karşısında bir bütün olarak egemen sınıfın çıkarlarını temsil eder.
9. Bununla beraber, egemen sınıf kendi içinde yekvücut olmayıp, kesimsel çıkarlar temelinde bölünmüştür. Bu kesimler devlete hâkim olmak ve siyasete yön vermek için kendi aralarında daima çekişirler. Bu nedenle, devletin tepesinde ya da devletin şu veya bu kurumu arasında patlak veren çatışma, esasında burjuvazinin çeşitli kesimlerinin çıkarlarını ve siyasal eğilimlerini ifade eder. Dolayısıyla kapitalist toplumda burjuva devlet, sermayenin rekabetinden, bloklaşmalarından ve iktidar kavgalarından muaf değildir ve olamaz da.
10. Fethullah Gülen cemaati, basit bir dini cemaat olmaktan çıkarak bir sermaye kesimine dönüşmüştür. Daha da önemlisi, masonik bir örgütlenmeye sahip bu sermaye kesimi, burjuva devlet içinde küçümsenmeyecek bir kadro gücüne ulaşmıştır. Kuşkusuz bu güç, bir burjuva partinin iktidara gelmesi ve devlete yerleşmesi biçiminde elde edilmemiştir. Elbette geçmişten günümüze geleneksel sağ partilerin ön açmasıyla ve özellikle AKP döneminde Gülenciler devlet içinde önemli bir güç elde etmiştir. Ancak bu partilerin özel yardımı olmadan da, bu cemaat kendi programı çerçevesinde bizzat devlet kurumlarına sızmış, önemli yerlere kendi kadrolarını yerleştirmiştir. Devlet zaten sermayenin egemenlik aygıtıdır. Genel olarak burjuva norm ve ölçülere baktığımızda, sermaye kesimleri kendi çıkarlarını, burjuvazinin bir parçası olan siyaset esnafının yönlendirmesi altındaki düzen partileri üzerinden ifade ederler. Gülen türü masonik örgütlenmelerin, bir taraftan bu partilerin desteğini alarak ama aynı zamanda kendi programı çerçevesinde devlete sızmasının altında Türkiye’nin tarihsel-siyasal özgünlükleri yatmaktadır.
11. Gerek Gülen cemaati gerekse AKP’nin etrafındaki İslamcı sermaye, baştan bir tarikat sermayesi olarak şekillenmiştir. Ancak geleneksel sermaye çevreleri ile Kemalist asker-sivil bürokraside ifadesini bulan iktidar bloku, İslamcı sermaye kesimlerini baskı altına alarak, olabildiğince bunların siyasal iktidarın nimetlerinden faydalanmasının önüne geçmiştir. Neticede uzun yıllar boyunca, bu sermaye kesimlerinin gelip devlete yerleşmesini ve egemen bir konum elde etmesini engellemiştir. Bu süreçte İslamcı sermayenin bir kesimi siyasal parti (Milli Nizam Partisi, Milli Selamet Partisi ve ardılları) biçiminde örgütlenirken, Gülen cenahı bir cemaat olarak kalmayı, burjuva partilerin ve buradan yürüyerek devletin içinde kendine alan açmayı tercih etmiştir. Türkiye’deki anti-komünizm hareketinin içinde bizzat yer alan Gülen’in örgütlediği cemaat; daima devletçi, milliyetçi ve daha da önemlisi Amerikancı olmuştur. Askeri darbeleri, bilhassa da 12 Eylül 1980 faşist darbesini aktif bir şekilde destekleyen Gülen, “Tuğa selam, sancağa selam ve ölçülerimiz içinde onu tutan yüce başa binlerce selam” demekten geri durmuyordu.
12. 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında, işçi hareketini ve sosyalist hareketi zayıflatmak amacıyla kitlelerin bilincini Türk-İslam senteziyle bulandırmaya girişen darbeci yönetim ve daha sonra Özal iktidarı, Gülen türü cemaatlerin önünü açmaktan geri durmamıştır. Ancak Gülen cemaatinin devlet içinde en belirleyici güçlerden biri haline gelmesi AKP iktidarı döneminde oldu. 27 Nisan 2007’de ordunun e-muhtıra yayınlaması ve bir askeri darbe tehlikesinin ortaya çıkması üzerine AKP, statükocu Kemalist kesimlere karşı cemaatle sıkı bir ittifaka gitti. Ergenekon süreciyle birlikte Gülenci burjuva odak, polis ve yargı üzerinden, aslında yürütmenin (hükümetin) görünmeyen ortağı haline geldi. Bu süreç, aynı zamanda, Kemalist asker-sivil bürokrasiye ağır darbelerin vurulduğu, güç dengelerinin değiştiği ve AKP’nin devlete hâkim olduğu süreçle de üst üste oturmuştur. AKP’nin ve Erdoğan’ın Yüksek Askeri Şura kararlarına şerh koymasıyla, Gülenci subayların ordudan atılmasının önüne geçilmiştir. Ergenekon operasyonlarıyla ordudan üst düzeydeki subayların tasfiye edildiği aynı süreçte, Gülenci burjuva kliğin denetimindeki subayların yukarıya doğru tırmanmasının ve önemli yerlere gelmesinin de önü açılmıştır. Gülenci burjuva odağın devlette önemli noktalara tırmanması gerçeğini Erdoğan, AKP-Gülen koalisyonu bittikten sonra, “ne istediniz de vermedik” sözleriyle itiraf etmiştir.
13. Kemalist asker-sivil bürokrasinin hegemon konumunu yitirmesiyle, eski burjuva güç dengelerinin yerini yeni güç dengeleri almış ve bu kez devletin dümenine oturan AKP ve Gülenci burjuva klik karşı karşıya gelmiştir. Ayrıca Amerikancı bir çizgi izleyen Gülenci odağın, AKP-Erdoğan’ın Ortadoğu’da izlediği emperyalist siyasette de (İsrail-Filistin sorunu, Suriye meselesi gibi) kaçınılmaz olarak AKP-Erdoğan’la karşı karşıya geldiğini buna ekleyelim. Böylece AKP-Gülen koalisyonu arasındaki çelişkiler kaçınılmaz olarak çatışmaya dönüşmüş ve bunun bir sonucu olarak, devletin yeni hâkimleri birbirlerini tasfiye etmeye girişmişlerdir. 7 Şubat 2012’de patlak veren MİT krizi, 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonu ve AKP’nin Gülenci kliği yok etmek üzere başlattığı karşı operasyon dalgası bu iktidar kavgasının çeşitli aşamalarının ifadesi olmuştur. O günden bugüne sürüp gelen iktidar kavgasında Gülen tarafı büyük darbeler almış ve zayıflamıştır.
Komplo meselesi
14. Toplumun AKP’ye muhalif kesimleri, başarısız askeri darbe girişiminin tuhaflıklarından ve askeri darbenin bastırılmasını fırsat bilen Erdoğan’ın baskıcı otoriter tek adam rejimini yerleştirmek üzere başlattığı hamlelerden hareketle, bu darbenin Erdoğan’ın bir komplosu (tezgâh, senaryo, tiyatro vb.) olduğunu düşünüyorlar. Erdoğan’ın darbe gecesi havaalanında, “bu Allah’ın bize bir lütfu” sözleri bilinçleri bir hayli bulandırmış gözüküyor. Bu kesimleri komplo düşüncesine iten başka nedenler de var: Darbe girişiminin kitlelerin sokaklarda olduğu, günlük yaşamın yoğun olarak aktığı saatlere denk gelmesi, geleneksel darbelere benzememesi, en kritik noktalara zamanında müdahale yapılmaması ve ortaya tuhaf durumlarla birlikte dünya kadar soru işaretinin çıkması…
15. Öncelikle şu hususun altını kalınca çizmek lazım: AKP ve Erdoğan’ı kadir-i mutlak olarak gösteren bu tarz düşünceler yanlıştır. Daha da önemlisi, kapitalist toplumdaki sınıfları, sınıflar arası mücadeleleri, egemen sınıfın iç çatışmalarını ve buralardan doğan siyasal ve toplumsal krizleri reddeden, tüm toplumsal-siyasal gelişmeleri kişilerin planlarına, yönlendirmelerine bağlayan anti-Marksist düşüncelerdir. Elbette örgütsüz ve bilinçsiz kitlelerin bu şekilde düşünmesi normaldir, ancak sol ve sosyalist hareketin içinde böylesi görüşlerin ciddi ciddi itibar görmesi kabul edilemez.
16. 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri darbeleri ile 15 Temmuz darbe girişimini karşılaştırarak “komplo” sonucuna çıkmak yanlıştır. 12 Mart-12 Eylül ile 15 Temmuz girişimi nitelik ve muhteva açısından birbirinden tümüyle farklıdır. 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinin amacı işçi sınıfının yükselen devrimci hareketini ezmekti. Bundan dolayı tüm sermaye çevreleri, tüm devlet kurumları ve emperyalist burjuvazi, yükselen işçi hareketi ve devrimci hareketi ezme noktasında görüş ve amaç birliği içindeydi. Burjuva siyaset arenasındaki krizler aşılamadığı ve burjuva siyaset esnafı nasıl yöneteceğini bilemediğinden, askeri darbe onlar ve düzenin selameti için bir çözüm olmuştu. Bu nedenle Demirel, her iki darbede de direnmemiş ve şapkasını alıp gitmişti.
17. 15 Temmuz darbe girişimi biçim ve içerik açısından olsa olsa 27 Mayıs 1960 darbesine benzetilebilir. 27 Mayıs darbesi emir komuta zinciri içinde gerçekleşmemiş, darbenin omurgasını ve liderliğini ordunun alt kademelerindeki subaylar oluşturmuştur. Ordu içindeki alt kademe subaylar, bürokrasinin diğer kesimleri, burjuvazinin bir kesimi, okumuş kentli orta katmanlar, CHP vs. Demokrat Parti’nin ve Adnan Menderes hükümetinin uygulamalarından son derece rahatsızdı. Son dönemlerinde ABD’nin çıkarlarıyla da ters düşen politik kararlar alan DP, karşısında geniş bir muhalif kesim bulmuştu. Neticede ordunun alt kademe subayları, darbeyi başlattıktan sonra, ordunun üst kademelerinden kimi generalleri (Cemal Gürsel gibi) darbenin başına geçmeye razı ettiler ve darbe hedefine ulaştı.
18. Adnan Menderes ve DP bu darbeye direnmedi, direnemedi. Elbette bunun birçok nedeni var. Ancak esas dikkat edilmesi gereken nokta, o günkü Türkiye ile bugünkü Türkiye’nin tümüyle birbirinden farklı olduğudur. 1960’ların başında Türkiye’de kapitalist gelişme bugünküne nazaran bir hayli geriydi. Nüfusun ezici çoğunluğu köylerde, siyaset dünyasının dışında yaşıyordu ve devletin tepesindeki tepişmelerden görece uzaktı. En büyük kent konumunda olan İstanbul’un nüfusu en fazla 1 milyon civarındaydı. Çoğunlukla da kentli, modern ve Kemalist kesimlerden oluşuyordu ve bunlar DP’ye karşıydılar. Buna karşın şimdiki Türkiye’nin nüfusu 78 milyondur ve yüzde 85’i kentlerde yaşamaktadır. İstanbul, Ankara ve İzmir gibi kentlerin nüfusu on milyonları bulmaktadır. Türkiye kapitalizmi dünyanın en büyük 20 ekonomisi arasında yer almaktadır. Daha da önemlisi, 14 yıldır iktidarda olan ve milyonlarca insanın oyunu alan AKP, kendi tekelci sermaye kesimlerini, medyasını vb. yaratmış, geleneksel sermaye kesimlerini sindirmiş ve muhalif burjuva medyanın büyük bir bölümünü kontrol altına almış, devletin pek çok kurumunda hegemon konuma gelmiş, ordunun bölünmesini sağlayacak bir ittifak kurmuş, kitle desteği olan bir partidir. 15 Temmuz darbe girişiminin püskürtülmesinde çok önemli bir rol oynayan polis gücü ve MİT, AKP’nin kontrolündedir. İşte tüm bu olgular, Erdoğan-AKP iktidarına karşı başlatılan bir darbe girişiminin neden başarısız kaldığını da anlatmaktadır.
19. Son tahlilde sonucu belirleyen güç ilişkileridir. Yeterli hazırlığa, devlet içinde ve toplumda desteğe sahip olmayan 15 Temmuz darbecilerinin gücü, iktidarı almaya yetmemiştir. Bu onların bir planı ve liderliği olmadığı anlamına gelmez, gelmemektedir. Şimdilerde ortalığa saçılan bilgi ve belgelerden de anlaşılmaktadır ki, son derece kapsamlı ve etkili bir plan söz konusudur. Lakin planların kendi başına hayata geçmesi gibi bir durum yoktur. Gerçek hayatın testine giren darbecilerin planı, mücadele alanında beklenmedik direnç noktalarıyla karşı karşıya gelmiş ve karşı tarafın ya da karşı tarafların müdahaleleri sonucunda çökmüştür.
20. Tüm planlar kazanma üzerine kurulur, ancak hepsi kazanmayla sonuçlanmaz. 15 Temmuz darbecileri, planladıklarından çok önce harekete geçmek zorunda kalmışlardır. Geleneksel darbelerde olduğu gibi, sabaha karşı harekete geçmeyi, iktidarı ve rakiplerini ani bir şekilde kıskıvrak yakalamayı planlayan darbeciler, girişimlerinin duyulması üzerine planlarını öne çekmişlerdir. Ordunun üst kademelerini, yani Genelkurmay Başkanı dâhil kuvvet komutanlarını darbeye ikna etmeyi, ani vuruşlarla ordu içinde kırılmalar yaratarak kendilerine daha fazla taraftar toplamayı hedeflemişler, lakin başarısız olmuşlardır. Yani neresinden bakarsak bakalım, prematüre doğmuş bir darbe söz konusudur.
21. 15 Temmuz prematüre darbesinin nedeni, egemen kesimler arasındaki çelişki ve çatışmaların alabildiğine keskinleşmesi ve mevcut durumun artık sürdürülemeyecek düzeye gelmesidir. “Darbeciler bilinmiyor muydu, neden engellemediler?” soruları anlamlıdır ama sanki söz konusu olan basit bir kalkışmaymış da hükümet bunu engelleyememiş gibi düşünülmemelidir. Görülmesi gereken şudur: Egemen sınıf ve onun devlet kurumları arasında yarılmalar ve kamplar oluşmuştur. Yani ortada devleti ve silahları kontrol eden iki burjuva güç söz konusudur. Bir tarafın diğer tarafı, diyelim ki AKP’nin karşı tarafı bir çırpıda bastırması mümkün olamazdı.
22. Her iki taraf da birbirini yok etmeye dönük hazırlık yaparken, kitleler, sanki arka planda hiçbir sorun yokmuş gibi manipüle edilmiştir. 15 Temmuz girişimi bu gerçeğin bir ifadesidir. Lakin bu gerçek, aynı zamanda, askeri darbe girişimini başlatan cuntacıların bilindiğini de ortaya koymaktadır. Zaten başka türlü olması da mümkün değildir. Cuntacıların tüm iç örgütlülüklerinin, hangi gün ve saatte harekete geçeceklerinin tam olarak bilinmemesi gerçeği değiştirmez. Cunta örgütlenmesini bilen AKP ve Genelkurmay, aslında onu tasfiye etmek üzere harekete de geçmiştir. Bu tasfiyenin önemli bir ayağını, tam da 15 Temmuzu izleyen günlerde cuntacılara dönük kapsamlı gözaltı planının uygulamaya sokulması oluşturuyordu. Cuntacıların bir kısmı o gece gözaltına alınacak, besbelli ki cuntanın kurmay heyeti çökertilecek ve daha sonra da Yüksek Askeri Şura kararlarıyla ordudan temizlenecekti. Böylece karşı tarafın kolu kanadı kırılarak denetim altına alınmış olunacaktı. Tam da bundan dolayı cuntacılar planlarını erkene çekmiş ve iki kesim arasında ölüm kalım savaşı başlamıştır. Böylece 15 Temmuz gecesi, her iki kesim için de mevcut durumun artık sürdürülemeyeceğinin ifadesi olmuştur.
23. 15 Temmuz darbe girişimi, bulutsuz gökte aniden çakmış bir şimşek değildir. Uzun yıllardır ve özellikle egemen sınıf içindeki güç ilişkilerinin değiştiği 2011’den sonra, yeni çelişki ve çatışmaların birikmekte olduğunu Marksist Tutum’da yazıyoruz. Bilhassa 7 Haziran 2015 sonrasında siyasal ve toplumsal alanda çelişki ve çatışmalar alabildiğine artmıştır. 7 Haziranda tek başına iktidar olamayan AKP, hem iktidarını baki kılacak hem de kendi iç ve dış siyasetini sürdürecek bir hükümet kurmanın zeminini kaybettiği için seçim sonuçlarını tanımamıştır. Ne pahasına olursa olsun iktidarda kalmak ve kendi otoriter düzenini yerleştirmek isteyen AKP ve Erdoğan, 7 Haziran seçimlerinin ardından, savaşın ve siyasal krizin önünü açarak tam anlamıyla olağanüstü koşullar yaratmıştır. Böylece tepeden yürürlüğe konan bir plan dahilinde parlamento işlevsizleştirilmiş ve tüm ipleri Erdoğan ve ekibinin eline veren bir “savaş hükümeti” kurdurulmuştur. Bunun siyasi karşılığının bir hükümet darbesi olduğu çok açıktır. Devletin tepesi tarafından yaratılan kriz, kaos ve önü açılan savaş eşliğinde toplum tam anlamıyla korkutulup sindirilmiş ve bunun neticesinde Erdoğan ve ekibi 1 Kasım seçimlerinde hedefine ulaşmıştır. Seçimlerden 5-6 ay sonra bu kez AKP içinde bir tasfiye hareketi gerçekleşmiş, başbakan Davutoğlu mini bir darbeyle düşürülerek Erdoğan ve ekibi her açıdan tek karar verici hale gelmiştir.
24. Çok uzağa gitmeye gerek yok; daha 6 Haziranda Marksist Tutum’da aynen şunları yazdık: “Erdoğan’ın iktidarı kaybetmeme ve kendi elinde tekelleştirip mutlaklaştırma yürüyüşü, düzenin göreli istikrarının ayaklarını oluşturan bir dizi alanda çivileri yerinden oynatmış durumda. Erdoğan yeni zaferler kazanarak ilerledikçe aslında kendisini alaşağı edecek dinamikleri mayalamakta. Kısa vadede kendisine bir Türk tipi başkanlık hediye etmesi kuvvetle muhtemel olsa da, burada saydığımız alanlarda, ama sadece bunlarda da değil, yarattığı sorunlarla düzenin çelişkilerini dört bir yandan yoğunlaştırıp keskinleştirmekte.”
25. AKP ve Erdoğan’ın içeride ve dışarıda izlediği siyaset, hem içeride hem de dışarıda çelişkileri alabildiğine arttırmıştır. ABD ile Türkiye’nin arası son dönemlerde bir hayli açılmış ve emperyalist mahfillerde Erdoğan’ın bir an önce iktidardan uzaklaştırılması düşüncesi daha açıktan ifade edilir olmuştur. Nitekim son aylarda Amerikan basınında yüksek sesle askeri darbeden söz edilmesi, ordunun alt kademelerinin Erdoğan’ı istemediğinin yazılması bir tesadüf değildir. Daha geçen ay, ABD’nin eski Ulusal Güvenlik danışmanlarından John Hannah, Foreign Policy dergisine yazdığı makalede, Erdoğan için, “başta ABD ve Orta Doğu ile Avrupa ve Türkiye için tehlikeli şahıs” ifadesini kullandı. Aynı yazıda, ordunun içerisinden birilerinin Türkiye’yi Erdoğan’ın İslamcı diktatörlüğünden ve ülkeyi soktuğu tehlikeli yoldan çıkarmak için darbe girişiminde bulunmayacağının hiçbir garantisi olmadığı vurgulanıyordu. 15 Temmuz gecesi, bunu tüm çıplaklığıyla ortaya koydu.
Darbeyi halk mı engelledi? Demokrasinin zaferi mi?
26. AKP ve Erdoğan, askeri darbe girişimini halkın engellediğini, halkın demokrasiye sahip çıktığını propaganda ederek, kendi kitlesini vurucu bir güç olarak sokakta tutuyor. Bugün çok net bir şekilde ortaya çıkmış bulunuyor ki, AKP tabanının bir kesimi Erdoğan’ın çağrısıyla sokaklara döküldüğünde, darbe zaten geri çekilmeye başlamıştı. Bunun birçok nedeni var kuşkusuz, ama şurası açık ki güçler dengesi darbecilerden yana oluşmamıştır. Darbenin erken saatlerde başlatılmak zorunda kalınması, ordunun üst kademelerinin darbenin başına geçmeye ikna edilememesi, hükümetin bunu propaganda ederek ordu içinde bazı kesimleri tarafsız kalmaya itmesi, darbecilerin kendi içlerinde bölünmeleri ve “ihanete uğramaları”, ordunun bir kesiminin karşıt pozisyon alarak darbecilerle savaşması, hükümetin polis gücünü ve MİT’i darbecilerin karşısına dikmesi… İşte tüm bunlardan dolayı darbeciler, harekete geçtikleri birkaç saat içinde gerekli üstünlüğü sağlayamamış, Erdoğan’ı derdest edememiş, medyayı kontrol edememiş ve kontrolü kaybetmeye başladıkları anda ise karşılarında kalabalıkları bulmuşlardır. Zaten tam da bu süreçte artık iyice çıldırmış ve Meclis’i bombalamayı dahi göze alarak siyasi intihara girişmişlerdir.
27. Diğer taraftan sokağa dökülen kalabalıkların temel güdüsünün demokrasi, hak ve özgürlükler olmadığı çok açıktır. Erlerin linç edilmesinden idam talebine, sokaklarda estirilen bayrak-mehter-korna teröründen muhafazakâr olmayanlara dönük saldırılara, cami hoparlörlerinden yapılan “İslam ve Kuran’ı savunmak için meydanlara” çağrılarından Alevi mahallelerini basma girişimlerine dek sayısız olgu, darbeyi engellediği ve demokrasiyi kurtardığı söylenen kalabalıkların düşünsel-siyasal niteliğini gözler önüne sermektedir.
28. Darbeye karşı sokağa çıkan AKP+MHP+BBP kitlesine (ki aslında ilk gece sokağa çıkanlar, değil bu partilerin geniş seçmen tabanının, toplam üye sayısının bile azınlığı durumundaydı) önderlik edenler bu partilerin türlü “ocak”larında yetişmiş militan kadrolarıdırlar. Kalabalıkların tamamının lümpen, faşist veya AKP milisi olmaması, onların bu örgütlü çeteler tarafından birer vurucu güç olarak kullanıldıkları gerçeğini değiştirmez. Erdoğan’ın AKP’sinin inşa etmeye çalıştığı tek adam yönetimine dayalı baskıcı, otoriter başkanlık sisteminin sivil kitle tabanını oluşturan bu kitleler, sokaklara da demokratik hak ve özgürlükleri savunmak için çıkmamışlardır. Onların temel motivasyonu demokratik hak ve özgürlükler değil, Erdoğan iktidarına karşı darbe yapılıyor olmasıdır. Zihinleri şoven-milliyetçilikle, Sünni mezhepçilikle esir alınmış olan bu kitleler için şu anda ne Kürtlerin ne Alevilerin ne de diğer toplumsal kesimlerin hak ve özgürlüklerinin bir önemi vardır.
29. Şunu asla unutmamak lazım: Kitleler, onlara önderlik eden örgüt veya önderin savunduğu dünya görüşünden ve temsil ettiği kültürden bağımsız değildir, olamaz. Kendisi demokrat olmayan, zihin dünyası Sünni mezhepçiliğiyle ve Türk-İslam senteziyle şekillenmiş ve tüm tutkusu kendi kişiliğinde simgelenen otoriter bir yönetimde tek kişi olmayı, bir Führer olmayı hayal eden, bu doğrultuda tüm düzenin dikişlerinin atmasına aldırmayan, sadece kendisine oy verenleri halk ve “milli irade” olarak gören, toplumun diğer kesimlerinin haklarına saygı duymayan bir siyasal liderin zihniyetiyle, onun sokağa çağırdığı kitlelerin bilinç düzeyi arasında nasıl bir uçurum olabilir?
30. Elif Çağlı’nın dediği gibi, “Bu durum kadar «örgütsüz halk köledir» deyişini haklı kılan başka bir durum olamaz. Yaşadığı topraklarda kardeş halk katledilirken sesini çıkartamayan kitleler, aslında egemenler tarafından esir alınmış durumda olan kölelerdir. Bir köle, öyle olduğunu bilse de bilmese de köledir. Onu köleleştiren araçlar top tüfek olsa da o köledir, modern medya olsa da o bir köledir. Bugünkü iktidarın faşist bir yükseliş içinde toplumu pasifize eden uygulamaları ve neredeyse tüm medyayı kendi ideolojik baskı aracı kılan durumu örgütsüz kitleleri köleleştiriyor. İşin acı tarafı, işçi-emekçi kitlelerin önemli bir bölümü, bizzat iktidarın yarattığı sersemletici kutuplaştırmanın etkisiyle, bu iktidarı kendi dostu sanma yanılgısına sürükleniyor. Böylece, kendini bu kölelik koşullarına hapseden efendisini kutsuyor! En kötü köle, kendi kölelik koşullarını uysalca kabul eden köledir denmemiş boşuna. Fakat biz biliyoruz ki, bu durum Türklere özgü bir sakatlık değildir, dünyanın genelinde örgütsüz kitlelerin hal-i pür melalini anlatır. Örgütsüz kitleler, her an kandırılmaya, sindirilmeye, daha kötüsü katliamlara gözünü kapatmaya hazırdır.”
OHAL düzeni, kaos ve yeni krizler
31. Erdoğan sürekli kitleleri sokağa çağırarak ve onları meydanda tutarak, devleti yeniden şekillendirme çabasını bir kitle desteği eşliğinde meşrulaştırmaktadır. Darbe karşıtlığı adı altında bir taraftan AKP+MHP+BBP tabanı meydanlara çağrılırken ve bu çağrı belli ölçüde karşılık bulurken, öte taraftan lümpen ve faşist bir azınlık sabahlara kadar sokaklarda dolaştırılmakta, korna, mehter marşı ve tekbirler eşliğinde terör estirilmekte, muhalif kesimler başta olmak üzere tüm toplum baskı altına alınmaktadır.
32. Erdoğan, kitlesini meydanlarda tutarak ve darbe olasılığına işaret ederek onları dehşete sürüklemekte ve böylece onları militanlaştırmaktadır. Kitlelerin sokağa çekilmesinin en önemli nedenlerinden biri de, devletin ve ordunun baştan aşağıya dönüştürülerek Erdoğan’ın liderliği altında yapılandırılmasına gelecek itirazları bastırmaya dönüktür.
33. 15 Temmuz darbesi başarısız kalmış olmasına rağmen, hızla AKP’nin “Reichstag Yangını”na dönüşmüştür. Hitler’in bir iç darbeyle parlamentoda iktidarı ele geçirdiği Almanya’da mutlak yetkilerle donanmak, tüm muhalefeti ezerek toplumu kontrol altına almak isteyen Naziler, parlamento binasını (Reichstag) yaktırmış ve suçu komünistlere atarak bunu büyük faşist saldırının gerekçesi olarak kullanmışlardı. Toplum terörize edilerek Hitler’e olağanüstü yetkiler verilmişti. Elbette 15 Temmuz’u gerçekleştiren AKP ve Erdoğan değildir. Ancak Erdoğan’ın eline geçirdiği fırsat, Hitler’in 1933’te eline geçirdiği fırsatın aynısıdır. Nitekim olağanüstü hal ilan edilmesi de bu gerçeği gözler önüne sermektedir.
34. Zaten darbe girişiminden sonra büyük bir tasfiye operasyonu başlatan AKP hükümeti, olağanüstü hal ilan ederek her türlü zorbalığa meşruluk sağlamıştır. Böylelikle zaten işletilmeyen Meclis’in tümüyle bir görüntüye dönüşmesinin önü açılmıştır. Olağanüstü halle birlikte hükümete temel hak ve özgürlükleri askıya almak da dahil geniş bir alanda kanun hükmünde kararnameler çıkarma yetkisi verilmiştir ve kararnameler vakit geçirilmeksizin birbiri peşisıra çıkarılmaya başlanmıştır.
35. Daha şimdiden asker, polis, vali, kaymakam, yargıç, öğretmen, öğretim üyesi vb’den oluşan 80 bine yakın kamu görevlisi görevden uzaklaştırılmış; Gülenci olduğu söylenen binden fazla eğitim kurumu ve 15 üniversite kapatılmış; onlarca dernek ve “sendika”nın kapısına kilit vurulmuştur. Şimdilik esas olarak Gülenciler hedef alınmaktadır, ancak kısa sürede sıranın diğer muhalif kesimlere gelmesi de kuvvetle muhtemeldir. Nitekim daha şimdiden Kemalist hâkim ve savcıların örgütlendiği YARSAV’ın ve Kürt halkının katledilmesine karşı imza kampanyası başlatan akademisyenlerin tasfiye edilmesi de bunun bir işaretidir. Şu ana kadar tasfiye operasyonu Cumhurbaşkanlığından Başbakanlığa, Milli Eğitim Bakanlığından İçişleri Bakanlığına, Genelkurmay’dan Emniyet’e kadar tüm devlet kurumlarında devam ediyor. Devletin tepesine tam anlamıyla güvensizlik hâkimdir. Önümüzdeki dönemde operasyonların AKP’nin içine uzanması da kuvvetle muhtemeldir.
36. Yani neresinden bakarsak bakalım, darbe girişimiyle içine girdiğimiz olağanüstü dönem, yeni kriz ve çatışmaları beraberinde getirecek gibi görünüyor. Erdoğan’ın tüm muhalif kesimleri baskı altına alma ve devletin tepesine mutlak bir güç olarak oturma yönündeki hamleleri kaçınılmaz olarak yeni krizleri doğuracaktır. Perinçek ve Başbuğ cephesinden gelen ve son OHAL kararnamesini hedef alan açıklamalar, yeni krizlerin ilk işaretleri olarak görülmelidir.
37. Yeni kriz ve kaoslara gebe bu sürecin temel belirleyenlerinden biri de, hiç kuşkusuz uluslararası güç ilişkileri, yani emperyalist güçlerin Türkiye üzerinde tutuşacakları kavga olacaktır. Türkiye ile ABD arasındaki çelişki ve çatışmalar her geçen gün artmaktadır. ABD’nin Gülen’i teslim etmemesi, meseleyi zamana yayma yönünde tutum alması çelişkileri daha da artıracaktır.
38. AKP ile ABD arasındaki çelişki ve gerilimler 15 Temmuz darbe girişimi nedeniyle daha da artma eğilimindedir. Tüm bunlarla ilişkili ve bunları tamamlayan bir dış gelişme olarak Rusya ile buzların çözülme sürecinin başlaması da, Erdoğan’ın ABD’yle ipleri germe ve “güçler arası denge” politikasına devam edeceğinin göstergesidir. Rusya da, Türkiye’yi ABD’nin ve Batı’nın etkisinden uzaklaştırmak için bu yönde çaba gösterecektir, göstermektedir. Rusya’nın NATO’nun darbe girişimini bilmesine rağmen Erdoğan’a haber vermediğini açıklamasının, Putin’in aylar sonra, düşman ilan ettiği Erdoğan’ı arayarak destek sunmasının amacı budur. Bu noktadaki sorunlar önümüzdeki temel siyasal kriz ve çatışmanın dinamiklerinden biri olmaya adaydır.
39. Ve ne yazık ki bu cehennemî ortamda işçi sınıfı örgütsüz ve bilinçsizdir. AKP ve Erdoğan, siyasallaştırdığı muhafazakâr-dinsel kimliği kullanarak işçi ve emekçi kitlelerin büyük bir kesimini peşine takmış bulunuyor. İşçi sınıfının bilinç ve örgütlülüğünün zayıflığı nedeniyle Alevi ve Kürt kitleler de kendilerini sınıf kimlikleriyle değil, inanç-kültür ve etnik kimlik üzerinden ifade etmektedirler. Burjuva siyasal alandaki çatışma, aynı zamanda bu toplum kesimlerini doğrudan etkilemektedir.
40. Çok daha karanlık ve kaotik bir döneme girmiş bulunmaktayız. Ama bu karanlık dönem de eninde sonunda sona erecektir. Böylesine bir dönemde komünistlerin görevi, bu bilinçle mücadeleyi sürdürmek ve en önemlisi sınıfımıza ve devrime olan inancımızı yitirmeden geleceğe hazırlanmaktır.
link: Marksist Tutum, Askeri Darbe Girişiminden OHAL Düzenine, 30 Temmuz 2016, https://marksist.net/node/5223
Seni Seçtik Mücadele!
Engels’i Ölüm Yıldönümünde Saygıyla Anıyoruz