Bu yıl Arap Birliği[1] Liderler Zirvesi 19 Mayısta Suudi Arabistan’da toplandı. Cidde’de gerçekleştirilen zirveye damgasını vuran gelişme, Beşar Esad’ın 12 yıllık aranın ardından bu toplantıya yeniden katılmasıydı. 2011’de başlayan savaşla beraber üyeliği askıya alınan Suriye, böylelikle Arap Birliği zirvesinde bir kez daha Esad yönetimiyle yerini almış oldu. Arap Birliği içinde “Esad’la ilişkilerin normalleştirilmesi” politikasına mesafeli yaklaşan Katar ve Kuveyt gibi ülkeler de olmasına rağmen, bu zirve, Suudi Arabistan liderliğinde izlenen bu politikanın Arap devletleri arasında ağırlıklı kabul gördüğünü gösterdi.
Arap Birliği’nin “normalleşmeye hayır” diyen ABD’ye rağmen attığı bu adım kuşkusuz Üçüncü Dünya Savaşının Ortadoğu cephesindeki durum değişikliğinin doğrudan yansımalarından biridir. On yılı aşkın bir süre boyunca İran dışındaki tüm bölge devletleri tarafından düşman olarak görülen, kendisine karşı defalarca askeri ittifaklar oluşturulan Esad yönetiminin Arap Birliği’nde yeniden temsil edilmeye başlaması, onun bu savaştan zaferle çıkmasının tescili olmuştur. Ama bu noktaya gelinmesinde asıl pay Esad’ın değil Rusya ve Çin’indir. Zira Esad’ın Arap Birliği’ne yeniden davet edilmesinin temelinde Rusya ve Çin’in başta Mısır ve Suudi Arabistan olmak üzere bölge ülkeleriyle yeni dengeler zemininde güçlendirmeye başladığı ilişkiler yatmaktadır. Suudi Arabistan’ın geçtiğimiz haftalarda Çin’in arabuluculuğunda İran’la attığı “normalleşme” adımları da bu değişim bağlamında okunmalıdır. Sovyetler Birliği’nin çöküşünden itibaren ABD’nin mutlak nüfuzunda görülen Suudi Arabistan’ın son yıllarda Çin ve Rusya ile yakın ilişkiler geliştirmeye başlaması sadece Ortadoğu’da değil küresel ölçekte değişen emperyalist güç dengesinin ürünüdür. Amerika’nın dayattığı Suriye yaptırımlarına rağmen böyle bir adımın atılabilmesi de bunun ifadesidir.
ABD’nin küresel hegemonyasındaki gerilemeyi durdurmak için başlattığı emperyalist savaşta hedeflediği başarıyı yakalayamadığı açıktır. Bilindiği gibi Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında Ortadoğu’da kendisine karşıt rejimleri devirmeye çalışan ABD, 2011’de patlak veren Arap isyanlarını da bu amaçla manipüle etmiştir. Suriye tam da bu nedenle cehenneme dönmüştür. “ABD’den sonra Suriye savaşının ve ortaya çıkan ağır tablonun en büyük sorumlularından biri ise Türkiye’dir. Bugün uluslararası alanda da genel olarak kabul edildiği üzere Türkiye, Suriye’deki İslamcı-cihatçı grupların en büyük hamisi, destekleyicisi ve üssü pozisyonunda olmuştur. Erdoğan rejimi açısından Suriye savaşı, kendi emperyal hayallerini hayata geçirmenin ve Kürtlerin önünü kesmenin bir aracı olarak görülmüştür. Kuşkusuz ABD ve Türkiye’yi diğer emperyalist-kapitalist ülkeler izlemiştir ama bu iki ülkenin rolü başattır.”[2]
ABD Suriye’deki asker sayısını binin altına indirip, askeri gücünü nicedir SDG/PYD ile işbirliği üzerinden sürdürür hale gelmiştir. Türkiye ise uzunca bir süredir asker sayısı bakımından Suriye’deki en büyük yabancı güç konumundadır. Hamiliğini yaptığı ve doğrudan emri altına aldığı cihatçı çetelerle birlikte sınır hattını işgal ederek Kürtlerin Suriye’de siyasi statüye sahip olmasının önüne geçmeye çalışan Erdoğan rejimi, bu politikası nedeniyle Suriye savaşının sona ermesinin önündeki en büyük engele dönüşmüştür. Tam da bu nedenle Esad bu zirvede yaptığı konuşmada, “bölgemizdeki en büyük tehlikelerden biri de sapkın bir İhvancı zihniyetle aşılanmış yayılmacı Osmanlı zihniyetidir” diyerek Erdoğan rejimini hedef almıştır. Nitekim zirvenin sonuç bildirgesindeki şu ifadenin birincil muhataplarından biri de Türkiye’dir: “Arap ülkelerinin iç işlerine yabancı müdahalenin durdurulması çağrısında bulunuyoruz ve devlet kurumlarının kapsamı dışında silahlı grup ve milislerin kurulmasına yönelik her türlü desteği kategorik olarak reddediyoruz.”
Her ne kadar Erdoğan rejimi son dönemlerde Rusya’nın baskısıyla Esad’la yeniden ilişki kurma yolunu tuttuysa da, Suriye’de işgal ettiği topraklardan çıkmak ve Kürtleri rahat bırakmak gibi bir noktaya asla gelmemiştir. Türkiye’nin kontrolünde ya da korumasında olan cihatçı çetelerin de Esad’ın Arap Birliği nezdinde elde ettiği bu meşruiyet pozisyonundan son derece rahatsız oldukları açıktır. Arap Birliği zirvesi yapılırken Türkiye’nin kontrolündeki Azez’de cihatçıların Esad ve “normalleşme” aleyhine sloganlarla sokağa dökülmesi aslında hem onların hem de TC’nin tepkisinin dışavurumu olmuştur.
Arap Birliği zirvesinin sonuç bildirgesinde Yemen’deki savaşın, Sudan’daki çatışmanın, Lübnan’daki siyasi krizin sona ermesi temennileri de yer almıştır. Ortadoğu’nun kanayan yarası Filistin sorununa gelince. Birlik, yayınladığı sonuç bildirgesinin ilk maddesinde, Filistin meselesini sözde “merkezi önemde” gördüğünü belirtirken alışılageldik ikiyüzlülüğünün bir adım ötesine geçmemiştir. Bu sorun, İsrail’in adını bile anmadan “Filistinlilerin canına, malına, varlığına karşı işlenen şiddet uygulamalarını” kınamalarla ve “iki devletli çözüm”ün arkasında durulduğu yaveleriyle geçiştirilmiştir. Oysa İsrail Filistin’i yok etme planında adım adım sona yaklaşmaktadır. İsrail devletinin kurulmasının (14 Mayıs 1948) ardından Filistinli Müslümanların zorunlu göçe maruz bırakılmalarına atfen Nakba yani “felâket” günü olarak anılan 15 Mayıs, 75. yıldönümünde de yine işgal, zulüm ve kanla karşılanmış, son günlerde gerçekleştirilen saldırılarda onlarca Filistinli hayatını kaybetmiştir. Ama işine geldiğinde İsrail’e esip savurarak Filistin sorununun ekmeğini yiyen Türkiye egemenleri de, ABD güdümlü “İsrail’le normalleşme” planlarına imza atan Arap egemenler de her zamanki gibi buna seyirci kalmayı sürdürmektedir.
Sonuçta halkların çektiği acılar egemenleri zerrece ilgilendirmiyor. Onlar varsa yoksa kendi çıkarlarını korumaya çalışıyor. On yılı aşkın bir süre boyunca Suriye’ye hücum eden akbabaların şimdi Esad’la el sıkışmalarının da gösterdiği gibi, dünün kanlı bıçaklı düşmanları bugün dostluk pozları vermekte zerrece zorlanmıyorlar. Suriye yakılıp yıkılmış, yüz binler hayatını kaybetmiş, milyonlarca insan yaşadığı yeri terk etmek zorunda kalmış, bütün bunlar onların da emperyalist ağababalarının da umurunda değildir. İşçi sınıfı Arap Birliği zirvesinin bir kez daha gösterdiği bu gerçekliğin farkına varmadıkça egemenlerin çıkar savaşlarına alet olmaya ve bu savaşlarda helâk olmaya devam edecektir ne yazık ki.
[1] Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki Arap devletlerinden oluşan bu birlik 1945’te önce Mısır, Irak, Ürdün, Lübnan, Suudi Arabistan ve Suriye tarafından kurulmuş ve sonrasında genişleyerek üye sayısını 22’ye çıkarmıştır.
[2] Kerem Dağlı, Suriye Savaşının 10 Yılı: Bir Halkın Felâketi, 12 Mayıs 2021, marksist.net/node/7356
link: Marksist Tutum, Arap Birliği Zirvesi: Kanlı Düşmanların Dostluğu!, 22 Mayıs 2023, https://marksist.net/node/7982
14 Mayıs Seçimleri ve Sürece Dair
Hiroşima’da G7 Savaş Zirvesi