Normalleşmeydi, yumuşamaydı derken yeni (üçüncü) kayyum serisinin düğmesine basıldı. Faşist rejim şaşırtmadı ve bu beklentiyle alay edercesine Hakkâri Belediye Başkanını görevden aldı. Böylece bir anlamda seçim akşamı Van’da kalkışıp geri adım atmak zorunda kaldığı hamleyi Hakkâri’de pervasızca hayata geçirdi. 31 Mart seçimlerinde rejimin tüm baskılarına ve döndürdüğü dolaplara rağmen ezici çoğunlukla Hakkâri Belediye Başkanlığını kazanan Mehmet Sıddık Akkış “terör örgütü üyeliği” suçlamasıyla önce ev baskınıyla gözaltına alındı, hemen ardından da görevinden alınıp yerine kayyum atandı. Savcılık mutat olduğu üzere derhal dosya hakkında gizlilik kararı çıkarmasına rağmen rejim medyası dur durak bilmeden sözde bilgilerle Belediye Başkanını teröristlikle, kaçmak üzere olduğuna dair iddialarla damgalamaya girişti ve Akkış alelacele çıkarıldığı mahkemece tutuklandı.
Kürt hareketine ve devrimcilere yönelik birçok davada olduğu gibi burada da aleni bir tezgâh bulunuyor. 10 yıl önce bir gizli tanığın ifadelerine dayanılarak açılmış olan soruşturma ve dava şimdi Belediye Başkanının tutuklanıp görevden alınmasının gerekçesi yapılıyor. Üstelik o gizli tanığın, o dönemki Gülenci savcının açtığı benzer sayısız davanın adeta nöbetçi tek gizli tanığı olarak kullanıldığı, sonrasında ifadelerinin yalan olduğunu itiraf ettiği ve bunu yaptığı için de zulüm görüp hapse atıldığı biliniyor. Gözaltından bir gün sonra da 10 yıllık dava birden sonuçlandırılıyor ve Belediye Başkanına hüküm giydiriliyor. Devletin onyıllardır ülkeye kanıksattığı oyun bir kez daha sergileniyor özetle. Terör damgası vur, öcüleştir, insanların yasal haklarını paspas yap, gözaltı, tutuklama, düzmece yargılama, işkence, hapis, haklardan men vb. bilumum baskı mekanizmasını uygula…
Kayyum siyaseti Kürt halkına uygulanan baskı politikalarının yıllar içinde öne çıkan bir cephesi oldu. Kürt siyasi hareketinin Kürt illerinde belediye yönetimlerine gelmesini hiçbir zaman sindirememiş olan devletin buna bulduğu “çözüm” uyduruk gerekçelerle belediye başkanlarını görevden almak ve yerlerine devlet temsilcisi kayyumlar atamak oldu. Çektiği tüm tepkiye ve aleni anti-demokratik özelliğine rağmen devlet bu kayyum siyasetinden vazgeçmedi. 31 Mart seçimlerinde türlü hile ve zorbalıklarla bu belediyeleri kazanmaya çalışan rejim, bunun olmadığı durumda bir kayyum dalgası başlatma planını elbette elinde hazır tutuyordu. Van’da sıcağı sıcağına yapılan deneme başarısız olduysa da bu plan geri çekilmedi.
Rejimin çeşitli sebeplerle muhafaza ettiği seçim/sandık mekanizmalarına olduğundan büyük anlamlar yüklememek gerektiğini baştan beri söylüyoruz. 31 Mart seçimleri sonrasında Kürt hareketinin kayyumlu belediyeleri tekrar kazanması şüphesiz rejimin tüm baskılarına rağmen elde edilmiş bir zaferdi. Kürt halkının rejime boyun eğmediğini gösteren bir direnç ifadesiydi. Ancak bu sonuçlara bakıp rejimin faşist doğasını unutmak ya da hafife almak bir yanılgı olurdu. Emekçi halkın genel olarak hem Kürt illerinde hem de diğer bölgelerde sandık üzerinden gösterdiği tepki rejime karşı mücadelenin yükseltilmesi için potansiyel bir başlangıç zemini olarak işlev görebilirdi. Ancak bunun koşulu emekçi kitlelerin geniş ölçekli örgütlülüğüne dayanan zorlu mücadele idi. Çabalar bu yönde yoğunlaştırılmadığında kitlelerde oluşan pozitif ruh halinin ve istekliliğin gevşemesi ve uçup gitmesi kaçınılmaz olacaktı. Nitekim “bir daha kayyum olmaz” türü söylemlerin gerçekçi olmadığı şimdi bir kez daha ortaya çıkmıştır.
Keza rejimin yerel seçimlerde yenilgi aldı diye yumuşayacağını, bir normalleşme sürecine gireceğini düşünmek yanılgıydı ve o günlerden bu yana rejim bunu birçok hareketiyle doğrulamıştır. Seçim akşamı Van’da yapılan deneme daha baştan niyeti ortaya koyuyordu. Bu denemenin püskürtülmesi şüphesiz önemliydi ancak rehavete ve “bir daha kayyum olmaz” havasına kapılmamak gerekiyordu. O günkü tepki seçimin yarattığı genel pozitif havanın ve mücadele eğiliminin sıcağı sıcağına bir devamıydı. Ancak rejimin birtakım hazırlıkları olduğu belliydi ve izlediği taktiklerle geçirdiği yeterli sürenin ardından kayyum saldırısını yeniden başlattı. Ama kayyum saldırısına gelmeden önce rejim normalleşme ve yumuşama söylemlerinin bir aldatmaca olduğunu gösterircesine baskı ve zorbalıklarına devam etti. Önemli bir adım, yıllardır süren Kobanê davasının ağır cezalarla sonuçlandırılmasıydı. Başta Selahattin Demirtaş olmak üzere Kürt hareketinin önemli isimleri ağır cezalara çarptırıldılar. Ayrıca rejim kayyumların yolda olduğunun işaretini 27 Kürt belediye başkanına soruşturma açmakla daha dolaysız biçimde vermişti. Dolayısıyla yeni bir kayyum dalgasının geleceğine dair yeterince işaret bulunuyordu. Diğer taraftan Kavala örneğinde görüldüğü gibi yeniden yargılanma taleplerinin ısrarla reddedilmesi tutumunun seçim sonrasında da devam ettirilmesini bu seriye eklemek mümkün.
Dahası rejimin sınır ötesine büyük bir harekât düzenleyerek “tampon bölge” adında geniş bir şeridi işgal etmeye yönelik hazırlıkları son haftalarda daha belirgin bir hal aldı. Rejimin Kürt halkının hem içeride hem dışarıda tüm kazanımlarını yok etmeye yeminli olduğu apaçıktır. Başlamış olan yeni kayyum dalgası olsun, Irak ve Suriye’deki mevzileri yok etmeye dönük baskılar ve askeri harekât hazırlıkları olsun bunun somut göstergeleridir. Ancak rejimin Kürt hareketine dönük kini onun tek gündemi değildir. Bu gündem onun genel beka gündeminin temel ayaklarından birini oluşturmaktadır. Bu gündemin diğer ayakları, Üçüncü Dünya Savaşının giderek yayılan alevleri arasında genel bir militarist-faşist hazırlık sürecini yürütmek ve içte yürütülen ağır ekonomik saldırı programının emekçi kitlelerde biriktirdiği hoşnutsuzluğu yönetmek/bastırmaktır.
Rejimin genel bir hareket planı olduğu görülüyor. 31 Mart seçimleri sonrası belli bir süre halkı oyalama taktiği izlendi. Normalleşme ve yumuşama söylemleri dört bir kanaldan yayıldı. Rejimin seçimlerde aldığı yenilginin onu daha yumuşak olmaya iteceği yanılsaması pompalandı. CHP’nin de bu plana dâhil edilmesiyle, toplumda bir şaşalama hali üretildi elbirliğiyle. Bu taktiğin temel güdüsü, seçimlere yansımış olan halkın yükselen hoşnutsuzluk ve tepkisini pörsütmekti. Nitekim halkın 31 Mart seçim sonuçlarından kaynaklanan heyecanı söndüğü ölçüde militarist-faşist baskı politikalarının gaddar yüzü daha belirgin biçimde su yüzüne çıkmaya başladı.
Kobanê davasının sonuçlandırılması, yeni Kürt belediye başkanlarına derhal soruşturmaların açılması ve son olarak Hakkâri Belediye Başkanının görevden alınıp yerine kayyum atanarak yeni bir kayyumlaştırma dalgasına start verilmesi bu faşist politikaların esasen bir boyutunu oluşturuyor. Diğer boyutunu ise sınır ötesi harekâtların genişletilmesi ve hem buna hem de içerideki baskılara karşı doğabilecek tepkilere dönük hazırlıklar oluşturmaktadır. Son haftalarda birbiri ardına gündeme gelen yeni seferberlik hali düzenlemesi, “etki ajanlığı” konulu yasa tasarısı ve emekli subayların medyada görüş bildirmesini yasaklayan düzenleme hazırlığı (sonra geri çekildi) esas olarak buna ilişkindir. Bu hazırlıkların, orta/uzun vadeli potansiyel bir tehdit olarak emekçi kitlelerin hoşnutsuzluğunun patlak vermesi durumunda onlara karşı kullanılacağı da çok açıktır.
Yeni getirilen savaş ve seferberlik hali düzenlemesiyle, seferberlik gerektiren haller de değiştirilmiş ve genişletilmiştir. Buna göre, “ayaklanma”, iktidara karşı “kuvvetli eylemli bir kalkışma” ya da içten veya dıştan kaynaklı bölücü bir tehlike yaratan davranışlar durumunda Cumhurbaşkanı genel ya da kısmi seferberlik ilan edebilecektir. KHK’yla ihraç edilenler de seferberlik durumunda “yedek personel” olarak göreve çağrılabilecektir. Üstelik gerek savaş karşıtlığı temelinde gerekse de artan hoşnutsuzluklar nedeniyle doğabilecek “kuvvetli eylemlere” karşı da üst düzeyden önlem alınmaktadır.
“Etki ajanlığı” yasa tasarısında ise iktidarın işine gelmeyen bilgilerin dillendirilmesi, basın ve medya aracılığıyla yaygınlaştırılması ajanlık olarak yaftalanmak istenmektedir. Yani dış bağlantılar kurgulanarak daha nice insanın hayatı karartılacaktır. Hatırlayalım, geçtiğimiz yıllarda, yaptıkları haberlerden dolayı gazeteciler bile bu tür suçlamalara maruz kalıp zindanlara tıkılmışlar, Can Dündar örneğinde olduğu gibi kimileri de ülkeyi terk etmek zorunda kalmışlardı.
Rejimin çok boyutlu hareket planının temel ayaklarından birini de muhalefetin pasifize edilmesi oluşturuyor. Burada toplumsal hoşnutsuzluğun yöneldiği ana kanal olan CHP’nin kontrol edilmesi kritik önem taşıyor. Bu hem Kürtlere karşı somut savaş için, hem kapitalizmin tarihsel krizi ve dünya savaşı bağlamında hızlandırılması gereken genel tahkimat için, hem de içte yükselmesi muhtemel sınıf mücadeleleri için gereklidir. Yürütülen ekonomik saldırı programı karşısında CHP’nin çatlak sesler çıkarmamasının sağlanması, sadece rejim için değil burjuva düzen açısından da hayati önemdedir. Rejimin tam tahkimatı ve güvencesi olacak yeni bir anayasayı da içeren bu hazırlıkların CHP’siz kotarılması pek mümkün görünmemektedir. Bu nedenlerle başta CHP olmak üzere muhalefetin rejim için aktif işlev gören bir payanda haline getirilmesi önemlidir. Bu doğrultuda “Yenikapı ruhu”nu diriltmek, milli birlik ve beraberlik görüntüsü vermek rejimin işine gelecektir.
Rejimin içeride ve dışarıda tüm emekçilere ve Kürt halkına yönelik çok boyutlu saldırı politikaları karşısında belirleyici olan emekçilerin ve Kürt halkının direnci ve mücadelesi olacaktır. Bu saldırıların boşa çıkarılması için işçilerin birliğini ve halkların kardeşliğini çok daha kararlı bir şekilde savunmak şarttır. Bu rejimin yıkılması da bu zemin üzerinde yükseltilecek olan emek cephesinin mücadelesinden geçmektedir.
link: Levent Toprak, Kayyumlu “Yumuşama”, 9 Haziran 2024, https://marksist.net/node/8278
İnsani Değerleri Aşındıran Kapitalizm
Yaşamın Düşmanlarına Karşı Birleşelim