Maraş merkezli çifte deprem Türkiye’de sadece jeolojik olarak değil toplumsal olarak da bir kırılma yarattı, toplumsal ve siyasal atmosfer tümüyle değişti. Artık bir deprem öncesinden ve deprem sonrasından söz etmek mümkün. Tüm siyasi gelişmelerin bu çerçevede yeni bir bağlama oturduğunu görmek ve ona göre hareket etmek gerekiyor. Geniş ölçekli yıkıma vesile olan doğal felâketlerin de büyük ekonomik krizler, savaşlar gibi sarsıcı toplumsal olgulara benzer etkiler yapabildiği bir kez daha görüldü. 1999 yılındaki büyük Gölcük ve Düzce depremleri Türkiye’de önemli toplumsal ve siyasal değişimlerin yaşanmasında göz ardı edilemeyecek etmenlerden biri olmuştu. İşin aslı şimdiye dek süren uzun AKP iktidarına giden yolun açılmasında bu depremler önemli bir düzleyici işlevi görmüştü. Eski rejimin çürümüş iktidar partileri çok geçmeden sarsılıp sahneden silinmişlerdi.
On binlerce insanın canını kaybettiği, yüz binlerin yaralandığı, milyonların evsiz barksız kaldığı çifte Maraş depreminin de toplumun dengelerini sarsmaması, olağan rutinini bozmaması düşünülemez. Rejime karşı zaten nicedir biriken hoşnutsuzluk depremle birlikte sıçrayarak büyümüş, öfke daha da güçlenmiştir. Zira bu deprem rejimin kifayetsizliğini ve çürümüşlüğünü olağanüstü bir açıklıkla ortaya sermiştir. Devlet aygıtında, medyada, sivil alanda erişebildiği ne kadar alan varsa sızıp kendi taraftarlarını bu alanların kontrol ve yönetimine memur eden rejimin, temel kamusal işlevleri yerine getirmede kifayetsizliği alenen ifşa olmuştur. Haftalar sonra dahi afet bölgesinde yeterli geçici barınma, hijyen ve beslenme koşullarını sağlayamayan bir rejimden bahsediyoruz. Yıllardır halkın üzerine boca edilen “Büyük Türkiye” masalının gürültüyle çöküşüdür bu. Çadır ve tuvalet sorununu bile çözemeyen, depremzedelere fahiş fiyata parayla çadır satan, su vermeyip “yüzüğünü bozdur, parayla al” diyen Büyük Türkiye!
Daha önceki değerlendirmelerimizde iktidarın genel olarak uzun bir sıkışma süreci yaşadığını çeşitli aşamaları içinde ele almıştık. Şimdi Maraş merkezli çifte depremle birlikte bu sıkışma süreci yeni bir evreye girmiştir. Faşist rejime geçişle birlikte derinleşen ve keskinleşen çelişkiler depremin vuruşuyla daha da şiddetlenmiş, rejim bu depremle ciddi bir hasar almıştır. İlk günden itibaren bu durumun farkında olan rejim hasarı gidermek için çabalasa da, yapılanmasının doğası gereği ortaya çıkan beceriksizlik görüntüsünü bertaraf etmeyi başaramamıştır.[*] Ancak rejimin gediğinin büyütülmesi ve harekete geçen tepkinin uçup gitmemesi için etkin çabaya ihtiyaç var. Aksi durumda rejimin kontrolü yeniden eline geçirmesi riski mevcuttur.
Propaganda makinesi çalışıyor
Düştüğü ağır sıkışma durumu nedeniyle dağınıklığı da artan rejim, durumu kontrol edebilmek için çırpınıyor. Bu çabasının en önemli yönünü ideolojik propaganda oluşturuyor. Toplumun yaşanan felâket hakkındaki duygu ve düşüncelerini yönetme çabası başköşeye oturmuş durumda. Rejimin geniş kitlelerin ruh halini yönetmeye çalışırken gözettiği temel bir hedef var. Asıl olarak öfkeyi törpülemek, öfkeyi yok etmek istiyor. Öfke dışında tüm duygular deyim yerindeyse rejimin hüsnü kabulü. İnsanlar üzülsünler, ağlasınlar, yas tutsunlar ve bunların yanı sıra şükretsinler, tevekkül göstersinler, yardımlaşma ve fedakârlık duyguları kabarsın, işlerin düzeleceğine dair devlete ve düzene güven duysunlar, bu yönde umut beslesinler… Bunlar olabilir, bunlar olsun, ama öfke zinhar olmasın! Rejim medyasının günler boyunca, gece gündüz toplumu naklen yayın düzeninde, enkaz altından sağ çıkarılacak canlara odaklama çabasının altında yatan buydu.
Başlangıçtaki dağınıklık halinin ardından rejimin toparlanarak bir strateji belirlediğini gösteren ilk hesaplı kitaplı hamle “asrın felâketi” temasının dolaşıma sokulmasıydı. Sofistike görsellikle desteklenen materyal eşliğinde rejim medyası ve trol orduları hızla bu fikri yaymaya koyuldular. O denli büyük bir doğal afet söz konusuydu ki yapılacak bir şey yoktu demeye çalışıyorlardı. Depremin ülke tarihinin en büyük depremlerinden olduğuna şüphe olmasa da, bunun bu denli çok cana mal olması ve bu kadar büyük bir kentsel yıkım halini almasının doğayla hiçbir ilgisi olmadığını söylemeye gerek yok. Ayakta kalan binalar, hatta ilçe ölçeğinde depremi yıkımsız ve can kayıpsız atlatan yerleşimler bile yıkımın sebebinin, tümüyle inşaat ve şehircilik alanlarında insan hayatını hiçe sayan kural ihlalleri olduğunu açıkça göstermektedir. Buna yol açan, büyük oranda yağmacı dinamiklerle hareket eden açgözlü, sonradan görme kapitalist birikim anlayışı olmuştur.
Dahası ülkenin üçte ikisinin deprem bölgesi olduğunun bilinmesine, kimi bölgelerde deprem olasılıklarının ne denli yüksek olduğunun bilimsel olarak tespitine rağmen dişe dokunur hiçbir hazırlığın yapılmaması gerçeği ortadadır. Üstelik sözde bunun için yıllarca emekçi halktan paralar toplanmış olmasına rağmen. Deprem sonrası afet yönetiminin ise tam bir hazırlıksızlık tablosu ortaya koyması hepsinin üstüne tüy dikmiş, on binlerce can enkaz altında son nefesini vermiştir. Korkunç bir bilinçli ihmal ve fiyasko, emsalsiz bir kifayetsizlik ve beceriksizlik söz konusudur. Depremin ardından haftalar geçtiği halde geçici barınma (çadır, konteyner vb.) ve hijyen şartlarının sağlanamamış olması bu yargıyı her bakımdan doğrulamaktadır. Bunlar düşünüldüğünde ortada asrın felâketinden ziyade asrın katliamı olduğunu söylemek daha doğru olacaktır.
“Asrın felâketi” etiketiyle yürütülen propagandanın amacı ilk başta sanıldığı gibi sadece iktidarın sorumluluğunu küçük göstermek ya da gözden saklamak değildi. Bu aynı zamanda ve esas olarak rejimin somut olarak seçimleri yapmama ya da işine gelecek belirsiz bir geleceğe erteleme amacını taşıyordu. Bu amaçla yürürlüğe konulan stratejinin temel adımı bu materyalin hazırlanıp çeşitli kanallardan topluma boca edilmesiyken, bir yandan da buna uygun olarak iktidar içinden önce isimsiz yetkililerin “bu şartlarda seçimlerin yapılması mümkün değil” demesi, ardından gazetecilik yapıyormuşçasına Fatih Altaylı gibi isimlerin olası senaryolar adı altında bunu işlemesi, Bülent Arınç’ın aynı fikri tüm olası mekanizmaları içinde açıktan ortaya atması gibi adımlar geldi. Her ne kadar seçimden söz etmese de Erdoğan da aynı kapsama girdiği şüphesiz olan “bize bir yıl süre verin” sözünü sarf etti ve sonraki günlerde de bunu tekrar etmekten geri durmadı. Bu adımlarla ilk planda hedeflenen hiç kuşkusuz zemin oluşturmak, acı içindeki geniş kitlelerin zihninde “bu şartlarda seçim gibi işlerle uğraşılmaz” düşüncesini yerleştirmek idi.
“Asrın felâketi” propagandasının yanı sıra propaganda makinesinin ikinci bir odaklanma noktası ise dikkat saptırma ve öfkeyi boşaltma işlevi görebilecek hedefler gösterme oldu. İktidara yönelen öfkeyle baş etme stratejisinin bir yönünü yatıştırma çabaları oluştururken, önemli bir yönünü de saptırma çabası oluşturuyor. Bu çabada en çok öne çıkan hedef Suriyeli sığınmacılar ve yağmacılar oldu. Sosyal medya Suriyelilerin deprem bölgesinde yaygın bir yağma ve hırsızlık faaliyeti yürüttüğüne dair paylaşımlarla doldu taştı. Sadece yabancıların değil, yağma algısının güçlenmesi için yerli halktan kişilerin de yaygın ölçüde yağmaya giriştiğine dair paylaşımlarla bu konu devam ettirildi. Böylece resmi sayılarla bile 50 bine yaklaşan kesinleşmiş can kaybının yaşandığı bir felâkette, bu toplu katliamdan açıkça sorumlu olan, deyim yerindeyse suçu sabit olan iktidar hedef tahtasının dışına çıkarılmaya çalışıldı. Gerçekte ne yağma olayları gösterilmeye çalışıldığı kadar çok ve yaygındı, ne de yağma diye yaftalanan hadiselerin tümü gerçekte birer yağmaydı. Açlık, yoksunluk ve çaresizlik içindeki depremzede halk çoğu durumda temel ihtiyaçlarını gidermek için marketlere giriyorlardı. Bu tür hadiselerin yağma ve hırsızlık olarak gösterilmeye çalışılması tümüyle rejimin toplumun bilincini bulandırmaya dönük kirli propagandasıydı.
“Yağmacılar” yaygarasının yanı sıra, onun kadar güçlü biçimde olmasa da, tekil olarak çeşitli müteahhitler de öfkenin yöneltildiği bir hedef oldular. Avrupa’daki toplam müteahhit sayısının (yaklaşık 27 bin) on katından fazla (yaklaşık 450 bin) müteahhidin olduğu bir ülkede üç beş müteahhidin nefret objesi haline getirilmesiyle kitlelerin odağı saptırılmaya çalışıldı. Hiçbir insani değer tanımayan, zerrece iş ahlâkına sahip olmayan, ülkenin adeta kanseri halini almış açgözlü müteahhit güruhuna ne denli öfke duyulsa azdır kuşkusuz. Ama bunun tekil müteahhitler sorunu olmadığı da o denli kuşkusuzdur. Ortada korkunç bir çürümenin yaşandığı tiksinti verici bir organizma mevcuttur. İnşaat ve gayrimenkul sektörü çok büyük oranda sosyal/ekonomik/siyasal/kültürel bir kara delik halini almıştır. Bu topraklardaki genel hayat güvencesizliğinin doğal bir sonucu olarak başını sokacak bir çatı sahibi olmayı hayati sorun olarak gören sıradan emekçilerin de alet edildiği dev bir ufunet sistemi vardır. Emekçilerin hayatlarını karartan, doğanın, kentlerin, kültürün, tarihin yağmalandığı, tahrip edildiği bir sistemdir bu. Hal böyleyken sadece üç beş müteahhidin hedef tahtasına konması adice bir riyakârlıktır. Bütün bu sistem, içerdiği tüm sorumlularla birlikte hedef tahtasına konulmalıdır. Ve bu yaklaşıma hiç kuşkusuz geniş emekçi yığınların barınma, kent ve çevre sorunu konusunda bütüncül ve tutarlı bir perspektife kazanılması çabası eşlik etmelidir.
Rejimin propaganda dairesinin deprem dolayısıyla yürüttüğü propaganda faaliyetinin bir söylemi de “böylesi zamanda siyaset yapılmaz” söylemiydi. Her ne kadar öfkenin büyüklüğü karşısında bu söylemin ilk günler sonrasında pek tutunabildiği söylenemezse de, bu söylem ilk günlerde rejim tarafından öfkeyi frenlemek için bir sopa gibi kullanıldı. Yine de tümüyle tedavülden kalktığını söylemek yanlış olur. Aksine gündemdeki değişmelere bağlı olarak “şimdi siyaset zamanı değil” demagojisi rejim tarafından fırsat çıktıkça kullanabiliyor. Hatta seçimlerin ertelenmesi konusunda zemin yoklamaların sinsi bir üstü kapalılıkla yapıldığı sırada, buna karşı yükselen tepkiyi göğüslemek için yüzsüzce kullanıldı. Onca yıkım varken, “asrın felâketi” söz konusuyken muhaliflerin seçim derdinde olduğu yaygarası yapıldı.
Ancak şükür ki hayatın kendisi bu ikiyüzlülüğe pek aldırış etmedi. Depremle ortaya çıkan tablonun vahameti, sorunların siyaset yapılmaksızın bırakın çözülmesini, gündeme getirilmesinin bile mümkün olmadığını ortaya serdi. Sadece bir örnek vermek yeterli. Enkaz altındaki insanların kendilerini dışarıya duyurabilmeleri dâhil olmak üzere, dayanışma ağlarının bir çırpıda örülmesine imkân sağlayan sosyal medya iletişimi rejim tarafından engellendi. Bu engelleme siyasal bir eylem olduğu gibi yasağın kaldırılmasını talep etmek, bunun için mücadele etmek de doğrudan iktidarla, onun devlet aygıtıyla karşı karşıya gelmekti. Elifba niteliğindeki temel gerçeği vurgulamadan geçmeyelim. Sınıflı toplum var olduğu sürece hayatın her yönü siyaset konusudur. Ama bırakalım bu temel gerçeği, zaman bin kat daha fazla siyaset yapmayı gerektiren zamandır. Temel insani ihtiyaç malzemelerinin bölgeye ulaştırılmasının bile devlet aygıtıyla ciddi ölçüde ters düşme anlamına geldiğini ve bu siyasete siyasetsizlikle değil düpedüz siyasetle karşılık vermek gerektiği kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
Seçim konusu
Rejimin propaganda dairesi manipülatif propaganda öğeleriyle gece gündüz mesai harcasa da, deprem sonrası oluşan ağır yıkım tablosu karşısında yükselen öfke ve bunun çeşitli düzey ve biçimlerdeki politik yansımaları, rejimin seçimi erteletme gündemi oluşturma çabasını hüsrana uğrattı. Seçim erteletme propagandası geri tepti. O nedenle rejim seçimle ilgili sıkıntısını başka yoldan giderek çözmeye çalıştı. Bu yol, çokça dillendirilen, “seçimden kaçmıyorum, aksine istiyorum” görüntüsü vererek, erteleme işinin sözde YSK’ya havale edilmesiydi. Ancak bu seçeneğin fazlasıyla ifşa olduğu ve gün be gün zorlaştığı görüldü. Sonuçta YSK, sözde bölgede yaptığı inceleme sonucunda seçimlerin yapılabileceğine hükmetti. Dolayısıyla rejimin artık seçimden kaçamayacağı anlaşılmış durumda.
Bu noktada, oluşan güçlü tepkiden çekinmenin yanı sıra, “yardım” adı altında toplanan ve bu yönüyle denetim dışı alana kaydırılan büyük paraları seçmeni yatıştırma ve oy rüşveti olarak kullanma iştahını da hesaba katmak gerekiyor. Zamana yayılmak istenen EYT tasarısının depremle ilgili aciliyetler bile bir kenara bırakılarak derhal Meclise getirilip geçirilmesi de bu doğrultuda bir ipucu vermektedir. Enkaz altında nice cenaze varken, bunların çıkarılmasının bile bir kenara bırakılıp iş makineleriyle enkazlara hızla dalınmaya başlanması ve tüm bölgenin inşaat şirketlerine parselasyonunun hemen gerçekleştirilmesi de aynı noktaya yorulabilir. Rejimin enerjik bir toparlanma görüntüsü yaratmak, yeni bir ayağa kalkış seferberliği havası oluşturmak istediğine şüphe yok. “Yapılacak çok şey varsa da, bakın kolları sıvadık, canla başla çalışıyoruz” denmek istenecek. Diğer taraftan, depremin, diyelim bir yıllık bir vadede ortaya çıkacak yeni ve çok daha karmaşık sorunları karşısında daha da çaresiz bir duruma düşmektense, enerjik bir seferberlik görüntüsüyle çarçabuk seçime gitmek, sıkışmış rejim açısından, isteksizce de olsa, kötünün iyisi olarak görülebilir.
Seçimi bir an önce gerçekleştirme konusunda bunlara eklenmesi gereken başka hususlar da var elbette. Hayatlarını kaybeden on binler, enkaz yığınına dönmüş kentler, yerini yurdunu bırakıp göçmek zorunda kalmış milyonlar, olağan işleyişi tümüyle bozulmuş hayat, ilan edilmiş olağanüstü hal… Tüm bunlar rejime özellikle bölgede seçim işlemleriyle oynama konusunda yeni imkânlar sunacaktır. Kaos ve yıkım ortamı tüm ayrıntılarıyla düşünüldüğünde seçim işlemlerinin manipüle edilmesine daha elverişli bir durum yaratabilecektir. Rejimin bu durumdan kendi çıkarına birtakım sonuçlar elde etmek için bin türlü kötücül hesap yapmadığını düşünmek naifçe olur.
Kartaca yıkılmalıdır!
Antik dönemde Batı Akdeniz havzasında egemenlik için Roma ile Kartaca devletleri arasındaki savaşların arkası kesilmiyordu. Tekrarlayan savaşlarla bir türlü alt edilemeyen Kartaca, Romalı egemenler için bir beka tehdidi ve takıntı olmayı sürdürdü. Meşhur Romalı senatörlerden biri olan Cato, imparatorluğun sorunlarının düzenli olarak tartışıldığı senatoda, konu ne olursa olsun, yaptığı konuşmaların sonunda “Carthago delenda est” (“Kartaca yıkılmalıdır”) diyor, konuşmasını bu sloganla sonlandırıyordu. Amacı Kartaca sorununun hiçbir surette gündemden düşmemesini sağlamak, çeşitli sorunların uğraşları arasında bu sorunun odak olmaktan çıkmamasını sağlayabilmek, dikkat dağılmasının önünü alabilmekti. Cato, “Kartaca orada durdukça bize rahat huzur olmamalı” demek istiyordu.
Şimdi bu topraklardaki on milyonlarca emekçi de farkındadır ki, bu rejim durdukça bize rahat huzur yoktur! Depremin ardından toplumsal ruh hali ve siyasi hava baştan aşağı değişmiştir. Deprem sonrası oluşan hava bu rejimin defedilmesi için şartları daha da olgunlaştırmıştır. Sadece rejimin çürümüşlüğünün, iflasının kaba biçimde ifşa olması bakımından değil, aynı zamanda solun ve dayanışma gibi sol değerlerin yükseldiği bir ortam da şekillenmiştir. Kamusal hizmetler anlamında devletin ortada olmadığı günlerde sosyalist hareketin, emekçilerin hızla yükselttiği dayanışma, örgütlü seferberlik örnek nitelikte olmuştur. Deprem bölgesinde kimi askerlerin, AKP ve hatta MHP taraftarlarının bile kabul etmek zorunda kaldığı bir gerçekliktir bu. Uzun yıllar varlığı bile görülmez hale gelen sosyalist kimliğin saygınlığı yükselmektedir. Bu durum rejime karşı mücadelede emek eksenli bir hattın olanaklarını da güçlendirmektedir. Faşizme karşı mücadelede asıl önemli ve değerli olan, uzun vadede çok daha anlamlı sonuçlar doğurabilecek olan hat budur. Tüm işçi ve emekçileri böylesi bir hatta kazanma çabası odaklanma noktası olmalıdır. Bu rejim yıkılmalıdır!
[*] Bkz. Demet Yalçın, Yağma ve Rant Düzeni Çöktü, marksist.com
link: Levent Toprak, Kartaca Yıkılmalıdır!, 8 Mart 2023, https://marksist.net/node/7930
Depremin “Gör Artık” Dedikleri
Altılı Masa Depremi Ne Anlatıyor?