Geçtiğimiz haftalarda İsveç ve İtalya’da birbiri ardına seçimler yapıldı. Toplumsal ve siyasal gelenekleri oldukça farklı olmasına rağmen bu iki Avrupa ülkesinde de benzer biçimde faşist eğilimler ilerlemeler kaydettiler, yeni mevziler kazandılar. Yürüyen uzun pazarlıkların ardından her iki ülkede de yeni hükümetlerde faşist partilerin yer alacağı, ana parti konumunda olacakları ya da dışarıdan destekleyerek koalisyon hükümetinin kaderini ellerinde tutacakları kesinleşmiş durumda.
Son onyıllarda ırkçı, faşist, aşırı sağ parti ve hareketlerin dünya genelinde güçlenmesi, seçim başarıları elde etmesi kapitalist sistemin güncel gerçekliğinin bir görünümünü oluşturuyor. Bu güncel gerçeklik onun tarihsel sistem krizi içinde olmasıyla belirleniyor ve bunun en asli öğeleri kuşkusuz kapitalist ekonominin süreğenleşen tıkanma hali ve sıklaşan aralıklarla patlayan krizleri ile emperyalist savaş sürecidir. Öte yandan bu derin kriz, toplumsal dinamikleri ve ülkelerin siyaset sahnelerini yeniden şekillendiriyor. Çalkantılar ve çelişkilerle dolu bir büyük çaplı değişim dönemindeyiz. Sermayenin küresel ölçekte yürüttüğü neo-liberal haçlı seferinin emekçi kitleler üzerinde elde ettiği zaferlerle ilerleyen yaklaşık çeyrek yüzyılın ardından, yaklaşık olarak son yirmi yıldır dünyanın dört bir yanında emekçiler halk isyanları düzeyine varan kitle eylemliliği ile suskunluk ve geri çekilişlerine son vermeye başladılar. Bu süreçte başta Latin Amerika ülkeleri olmak üzere, Yunanistan’dan Sri Lanka’ya, Mısır’dan İran’a, Haiti’den Kazakistan’a kadar birçok ülkede bu yükseliş dalgası devrimci durumlar da ortaya çıkardı. Ama işler o düzeye ulaşsın ya da ulaşmasın, devrimci önderlik eksikliği her yerde kendisini yakıcı bir şekilde ortaya koydu. Bu eksiklik, yalnızca yükselişlerin başarılı devrimlerle sonuçlanmamasına değil, karşı-devrimci güçlerin prim toplayabilmesine de zemin hazırlamaktadır. Toplum ve siyaset sahnesi krizin etkisiyle giderek kutuplaşırken, diğer uçtaki ırkçı, faşist, gerici siyasi eğilimler de güçleniyorlar.
Çeşitli ülkelerin siyaset sahnesinde bu eğilimlerin siyasi partiler ve seçimler düzleminde de yansımalarını görüyoruz. Genel olarak söyleyecek olursak ikinci emperyalist dünya savaşı sonrasından itibaren yaklaşık 70 yıl boyunca merkez sağ ve merkez sol partilerin hâkimiyeti üzerine kurulu burjuva siyaset sahnesi sarsılmakta, dağılmaktadır. Esasen kapitalist yükseliş ve göreli istikrar döneminin ifadesi olan bu siyasi yapılanma, yükseliş ve istikrarın tarihe karışmasıyla krize girmiştir. Neo-liberal saldırı programlarının siyasal plandaki yürütücülüğünü yapan bu merkez partiler bir bütün olarak klasik/geleneksel konumlarından daha sağa kayarak zemin kaybetmeye ve kimlik değiştirmeye başladılar. Buna koşut olarak daha sağ ve daha sol eğilimler gerek bu partilerin içinde gerekse dışında güç kazanmaya başladılar. Farklı ülkelerde bu gidiş farklı tempo ve biçimlerde yaşandı, yaşanıyor. İsveç ve İtalya’daki son seçimler de bu genel değişim sürecinin eğilimlerinden birini oluşturan faşist canlanmaya eklenen yeni halkalar oldular.
İtalya
İtalya ile başlayacak olursak, faşizan isteklerin, düşüncelerin, yönelimlerin biraz sulandırılmış olsa da en geniş toplaşmasını ifade eden İtalya’nın Kardeşleri partisi yüzde 26 ile en yüksek oyu aldı ve ana bileşenini oluşturduğu sağ ittifak da toplam olarak yüzde 44 oy alarak çoğunluğu elde etti. Geçtiğimiz günlerde İtalya’nın Kardeşleri lideri Giorgia Meloni’nin başbakanlığında hükümet kuran bu ittifakta Berlusconi’nin Forza Italia’sı ve Salvini’nin Liga’sı da bulunuyor. Bunun karşısında Demokratik Partinin ana eksenini oluşturduğu Sol İttifak ise toplam yüzde 26 oy alabildi. İtalya’nın Kardeşleri nispeten yeni kurulmuş (2012) bir parti ve çok değil dört yıl önceki seçimlerde sadece yüzde 4 düzeyinde oy almıştı. Dört yıl içinde oylarını 6,5 kat arttırması hiç kuşkusuz çok şey anlatıyor. Hem sağ hem sol partilerin yer aldığı koalisyonların birbirini kovaladığı, ama özde emekçi kitlelere saldıran genel sermaye politikalarının yürütücülüğünü yaptığı bu dört yılda, Meloni istikrarlı biçimde bu koalisyonların dışında kalarak ellerini “temiz” tutup muhalefet etmeyi tercih etti. Ana sloganı “Tanrı, Vatan, Aile”yi Mussolini’den alan Meloni son koalisyon da dağılıp seçim yolu açıldığında yaptığı miting konuşmasında “tarih bizi haklı çıkardı” derken faşizm dönemi politikalarına atıf yapıyordu.
Tarihte faşizmin ilk kurulduğu ve sonradan evrensel bir kavram haline gelen faşizm kavramına hayat veren ülke olarak İtalya hiç kuşkusuz bu açıdan tarihsel bir sembol niteliği taşıyor. İtalya’nın Kardeşleri partisi faşizmin kurucu lideri diyebileceğimiz Mussolini’ye ve faşizm dönemine sempatiyle baktığını pek saklamıyor. Zaman zaman tepkiler yükseldiğinde elbette konu geçiştirilip hasıraltı edilse de odadaki fil görmezden gelinecek gibi değil. İnsanlığın vicdanında mahkûm olmuş faşizmin kurucu lideri Mussolini, başta bu partinin ateşli nutuklarıyla sivrilen lideri Giorgia Meloni tarafından geçmişte ülkeye yararlı olmuş bir kişilik olarak sunuluyor. Aslında sadece Meloni değil son birkaç onyılda İtalya’da peydah olan sağ partilerin genelinde bu tutum mevcut. Birçoğu adını vermeden Mussolini’den alıntı yapıyor ve bir skandal olmaksızın faşist söylemleri rahatça kullanabiliyorlar.
Aslında çoğu insanın farkında olmadığı, sol dâhil çeşitli renkten liberal eğilimli akademisyenlerin ve yazarların görmediği ya da görmek istemediği, birçok düzen yanlısı fikir erbabının ise gözden sakladığı kapitalizmle faşizm ilişkisi İtalya’da oldukça çarpıcı biçimde kendini gösterir. Kapitalist dünya düzeni İtalya’da faşizmle hesaplaşmanın yolunu hiçbir zaman açmadı. Almanya’da Nazi rejiminin özgül suçları (Yahudi soykırımı) ve sona eriş tarzı bunu belli ölçülerde kaçınılmaz kılmıştı, ama İtalya’da Mussolini bile faşist konsey tarafından tasfiye edilmiş ve ülke savaş sona ermeden önce Müttefikler safına geçmişti. Kaçmak zorunda kalan Mussolini savaşın son iki yılında İtalya’nın kuzeyinde küçük bir bölgede Hitler Almanya’sının desteğiyle ayakta durabilen yeni bir faşist cumhuriyet ilan etmişti. Savaş bittiğinde ülke hâlâ Mussolini’yi tasfiye eden konsey tarafından yönetiliyordu ve sonrasında devlette bir faşist temizliği yapılmadığı gibi ülke büyük oranda bu kadrolarla yeniden inşa edildi.
Avrupa’nın en büyük ve güçlü komünist partisine sahip ülkede, savaş sonrasında ABD emperyalizmi NATO, CIA vb. üzerinden ülkenin siyaset arenasını yeniden biçimlendirdi. Faşizmin artıklarıyla, Vatikan’ıyla, mafyasıyla, “Soğuk Savaş” döneminde diğer ülkeler için de model oluşturacak olan Gladio yapılanması İtalya’da oluşturuldu. Almanya’da ortada bir komünist parti kalmadığı, toplumsal muhalefet dinamikleri de biçilmiş olduğu için olası iç muhalefete karşı böylesi geniş ve komplike çabalar gerekmedi. İtalya’da faşizmle hiç hesaplaşılmadı, Stalinist Sovyet bürokrasisinin de kendi çıkarları gereğince Komünist Partiye verdiği uzlaşmacı yön doğrultusunda geçiş “arızasız” gerçekleştirildi. Savaş sonrasında Mussolini taraftarlarının parti kurması bile engellenmemişti. Elbette yeni anayasada faşizm yasaklanmıştı ve yeni parti de faşizm programı güdüyor değildi, ama sonuç olarak kafası hiç değişmemiş ve kelimenin en geniş anlamıyla mahkûm edilmemiş faşist kadrolar siyaset yapmaya devam etmişlerdi.
Bugünlerde koalisyon pazarlıkları ve hükümet kurma çalışmaları sürerken seçilen Senato başkanı, faşizm döneminin sembollerini, objelerini toplayarak koleksiyon yaptığı ortaya çıkmış olan La Russa adlı bir kişi. Meloni gibi göbek adı “Benito” olan bu kişi tahmin edilebileceği üzere İtalya’nın Kardeşleri partisinin üyesi. Babası Mussolini’nin partisinin sekreteri olan La Russa, savaş bittikten sonra 1946’da Mussolini taraftarlarınca kurulan partinin gençlik kollarında siyasete başlamış. Bunun gibi sayısız örneğin de gösterdiği üzere İtalya faşist zihniyetin de, örgütlenmelerin de hiç kesintiye uğramadığı bir ülke oldu.
Belirli bağlamlardaki bu faşist süreklilik mevcut olsa da İtalya’da “sürekli faşizm” yoktu. Ne de kitle gücü olan bir faşist siyasi parti ya da hareket vardı. Sermaye son onyıllara kadar böylesi bir şeye ihtiyaç duymadığı için ve bir yandan da nispeten güçlü bir Komünist Parti ve sol siyasi gelenekler etkili olduğu için bu pek mümkün değildi. Ancak kapitalizmin gitgide derinleşen krizi toplumdaki bunaltıyı arttırıp istikrarlı hale getirdikçe ve egemenlerin eskisi gibi burjuva demokrasisi ölçüleriyle yönetmesi zorlaşmaya başlayınca bu durum da değişti. Buna tüm dünyada olduğu gibi İtalyan solunun işçi sınıfına ardı arkası gelmeyen ihanetleri eklendiğinde tablonun temel unsurları tamamlanmış oluyor. Bu ihanetler yüzünden, Stalinist cendere içinde olmasına rağmen çok önemli bir sınıf örgütlülüğünü ifade eden o koca Komünist Partisinden eser kalmamıştır. Oradan saçılan unsurlar düzene eklemlenmenin bin bir çeşidini geliştirerek ve en başta da sınıf eksenini ve söylemini terk ederek tam bir çürüme ve iflas içinde emekçi kitlelerin gözündeki saygınlıklarını yitirmişlerdir. Son tahlilde Meloni ve partisinin bugün iktidar olma düzeyine gelmesinin ardındaki en temel dinamikler bunlardır.
Diğer taraftan bu temel dinamik ve etmenler elbette yakıcı güncel sorunlarla birleşerek bugünkü sonucu getirmiştir. Kapitalizmin derin tarihsel krizi işsizliği, güvencesizliği, yoksullaşmayı, göçü, genel toplumsal yozlaşma ve çürümeyi istikrarlı biçimde arttırıyor. Bağımsız sınıf çıkarlarının ifadesi olan etkili bir sınıf örgütlenmesi ve önderliğinin yokluğunda, geniş emekçi yığınlar biriken sorunların altında ezilmeye başlıyor, artan ölçüde çaresizlik ve çıkışsızlık hissine kapılıyorlar. Bu politik atmosfer ve toplumsal psikoloji bir yandan kimi yerlerde isyankâr patlamalara veya yeni sol parti ve liderleri deneme eğilimine yol açarken bir yandan da faşizan eğilimlerin toplumda yankı bulmasının önünü açıyor. Şaklaban denilebilecek figürlerin bile prim toplayabildiği bu şartlarda, Meloni son onyıllarda süren bu eğilimin en başarılı ve yetkin görünen temsilcisi konumunda. Berlusconi’ler, Salvini’ler bir ölçüde denendiler ve yıprandılar. Nitekim bu son seçimde bunların partileri ciddi oy kayıplarına uğradılar. Ama şimdi daha yetkin bir temsilci olarak sıra Meloni’ye gelmiş durumda.
Meloni elbette günümüzde faşist/faşizan parti ve hareketlerin en gözde konusu olan göçmen sorununu ön plana sürüyor. Geniş emekçi yığınlara sorunlarının kaynağı olarak kolay bir hedef olan göçmenleri işaret ediyor. Yukarıda vurguladığımız sınıfsal bilinç ve örgütlülük gerilemesi nedeniyle geniş emekçi yığınlar kendi yaşadıkları yakıcı sorunların da kitlesel göç sorununun da kaynağının kapitalizm olduğunu göremiyorlar. Büyük boyutlara ulaşan göç dalgaları “yaşadığımız ülke elimizden kayıyor, bozuluyor, yabancıların istilasına uğruyor” söylemine sahte bir gerekçe olarak kullanılıyor. Diğer taraftan temelde ekonomik sorunlar nedeniyle bozulan aile yapısı da propagandanın gücüyle güvensizlik ve dağılma etkisini besleyen bir işlev görüyor. Durumu fırsat bilen faşistler geleneksel biçimde eşcinselliğe, kadının toplumda aile ve annelik bağlamının dışında bağımsız varlığına saldırmaktan geri durmuyorlar. Bu nedenle kürtaj karşıtlığı gibi geleneksel muhafazakâr tutumlar faşistler tarafından çok daha ateşli biçimde ortaya sürülüyor, standart addedilen cinsel roller ve annelik dışı kadınlık aşağılanıyor, hedef gösteriliyor. Bu ortam Meloni gibilerin aynı Mussolini gibi ateşli nutuklarla pekiştirdiği demagojik “Tanrı, Vatan, Aile” söyleminin yankı bulmasına yol açıyor.
Bugünlerde Erdoğan’ın da Türkiye’de “LGBT dayatmasına karşı durmak” gerekçesiyle anayasadaki “eş” kavramını kaldırıp yerine karı ve koca (kadın ve erkek) kavramlarını koymaya yeltenmesi özde aynı küresel gerici eğilimin bir ifadesidir. Eşcinsellik düşmanı söylemler, Bolsonaro’da da, Putin’de de, Orban’da da, Modi’de de, şimdi iktidardan ayrılmış olan Duterte’de de sıkça karşımıza çıkıyor. Azınlık ve zayıf addedilen grupların hedef gösterilmesi faşizmin klasik imzasıdır ve bizim de çeşitli bağlamlarda işlediğimiz diğer belirtilerle birlikte kapitalizmin derin bunalımının ifadelerinden biridir.
Ancak buraya kadar yazdıklarımız henüz ne İtalya’da bir faşist rejimin kurulduğu ne de hikâyenin bittiği anlamına geliyor. Burada iki önemli nokta var. Birincisi genel olarak örgütsüzleştirilmiş de olsalar emekçi kitlelerin krizin doğurduğu sorunlar karşısında tek meyillerinin demagojik aşırı sağ, faşist parti ve hareketlere doğru olmayıp aynı zamanda düzene karşı kalkışmalar boyutuna varan isyanlara doğru da olduğudur. İşçi sınıfının kitle eylemlerinde genel olarak bir artış yaşanmaktadır. Bu iki zıt eğilim genel olarak hem sağda hem solda yeni arayışlar biçiminde yansımalar bulmaktadır. Yeni sol partiler kurulmakta ya da eski reformist sol partilerin içinde daha solda konumlanan, daha sol arayışları ifade eden lider ve ekipler ortaya çıkmaktadır. Bu hareketlenme ve kaynaşma hızlanarak sürmektedir. Bu dinamikler genel olarak faşist palazlanma ve iktidar güçleri karşısında direniş için potansiyel olarak bir zemin mayalamaktadır.
İkinci nokta ise şudur. Sermaye gelişmiş kapitalist ülkelerde faşist bir harekete artık ihtiyaç duyuyorsa da, henüz faşist rejimler kurmadan işleri yürütmeye çalışıyor, faşist parti ve hareketlerin palazlanıp olgunlaşmasını çoğunlukla kolaylaştırıyor. Elbette sermaye de yekpare bir bütünlük içinde hareket etmiyor. Birtakım güncellenmiş sosyal devlet uygulamalarıyla kapitalizme yeni bir can vermeyi öneren sermaye sözcüleri de var olmasına var, ama sermaye cephesinin ağır basan fiili gerçekliği otoriter ve faşizan eğilimlerin körüklenmesi yönünde. Krizin derinliği düşünüldüğünde sermaye açısından tarihsel örneklerle de görüldüğü üzere güne daha uygun olanın bu son seçenek olduğu açık.
Ama dediğimiz gibi henüz tam bir faşizm arzulanmadığı için faşist parti ve hareketler çeşitli törpüleme ve torna işlemlerinden geçiriliyor. İtalya üzerinden devam edecek olursak, son onyıllarda İtalyan siyasetinde oynadıkları rol artan ve giderek geleneksel merkez partileri geride bırakmaya başlayan diğer aşırı sağ partilerin de oy kaybettiğini görüyoruz. Bunun bariz sebebi bu partilerin de aradaki süreçlerde çeşitli yıllarda iktidarda yer almış olmaları. Bu iktidar dönemlerinde bu partiler sermayenin işçi-emekçi kitlelere karşı yürüttükleri sınıf savaşını sektirmeksizin sürdürmüşlerdir. Burjuva demokrasisi henüz tümüyle ortadan kaldırılmadığı ve seçim mekanizmaları sürdüğü için emekçi kitleler bu partileri yine seçim süreçleri içinde “cezalandırabilmişlerdir”. Hatırlayacak olursak önceki yıllarda bu partiler de şimdiki Meloni’nin söylemlerine benzer söylemlerle prim toplamış ve seçimlerde atılımlar yapmışlardı. Örneğin Liga 2018 seçimlerinde yüzde 17 ve 2019 Avrupa Parlamentosu seçimlerinde yüzde 34 oy almışken şimdi yüzde 8-9 düzeyinde oy almıştır. Yine Berluconi’nin Forza Italia’sı da bir zamanların yüzde 30’larından 2018’de yüzde 14’e, şimdi ise yüzde 8’ler düzeyine gerilemiş durumda. Bu partilerle aynı kategoride sayılamayacak olsa da Beş Yıldız Hareketi (M5S) de 2018’de neredeyse yüzde 33 oy almışken şimdi bunun yarısını kaybetmiş durumda.
Yine bu partiler sermayenin güncel ihtiyaç ve politikalarıyla pek bağdaşmayan bazı politikalarını seçildikten sonra ya da iktidara gelecekleri anlaşıldığında bırakabiliyorlar. Örneğin AB karşıtı söylemler taşımalarına, Brexit gibi bir çıkışı ya da para birliğinden çıkışı savunuyor görünmelerine rağmen bunu sonra bir kenara bırakma tutumu İtalya’da birkaç kez görüldü ve en son Meloni de bu kervana katıldı. Seçim öncesi son dönemde Meloni çeşitli görüşmeler ve açıklamalarla sermayeye kimi konularda güvenceler verdi. Bu konular arasında yukarıda belirtilenler dışında, koalisyon ortakları Berlusconi ve Salvini’nin aksine Ukrayna savaşında Putin yanlısı tutumlardan uzak durma ve net biçimde ABD/İngiltere’nin çizgisinde yer alma tutumu da var.
İsveç
İsveç’te ise yirminci yüzyılın tamamına yakın bölümünde ve 21. yüzyılın şu ana kadarki büyük bölümünde iktidar olan Sosyal Demokratlar her ne kadar seçimden birinci parti olarak çıktılarsa da aldıkları oy oranı yüzde 30’da kaldı. İsveç Demokratları (SD) adını taşıyan faşist parti ise yüzde 20’yi aşarak sağın en büyük partisi haline gelmenin yanında seçimden ikinci parti olarak çıktı ve kurulan sağ koalisyon (Ilımlı Parti, Hıristiyan Demokrat Parti ve Liberal Parti) hükümetini dışarıdan destekleme kararı aldı. SD esasen 1980’lerin sonlarında ırkçı faşist grupların kaynaşması içinden doğmuştu. Zaman içinde yükselen tepkiler nedeniyle aynı Fransa’daki Ulusal Cephe örneğinde olduğu gibi saflarındaki bazı aşırı unsurların ayıklanması şeklinde tasfiye süreçlerinden geçti. Ancak bu tasfiyeler her ne kadar bu partilerin mevcut tarihsel aşamada burjuvazi tarafından göreli bir törpülenmesi anlamına geliyorsa da, söz konusu eğilimler gerçekte ne ortadan kalkıyorlar ne de partiler üzerinde sanıldığı kadar etkisizler. Tasfiye süreçleri konusunda ihmal edilmemesi gereken bir nokta, bu tasfiyelerin daha çok eski usul Yahudi düşmanlığı yapan ve sokak terörü faaliyetlerinde yer aldığı ifşa olan unsurları hedef alıyor olmasıdır.
Ama daha önemli olan nokta bu faşist unsurların siyasi gündemlerinin ülkelerinin genel siyasi gündem konuları haline gelmesidir. Başta göçmen sorunu olmak üzere bu eğilimlerin abandıkları konular kapitalizmin derin krizinin etkisi ve buna karşı inandırıcı bir işçi sınıfı siyasetinin ortaya konmaması nedeniyle toplum içinde etki kazandığı ölçüde, hemen tüm ana akım siyasi partiler bu konuları kendi siyasi pratiklerinin parçası haline getiriyorlar. Böylece siyaset sahnesinin dengesi bir bütün olarak sağa kayıyor. Bu koşullarda başta merkez sağ partiler olmak üzere merkez sol partiler de prim toplayabilmek için yarışıyorlar göçmen düşmanı politikalar ve uygulamalar konusunda. Ama çoğunlukla olduğu gibi, aslı varken eğreti kopyalar kaybediyorlar, eriyorlar, siyaset sahnesinden siliniyorlar ya da kendileri daha sağ partiler olmaya doğru gidiyorlar. Nitekim dünyada siyaset sahnesine liberalizmin tarihsel olarak en güçlü damgayı vurduğu ülkeler olan ABD’de ve İngiltere’de bile bunu görüyoruz. Trump etkisi altında Cumhuriyetçi Partinin yaşadığı durum ile İngiltere’de Muhafazakâr Partinin yaşadığı durum örnek niteliktedir.
İtalya’da olduğu gibi İsveç’teki seçimde de SD’nin kaydettiği yükseliş ve yeni hükümetin politikaları üzerinde belirleme gücü tümüyle kapitalizmin derin kriziyle bağlantılı. İsveç gibi sosyal demokrasinin tarihsel kalesi olan bir ülkede bile faşizan eğilimlerin tüm törpülenmelere rağmen böylesi güç kazanması otoriter, ırkçı faşist genel yükselişin bir parçası. Burada da göçmenler sorunu başrolde yer alıyor ve bunalmış geniş emekçi kitleleri demagojik söyleme açık hale getiriyor.
Seçimin ardından yapılan koalisyon görüşmelerinin sonucunda çıkan anlaşmada SD’nin hükümete katılmayıp dışarıdan destek vermesine karar verildi. Bundan şunu anlayabiliriz ki İsveç burjuvazisi henüz ırkçı partiyi açıkça vitrinde göstermek istemiyor, bunun şu aşamada “demokratik İsveç” imajına vereceği zararın uygun olmadığını düşünüyor. Elbette SD’nin burada kendisini henüz yeterince güçlü hissetmeyerek ve belki dışarıda durarak diğerlerinin yıpranmasını beklemeyi tercih etmesi de söz konusu olabilir. Tıpkı İtalya’daki Giorgia Meloni örneğinde olduğu gibi. Kurulan sağ koalisyon hükümetinin açıkladığı program işçi sınıfına yeni saldırılardan oluşuyor. Göçmenlik şartlarının ağırlaştırılması, polise daha geniş yeni yetkiler, sermayeye vergi indirimleri, askeri harcamaların arttırılması, eğitim ve kültür alanında İsveç milliyetçiliğinin körüklenmesi, yeni nükleer santraller inşa etme… Yani SD’nin programı görünüşte SD’siz olarak önemli oranda hayata geçiriliyor.
İsveç ve İtalya’da faşist eğilimlerin bir biçimde iktidara gelmesinin kitlelerin kapitalist düzenin yarattığı sorunlardan duyduğu rahatsızlığın çarpık bir ifadesi olduğunu yukarıda dile getirdik. Bu durum henüz bu ülkelerde faşizmin kurulması anlamına gelmiyor. Ancak iktidar imkânlarını eline geçiren bu güçler her adımda burjuva demokrasisinden ve işçi sınıfının geçmiş mücadelelerinin mirası ekonomik-sosyal hak ve kazanımlardan geriye kalanları tırpanlıyorlar. Dahası, devlette örgütlenmeyi ilerletiyorlar, toplumun genel atmosferini zehirleme konusunda aşamalar kaydediyorlar, eğitim, kültür, medya alanlarındaki güç ve etkilerini yeni imkânlarla arttırıyorlar. İşçi sınıfının mücadelesinin önüne yeni engeller dikmeye uğraşıyorlar.
Mevcut aşamada seçimler yoluyla şu ya da bu faşist partinin bu ülkelerde yenilgiye uğratılması, hükümetten düşürülmesi mümkün olsa da bunun belânın def edilmesi anlamına gelmediği çok açıktır. Şu ana kadar dünyanın çeşitli yerlerinde faşist ya da aşırı sağ hareketler kâh seçim başarıları kazandılar kâh yenilgiye uğrayıp geri çekildiler. Dünyanın kimi ülkelerinde de yine bu dönemde çeşitli türde sol hareket ve partilerin yükseliş ve düşüşleri oldu. Ancak tüm gelgitlere rağmen faşist ve otoriter eğilimlerin genel eğrisi yükseliş yönünde.
Tüm dünyada otoriter rejimlerin sayısının arttığı, anti-demokratik uygulamaların yaygınlaştığı, liderlerin her zamankinden daha pervasız davrandıkları yönündeki tespitlere liberal basında da sıkça yer verilmektedir. Ancak bu tehdit karşısında en fazlasından düzenin ılımlı solunu öne çıkarmak ve parlatmak dışında hiçbir politika önerilmemektedir. Oysa kapitalizmin mevcut şartlarında bu tehdit karşısında geniş emekçi yığınların özlemlerini giderecek ve faşist eğilimlerin bertaraf edilmesini sağlayacak düzen içi bir seçenek mümkün değildir. Bunun için sermayenin güncel politikalarını açıkça karşısına alan ve söz konusu özlemleri kucaklayacak bir program gerektiği gibi, cüretkâr mücadele yöntemleri de gerekmektedir. Faşist eğilim ve yapılanmalar burjuva devletten tedbirler talep ederek bertaraf edilemezler.
Burada faşist tehdit ve tehlikenin popülizm olarak küçümsenmesinin riskini özellikle vurgulamak yerinde olacaktır. Öncelikle şunu vurgulamak gerekiyor ki, solun çeşitli iyileştirme ve reformları içeren “halkçı” politikalarıyla, tekellerin temsilcisi, neo-liberalizmin şampiyonu olan sağın “halkçı” demagojiye dayanan oy avcılığının “popülizm” adı altında ortaklaştırılması bilinçli bir burjuva manipülasyondur. Dolayısıyla meselenin bir kavram tartışmasının fazlasıyla ötesine taşan ciddi boyutları vardır. Böylelikle bir yandan neo-liberal saldırılar karşısında emekçilerin çıkarlarına yönelik her türlü savunu günün ekonomik ve toplumsal gerçekleriyle bağdaşmayan “popülist” bir politika olarak yaftalanırken, bir yandan da faşist hareketlerin gerçek nitelikleri silikleştirilmekte, bunların düzenin olağan siyasi örgütlenmeleri olarak algılanmaları sağlanmak istenmektedir. Ama ne yazık ki faşist/faşizan liderleri ve hareketleri tanımlarken başvurulan “sağ popülist” kavramı, sosyalist solun da dâhil olduğu geniş bir kesim tarafından fazlaca sorgulanmadan kullanılmaktadır. Oysa bu yanlış, pek çok ülkede iktidara gelmesine rağmen küçümsenmeye devam edilen böylesi bir karşı-devrimci tehdit karşısında işçi sınıfının silahsız bırakılmasına hizmet etmektedir.
Faşist tehlikeye karşı mücadelede işçi sınıfı çaresiz değildir. Bu mücadelede en tutarlı güç işçi sınıfıdır ve devrimci işçi sınıfı açısından anti-faşist mücadelenin yöntem ve araçları tarihten süzülen dersler ışığında billurlaşmıştır. İşçi sınıfının dünyanın birçok yerinde hareketlenmesinin, kitlesel patlamalarının gösterdiği gibi mücadele imkânları büyümektedir. Gerekli olan bu potansiyellerin her düzeyde bağımsız ve güçlü sınıf örgütlenmeleri aracılığıyla gerçek hedeflere kanalize edilebilmesidir.
link: Levent Toprak, İtalya ve İsveç: Faşist Tehdit Büyüyor, 30 Ekim 2022, https://marksist.net/node/7785
Emekçi Gençlik Sessiz Kalmıyor!
Tarihin Tekerleği