Erken genel seçimin yaklaşması, devrimci ve sosyalist çevrelerde seçimlere ilişkin takınılacak tutum sorununu da tartışma gündemine soktu. İşçi sınıfının mücadele tarihi ve deneyimlerine, hatta daha dar anlamda Bolşevik mirasa sahip çıkma ve bu miras ışığında davranma iddiasında olan birçok çevre, seçimlere ilişkin olarak son derece farklı tutumlar ortaya koymaktadırlar. Boykot tutumunu savunanlardan, bağımsız aday çıkaranlara, değişik ittifak ve blok siyasetleri çerçevesinde başka bağımsız adayları destekleme çizgisi izleyenlere ve parti olarak seçime katılanlara kadar uzanan bir yelpaze ortaya çıkmış durumda. Aynı ilkelerden hareket ettikleri iddiasında olanlar nasıl bu kadar farklı pratik tutumlar sergileyebilmektedirler?
Bunun önemli bir sebebi tarihsel deneyimlerin farklı yorumlanışları ise, bir diğer sebep seçimlerde tutum sorununun son derece somut nesnel ve öznel şartlarla bağlantılı, çözümü her zaman kolay olmayan bir pratik sorun olmasıdır. Bir başka ifadeyle, seçimler sorunu taktik bir sorundur ve doğru bir ilkesel zeminde durulsa bile farklı ya da yanlış taktikler izlenmesi duruma göre pekâlâ mümkündür. Ayrıca değişen koşullara bağlı olarak belirli bir taktiğin değiştirilmesi, hatta kısa süre içinde tersine çevrilmesi de bir gereklilik olabilir. Nitekim Lenin ve Bolşeviklerin deneyiminde de bu tür durumlar yaşanmış, bu bizzat Lenin tarafından da dile getirilmiştir.
Ancak, “hata” yapmamanın bir garantisi olmasa bile, olasılığı asgariye indirmek için öncelikle tarihsel deneyimden süzülen dersler ve ilkeleri devrimci biçimde özümsemenin gereği apaçıktır. O halde bu konuda devrimci Marksizmin ilkesel yaklaşımlarını ve bunlara temel oluşturan tarihsel deneyim ve dersleri hatırlamakta yarar var.
Seçimler ve parlamento konusunda Marksist temeller
Seçimler konusunda devrimci Marksist yaklaşımın temel ilkeleri öncelikle burjuva demokrasisi ve parlamento sorununa Marksizmin bakışı tarafından belirlenir. Marksizm burjuva parlamentolarını burjuvazinin egemenlik aygıtı olan devletin bir organı olarak tespit eder. Marksizmin sınıf egemenliği ve devletle ilgili diğer fikirleri ile bir arada düşünüldüğünde, bu cümle çok şey ifade etmektedir. Buna göre parlamento burjuva egemenliğine yabancı ya da dışsal bir organ olmayıp, onun organik bir parçasıdır. Nasıl ki günümüzün devleti “tüm halkın devleti” değil de toplumda bir azınlık olan burjuvazinin devletiyse, onun bir parçası olan parlamento da aynı şekilde burjuvazinin parlamentosudur. Elbette bu, parlamentolara işçi sınıfının ve diğer sınıfların temsilcilerinin, hatta devrimci temsilcilerin giremeyeceği anlamına gelmez. Aksine dünyada parlamenter deneyimin büyük bölümünde bunun sayısız örnekleri görülmüştür. Sorun şu ki, bu tür temsilcilerin varlığı olsun, bunların kendi sınıflarının çıkarları doğrultusunda parlamento zemininde de şu ya da bu biçimde bir mücadele yürütmeleri olsun, parlamentonun sınıfsal özünü değiştirmemektedir.
İşçi sınıfının devrimci mücadelesinin nihai ve bütünleştirici amacı sınıfsız ve devletsiz bir toplumun kurulmasıdır. Toplumda muazzam bir devrimsel dönüşüm anlamına gelen bu amaç yolunda temel hedef de, bir devrim yoluyla bu toplumsal gelişme aşamasına giden geçiş sürecini başlatmak ve bu sürecin tamamına ermesinin koşullarını yaratmaktır.
Dolayısıyla, başka hususlar bir yana, bu bakımdan da parlamentoda çoğunluk elde etmek suretiyle burjuva düzenin ortadan kaldırılamayacağı, işçi sınıfının kendi sınıf iktidarını kuramayacağı açıktır.
Öte yandan parlamento, özellikle emperyalizm çağında devasa boyutlara ulaşmış devlet aygıtının yalnızca bir ayağını oluşturmaktadır. Halk koca bürokratik mekanizmanın başka hiçbir parçası üzerinde herhangi bir belirleme hakkına sahip değildir. Başta sürekli ordu, polis aygıtı ve “derin” kurumlar olmak üzere, devlet aygıtının diğer bileşenleri halkın tümüyle menzili dışındadır. Bir başka yönden ifadeyle, devlet görevlileri (memurlar) halk tarafından seçilememekte, denetlenememekte, görevden alınamamaktadır.[*] Nitekim Lenin, parlamentonun işlevi ve devletteki yerini iyi bilinen şu sözleriyle betimler: “Amerika’dan İsviçre’ye, Fransa’dan İngiltere’ye, Norveç’e vb. dek, herhangi bir parlamenter ülkeyi düşününüz; asıl ‘devlet’ işleri hep kulislerde görülür; bu işler hep devlet daireleri, bakanlıklar, kurmay kurulları tarafından yürütülür. Parlamentolarda, yalnızca ‘saf halk’ı aldatma ereğiyle, gevezelikten başka bir şey yapılmaz.”(Devlet ve Devrim)
Bir diğer nokta da, burjuva parlamentoların emekçi halkın köklü sorunlarını çözemeyecekleridir. Aslında köklü sorunlar bir yana, parlamentolar emekçi halkın basit ekonomik ve demokratik talepleri için bile genelde kifayetsizdirler. Güdük burjuva demokrasisi geleneğiyle Türkiye örneği bunun mükemmel bir laboratuarı niteliğindedir. Her nasılsa gündeme gelebilmiş, ama egemen burjuvazinin işine gelmeyen birtakım yasa tasarılarının parlamento dehlizlerinde uğradığı hokus pokuslar sonucu sırra kadem basması ya da kuşa çevrilerek yasalaşması gibi durumlar, sıradan gözlemcinin bile görmemezlik edemeyeceği sıklıkla yaşanır bu topraklarda. Yine de bu tür dolaplar bize özgü olmayıp, farklı yoğunluklarda olsa da her yerde rastlanan dolaplardır, parlamenter demokrasinin doğasını yansıtırlar. Marx’ın parlamentoyu “domuz ağılı”na benzetmesi orada oynanan bu tür pis oyunlara bir göndermedir.
O halde bilinçli işçiler işçi sınıfının devrimci mücadelesi açısından parlamento ve seçimlerin gerçek niteliği konusunda en küçük bir yanılsama içinde olmamalı, bu konuda sınıf kardeşlerini aydınlatmalıdırlar. İşçi sınıfının kurtuluşu devrim yoluyla bir işçi devleti kurarak sınıfsız topluma geçiş sürecini başlatmaktan geçmektedir. Burjuva demokrasisinden bin kat daha demokratik ve özgürlükçü bir işçi demokrasisi demek olan işçi devleti, tam da bu bakımdan kelimenin gerçek anlamında bir devlet olmayıp, geçiş dönemi içinde sönümlenerek yok olacak bir yarı-devlettir. Bu demokrasi, parlamenter demokrasinin aksine bir doğrudan demokrasidir, sadece birbirinden görünüşte ayrılmış yasama ve yürütme işleri değil, tüm devlet işleri seçime tâbidir, seçilenler seçmenler tarafından her an görevden alınabilirler, ayrıcalıkları ve işçilerden yüksek gelirleri yoktur, rotasyona tâbidirler, sürekli ordu ve polis yoktur, tüm halk silahlıdır, kahrolası bürokratik işleyiş son bulmuştur.
İşçi hareketinin parlamento deneyimi
Ne var ki burjuva parlamenter rejim, burjuva sınıf diktatörlüğünün tarihsel evrim içinde oluşmuş demokratik biçimi olarak, devrim dönemleri dışında, geniş halk kitleleri nezdinde genel bir kabul görmüştür. Bu nedenle Marksistler parlamento ve seçimleri ellerinin tersiyle bir kenara itme lüksüne sahip değildirler. İşçi sınıfının gerçek durumunu veri almayıp salt kendi yüce duygularının peşinden gitme eğilimindeki sol lafazanlara karşı Lenin şunları söyler: “Burjuva parlamentosunu ve bütün öteki gerici kurumları dağıtmaya gücümüz yetmediği sürece, bu kurumlarda çalışmak zorundasınız, özellikle hâlâ papaz takımının aldattığı ve kır koşullarının aptallaştırdığı işçiler mevcut olduğu için, bu kurumlarda çalışmalısınız. Bunu yapmazsanız gevezeden başka bir şey değilsiniz.” “Parlamentonun tarihsel ömrünü doldurduğu” yolundaki argümana karşı da Lenin, “bizim için zamanını doldurmuş olan bir şeyin, sınıf için, yığınlar için zamanını doldurduğunu sanmamak gerektiğini” hatırlatır. (“Sol” Komünizm)
O nedenle Marksizm parlamento ve seçimlerden devrimci amaçlarla yararlanmayı öğretir. Bunun anlamı, parlamentonun niteliği konusunda hiçbir surette hayaller yaymaksızın, seçim çalışmalarından ve parlamento kürsülerinden, işçi sınıfının devrimci dünya görüşünün propagandasını yapmak ve kitlelerin politik bilincini yükseltmek için yararlanmaktır. Marksizmin kurucuları çok erken bir dönemde devrimci politik çalışmanın bu temel ilkesini öğretmişlerdi. Lenin de bu hususu değişik vesilelerle birçok kez ifade etmiştir.
“Seçimlerde, gerçekten geniş ve en geniş kitlelerin çıkarlarını yüceltmek isteyen kişinin en başta gelen görevi, kitlelerin politik bilincini geliştirmektir.” (Bir Kere Daha Particilik ve Ademi Particilik Üzerine, vurgu bizim) Bir başka yerde bunu daha açarak belirtir: “Sosyal-Demokratlar için seçimler, özel bir siyasal işlem değildir, bin bir türlü vaatte bulunarak sandalye kazanmaya çalışmak değildir, ama sınıf bilinci olan proletaryanın siyasal dünya görüşünün ilkelerini ve temel isteklerini savunmak için özel bir fırsattır.” (Reformcuların ve Devrimci Sosyal-Demokratların Seçim Bildirgeleri, vurgu bizim)
İşçi sınıfı hareketi daha Marx ve Engels’in sağlığında seçim ve parlamento faaliyetine başlamıştır. Doğrusu, o günlerden bu yana, işçi sınıfı hareketinin tarihi, burjuva parlamentoları ve seçimler konusunda olumlu ve olumsuz zengin deneyimlerle doludur. İşçi sınıfının mücadeleleri toplumların genel oy hakkını kazanmalarında temel etmen olmuş ve sonrasında da işçi sınıfı partileri seçimlere katılarak parlamentolara temsilcilerini göndermeye başlamışlardır.
Ancak bu çalışma, zaman içinde, sonuçları ağır olan bir sapma doğurmuştur. Bir burjuva kurum olarak parlamento, işçi sınıfının temsilcilerini ayartarak bozma ve düzen içine çekme işlevini görmüş, işçi hareketinde parlamentarist sapmaya yol açmıştır. İkinci Enternasyonal partilerinin önderlikleri, Avrupa’da uzun bir göreli barışçıl gelişme dönemi içinde, giderek artan oy oranları ve sandalye sayılarının etkisi ve düzenin yüksek mahfillerinde kabul görmenin ayartıcılığıyla seçimler ve parlamento yoluyla gürültüsüz patırtısız bir evrim içinde nihai hedefe varılabileceği yanılsamasına kapıldılar. Ve giderek devrimci kitle eylemine yabancılaşmaya ve legal parlamentarist faaliyeti temel eksen haline getirerek mutlaklaştırmaya başladılar. İşçi sınıfının devrimci önderleri tarafından “parlamenter avanaklık” gibi nitelemelerle de yerilen ve mücadele edilen bu eğilim, sonunda iflas ve ihanet noktasına geldi. 1914’te patlak veren birinci emperyalist dünya savaşı bu dönüşümü tescilleyen dramatik gelişme oldu. Bu pratik içindeki İkinci Enternasyonal partileri emperyalist savaşta enternasyonalist görevlerini tümüyle unutarak sosyal-şovenizme savruldular ve farklı ülkelerin işçilerini birbirlerine boğazlatan kendi burjuvazilerinin peşine takıldılar. Böylece, gerçekte engelleme ya da bir devrimle sonuçlanmasını sağlama potansiyeline sahip oldukları bu savaşta, milyonlarca insanın ölmesinin ve sakat kalmasının sorumluluğuna ortak oldular.
Düzenin temel kalelerinden biri olan parlamentonun, işçi sınıfının temsilcilerini yoldan çıkarıp düzene esir almak için tehlikeli bir ortam yaratması nedeniyle, Rus devrimci işçi hareketinde bu nokta ciddi bir tartışma konusu olmuş ve Lenin de bu noktanın üzerinde önemle durmuştur. Menşevikler, parlamento grubunun parti içinde hâkim bir konumda olması anlayışına yatkın ve parlamento içi yasama çalışmalarının ayrıntılarına fazladan önem verme, parlamentoya giden vekillerin ellerinin de görece serbest bırakılması eğilimindeydiler. Buna karşı Lenin, bu hususların tümünde katı biçimde karşıt eğilimde olmuş, parlamentodaki parti grubunun kendi başına buyruk olmaması ve mutlak surette parti denetiminde olmasında ısrar etmiştir. Parlamenter faaliyeti, parlamento dışı asli faaliyete tâbi, onun bir uzantısı olarak ele almış ve Bolşevik milletvekillerinin bu çizginin dışına çıkmaması için katı kurallar getirilmesine önayak olmuştur.
Lenin’in belirttiği üzere parlamentodaki sosyalistler konumlarını sadece parlamento konuşmaları yapmak için değil, fakat aynı zamanda işçilerin devrimci parti örgütüne ve devrimci mücadelelerine her çeşit parlamento dışı yardımı yapmakta kullanmalıydılar. Bolşeviklere göre kitlelerin dolaysız mücadelesi hareketin en yüksek biçimi ve kitlelerin doğrudan eylemine dayanmayan parlamenter faaliyet ise hareketin en düşük biçimiydi.
Bolşevikler özellikle Menşeviklerle kesin ayrışmanın yaşandığı 1912’den sonraki meclis (dördüncü Duma) faaliyetlerini (1914’te savaşın başlamasıyla Bolşevik vekiller sürgüne gönderilmiştir) çok başarılı biçimde yürütmüşlerdir. Bolşevik milletvekillerinin tamamı fabrika işçileriydiler (dört metal işçisi, iki tekstil işçisi) ve hepsi de büyük sanayi bölgelerinden seçilmişlerdi. Bu vekiller çalışmalarını tümüyle parlamento dışında fabrikalardan işçilerle iç içe yürütmüş, parti basını aracılığıyla, vekillerin başları üzerinden kitlelere seslenmeyi esas almışlardı. Duma üyeleri üzerinde partinin kontrolü çok sağlamdı. Örneğin kürsüden yapılacak konuşmaların birçoğunu Lenin bizzat yazardı.
Boykot sorunu
Boykot sorunu Rus işçi hareketinin önüne birçok kez gelmiş ve değişik hizipler arasında şiddetli anlaşmazlıklara yol açmıştır. Netameli bir sorun olan boykot konusunda her zaman kılı kırk yaran Lenin, tümüyle somut şartlara bağlı olarak boykot tutumunu kimi zaman savunmuş kimi zaman karşı çıkmıştır.
Bu sorun ilk olarak 1905 devrim süreci başladıktan sonra, o yıl içinde çarlığın danışma niteliğinde bir meclis istediğini ilan etmesiyle gündeme geldi. Menşevikler bu meclise ve seçimlerine katılmak gerektiğini savunurken, Lenin ve Bolşevikler buna karşı “aktif boykotu” savundular. Bu tutum, yükselen bir devrim sürecinin gereğiydi ve doğruydu. Lenin bunun koşullarını şöyle dile getirmişti: “Rus devriminin deneyiminin gösterdiği gibi aktif boykot, ancak yaygın, evrensel ve devrimin sürekli yükselişi ve bunun silahlı ayaklanmaya dönüşme koşullarında … Sosyal Demokratların doğru taktiğidir.” (Üçüncü Duma Seçimlerine Katılım Konusunda Taslak Karar)
Burada devrimin yükselmeye devam edeceği beklentisi kilit bir yer tutuyordu ve bu nedenle Lenin, “aktif boykot … açık, kesin ve dolaysız bir slogan olmadan düşünülemez. Bu slogan ancak silahlı ayaklanma olabilir” diyordu. (Buligin Duması’nı Boykot ve Ayaklanma) Nitekim 1905’in sonunda gerçekleşen Moskova ayaklanması da bu tespit ve tutumu haklı çıkardı. Fakat 1906 yılında ise koşullar değişmeye başlamış ve devrim geri çekilmişti. Değişen koşullarda boykot taktiğini sürdürmek yanlıştı. Lenin ilerleyen yıllar içinde bu soruna değinecekti:
“1905’te ‘parlamento’nun Bolşevikler tarafından boykot edilmesi, devrimci proletaryaya son derece değerli bir siyasi tecrübe kazandırdı ve legal ve illegal, parlamenter ve parlamento-dışı mücadele biçimleri birleştirildiğinde, parlamenter biçimleri reddetmenin bazen yararlı ve hatta zorunlu olduğunu gösterdi. Ama, bu tecrübeyi körü körüne, taklitçi biçimde, eleştirisiz, başka koşullara, başka durumlara uygulamak son derece yanlış olur. Bolşeviklerin 1906’da ‘Duma’yı boykot etmeleri, küçük ve kolay onarılabilir olmakla beraber, gene de bir hataydı. Duma’nın 1907, 1908 ve sonraki yıllardaki boykotu ise vahim ve onarılması zor bir hata oldu, çünkü o sırada, bir yandan devrimci dalganın çok hızlı bir yükselişi ve bunun ayaklanmaya dönüşmesi beklenemezdi, diğer yandan burjuva monarşinin yeniden dirilişini getiren tarihsel durumun bütünü, legal çalışma ile illegal çalışmanın birleştirilmesini gerekli kılıyordu.” (Sol Komünizm, düzeltilmiş çeviri)
Özetle
Destek sorunu
Bugün solda tartışma ve eleştiri konusu olan noktalardan birisi de Kürt hareketinin, sol liberallerin bağımsız adaylarının ya da reformist sol partilerin adaylarının desteklenmesi sorunudur. Parlamentoya ve seçimlere doğru devrimci ilkeler temelinde yaklaştıktan sonra, yani işin temelinde bir hata olmadıkça, somut pratik bir sorun olarak belirli bir seçimde kime oy verileceği sorunu ikincil önemde taktik bir sorun olarak kalır.
Çarpıcı olduğu için bahsetmeden geçmememiz gereken bir örnek de, Lenin’in dağınık ve zayıf bir örgütlülük içinde bulunan İngiliz komünistlerine öğütleridir. Yukarıda sözünü ettiğimiz koşulların sağlanması kaydıyla Lenin onlara o günün özgün koşullarında İngiliz İşçi Partisini destekleyebileceklerini belirtir. “Henderson’ların, Clynes, MacDonald ve Snowden’lerin iflah olmaz gericiler oldukları doğrudur. Bunların, iktidara geçmek istedikleri ve bu yolda zaten burjuvaziyle koalisyon kurmayı yeğledikleri; burjuva kurallarına göre ülkeyi ‘yönetmek’ istedikleri ve iktidara geçince zorunlu olarak Scheidemann ve Noske’ler gibi davranacakları da doğrudur. Bütün bunlar doğrudur. Ama bundan, bunları desteklemenin devrime ihanet olduğu sonucu çıkarılamaz; bundan çıkarılabilecek tek sonuç, işçi sınıfı devrimcilerinin, devrimin çıkarı için bu baylara belirli ölçüde parlamenter destek sağlamaları gerektiğidir.”(“Sol” Komünizm) “Seçim propagandamızı, komünizmden yana bildiriler dağıtarak ve kendi adaylarımızın seçime katılmadıkları bütün bölgelerde, seçmeni,burjuva adaya karşı, İşçi Partisi adayına oy vermeye davet ederek yapardık.” (age)
Gerçekten Lenin’den alınması gereken en büyük derslerden biri, değişen koşullara göre taktiklerin değişeceğidir. O nedenle, yukarıdaki satırlarda değinilen sorun da dahil her şey farklılaşan koşullar temelinde özenle incelenmeli, kopyacılığa ve lafazanlığa düşülmemelidir. Bolşevizm söz konusu olduğunda da Lenin, boş övgülere değil, sorunların özünü titizlikle incelemeye ihtiyaç olduğuna değinmiş ve “bizi biraz daha az övün de, Bolşevik taktiğini daha çok inceleyin, o taktiği daha çok benimseyin!” demiştir. Bugün bu sözlere eklenecek fazla şey bulunmuyor.
Toparlayacak olursak, sol harekette seçimlere ilişkin gözlenen tutum farklılıkları, bir yandan yazı boyunca işlediğimiz devrimci Marksist ilkelerin ve işçi sınıfı hareketinin tarihsel deneyimleriyle ortaya çıkmış derslerin derinlikli biçimde kavranamamasına, diğer yandan da öznel ve nesnel boyutlarıyla somut güncel durumun (sınıfsal güç dengeleri, sınıf hareketinin durumu, devrimci örgütlülüklerin durumu) gerçek bir proleter bakış açısıyla doğru değerlendirilememesine dayanmaktadır. Şüphesiz bunun da altında yatan sebepler bulunmaktadır.
[*] Demokratik halk devrimi niteliğindeki burjuva devrimlerin bir kalıntısı olarak ABD gibi bazı ülkelerde kimi memurların halk tarafından seçiliyor olması bu gerçekliğin özünü değiştirmemektedir. Bu sınırlı uygulamalar dumura uğratılarak, bugün içi boş, kuru kabuk durumuna getirilmiştir. Ama burada dikkat çekilmesi gereken nokta, bu tür sınırlı uygulamaların bile tarihsel olarak doğrudan halk inisiyatifiyle, burjuvaziye rağmen doğmuş olduklarıdır.
link: Levent Toprak, İşçi Sınıfının Mücadelesinde Parlamento ve Seçimler, Temmuz 2007, https://marksist.net/node/1539
Psikolojik Savaş ve Kürt Sorunu
“Tam Bağımsız Türkiye” Değil Sosyalist Bir Dünya