Otuz seneyi aşkın bir süredir milyonlarca işçiyi derinden etkileyen bir sorun olarak gündemde olan EYT sorununda siyasi iktidar, yıllar süren mücadeleler sonucunda geri adım atmak ve isteksizce de olsa emeklilikte yaşa takılan işçilerin emeklilik hakkını teslim etmek zorunda kaldı. Geçtiğimiz yılın sonunda bu konuda yasal bir düzenleme kararı yapılacağını açıklamaya ve ardından Meclis gündemine getirmeye mecbur kalan rejim, ilerleyen haftalarda oyalama ve ipe un serme eğilimi gösterse, hatta sonunda yine bir alicengiz oyunu yapsa da (yeni prim gün sayıları şartının getirilmesi) EYT’lerin ilkesel olarak başarılı oldukları gerçeği değiştirilemez. Sızlanan, şikâyet eden bireyler olmayı bırakıp örgütlenmeye girişmeleri ve konuyu ısrarla gündemde tutmaya çalışmaları, maruz kaldıkları aşağılamalar ve yalıtma girişimleri karşısında yılmamaları sayesinde Türkiye işçi sınıfının tarihine olumlu bir mücadele örneği eklediler. Örgütlenerek mücadele etmenin erdemini bir kez daha gösterdiler. Her ne kadar yaklaşan seçimlerde oy kazanma kaygısı nedeniyle iktidar sözcüleri büyük bir lütufta bulunduklarını söyleseler de, iktidarın ve genel olarak sermayenin bu hakkı tanımayı zerrece istemediği, bu adımı zoraki attıkları her hallerinden belli oluyordu.
Bu egemen sınıf kesimlerinin sergilediği tutumlar elbette şaşırtıcı değil. Onlar kendi sınıflarının doğasını yansıtıyorlar. İşçi-emekçilerin örgütlü mücadeleyle kazandıkları haklar onları rahatsız eder. Bununla birlikte iktidardaki olsun muhalefetteki olsun mevcut siyasi partiler emeklilikte yaşa takılan işçilerin emeklilik hakkının teslim edilmesi hakkında açıktan olumsuz bir görüş belirtmedi. İktidarın medyadaki memurları ya da fikri uzantıları da düzenlemeyi açıktan hedef alan tutumlar sergilemekten kaçındılar. Ama hem iktidarın trol ordularının bazı kolları hem de muhalif geçinen kimi medyacılar değişik ton ve üsluplarla EYT’lere saldırmaktan geri durmadılar. Bu saldırılar asıl olarak bu unsurların hayli etkin oldukları sosyal medya mecralarında yürütüldü. Bu saldırılar yatışmışken, deprem felâketini fırsat olarak gören rejimin trol orduları tüm acıların ortasında “EYT düzenlemesi iptal edilsin” kampanyası başlatacak kadar ileri gittiler. Sosyal medyanın günümüzdeki konumu düşünüldüğünde bu hafife alınamayacak bir durumdur.
Gerek sosyal statüleri dolayısıyla soludukları özgül ideolojik hava, gerekse de sosyal medyayı en yoğun kullananlar olarak, geniş bir beyaz yakalılar katmanı bu sinsi propagandanın yaygınlaşmasında büyük bir rol oynadı. Söz konusu kaynaklardan işmarı alan bu kitle (tüm beyaz yakalılar denemez elbette), bir katman olarak yaşadıkları rahatsızlıklardan ötürü, kendilerinden aşağı konumda gördükleri geniş bir işçi sınıfı kesiminin kazanımı karşısında olumsuz tutum takındılar. Çoğu durumda hiçbir orijinalliği olmayan pespaye sermaye argümanlarını pek derin, pek bilgece fikirlermiş gibi ortalığa saçmaktan geri durmadılar. Bunu yapanların çoğunun nesnel sınıf konumu itibariyle işçi sınıfı kapsamında olması konuyu özellikle vahim ve hazin kılmaktadır. Keza bunların önemli oranda mevcut iktidara muhalif kişiler olması da üzerinde durulması gereken önemli bir noktadır.
Ne diyorlar?
Konuya girmeden önce hatırlatmakta yarar olabilir. Benzer bir tutumu CHP’li belediyelerde çalışan işçiler greve çıktığında da görmüştük. Muhalif hatta solcu geçinen birçok kişi belediye işçilerine düşman kesildi. Bunlar işçilerin rejim karşısında ana muhalefet partisi CHP’yi sözde zor duruma düşürdüklerini ve rejimin ekmeğine yağ sürdüklerini söylemekle kalmayıp, belediye işçilerinin aldığı ücretlerin ve haklarının fazla olduğunu, taleplerinin aşırı olduğunu da iddia ettiler. Yine bir yıl önce kitlesel bir mücadelenin kıvılcımı çakan motokuryeler de benzer bir saldırıyla karşı karşıya kalmışlardı. Örnekler çoğaltılabilir, fakat hepsinin getirdiği çok temel bir nokta var: ideoloji konusunun önemi.
Okumuşlar için bu bazı bakımlardan çok daha ağır bir sorundur. Onlar okumuş bilgililer olarak, hele de bizimki gibi türlü geriliklerle malûl bir toplumda, kendilerini adeta evrensel hikmete varmış ve bu nedenle cahillerden de çok yukarıda gördüklerinden, düşüncelerinin gerçekte egemen sınıf ideolojisi tarafından belirlenmiş olduğunu kabul etmekte pek zorlanırlar. Aksine düşüncelerinin kendi bağımsız entelektüel serüvenleri sonucunda ulaştıkları düşünceler oldukları zehabını taşırlar.
EYT düzenlemesine karşı çıkanların argümanlarının tamamı sanki gerçekten nesnel, hakkaniyetli fikirlermiş gibi ileri sürülse de bunlar tümüyle kapitalist sınıflı düzenin temel varsayımlarını doğru kabul eden, pespaye ideolojik önyargılardan ibarettir. Üretim araçları üzerinde özel mülkiyete dokunulamaz, devlet kutsaldır ve herkesindir, önce sermaye gelir sonra emek, işçi de kapitalistten sonra gelir, zengin yoksuldan üstündür, ondan önce gelir vb. Tüm bu zihniyet kalıpları adeta tanımı gereği sorgusuz sualsiz beyinlere yerleştirilmiştir ve sahiplerine eşyanın tabiatı buymuş gibi gelir. Suyun içinde yüzen balık nasıl suyu bilmezse bu ideolojik akvaryumda yüzenler de içinde oldukları akvaryumun farkında değildirler.
Yeni EYT düzenlemesiyle gasp edilmiş haklarına kavuşan emekçiler bile söz konusu ideolojik saldırı karşısında kendilerini ifade etmekte zorlanıyorlar, mahcup ve öfkeli hissediyorlar. Bu yaygın bir durum olduğundan, ileri sürülen argümanların sınıf bakış açısıyla açık ve net şekilde teşhir edilmesi, çürütülmesi önem taşıyor. Bu ideolojik argümanların nasıl temelden yoksun olduğunu, nasıl bir sınıfsal çarpıtma ve kaba tarafgirlik içerdiğini ortaya koymaya çalışalım.
Deniyor ki,“İnsanların 40 yaşında emekli olup 40 yıl devletten emekli maaşı alması doğru bir şey değil”. Çeşitli biçimler altında ifade edilen bu sav Türkiye’de emeklilik meselesiyle ilgili öteden beri en çok dillendirilen sav olarak başköşeye konulabilir. 1999 yılında yapılan yasa değişikliğiyle emeklilik yaşı yükseltilene kadar Türkiye’de ücretli emekçilerin bir bölümü çalışmaya başladıkları yaşa bağlı olarak 40-45 yaş dolaylarında emeklilik hakkına kavuşabiliyordu. Bu uygulama Türkiye’de nüfusun bugüne göre çok daha az, ortalama yaşam beklentisinin çok daha düşük ve kayıtlı çalışan nüfus oranının çok düşük olduğu döneme aitti. Nüfusun geneli düşünüldüğünde, gerçekten bu yaşlarda emekli olabilenlerin oranı hiç de yüksek değildi. Ama az sayıda emekçinin yararlanabildiği bu hak, sanki genel bir durummuş gibi, emekçi düşmanları tarafından öteden beri dillere pelesenk edilmiştir. Ötesini berisini düşünmeden bu savı kullananlar sadece söz konusu durumda olan emekçilerin oranının küçük olduğunu gözden saklamakla kalmadılar. Bu emekçilerin aldıkları emekli maaşlarının son derece düşük olduğu ve tek başına bu maaşlarla geçinemedikleri, çoğu durumda bir şekilde çalışmaya devam etmek zorunda oldukları ya da evde çalışan başka bireylerin gelirleriyle hane ekonomisini zorlukla ayakta tutabildikleri, dahası uzun, sağlıklı ve mutlu bir ömür süremedikleri gerçeğini bilerek ya da bilmeyerek hasıraltı ettiler. Kocaman bir yalanın taşıyıcısı oldular.
Başka gerçekler de var. İma edildiği gibi çalışanların tamamı ya da büyük bölümü “40 yaşında emekli olup 40 yıl boyunca emekli maaşı alıyor” olsaydı ve bu maaş bol keseden bir maaş olsaydı, ülke ekonomisinin temel makro verilerinde ve devlet bütçesi rakamlarında bu kendisini çarpıcı biçimde gösterirdi. Gerçekten öyle olsaydı milli gelirin sınıflara göre bölüşümünde sermaye aleyhine, işçi sınıfı ve genelde emekçi sınıflar lehine ciddi bir denge kayması söz konusu olurdu. Sermayenin asla tahammül göstermeyeceği bir denge kayması… Oysa Türkiye’de milli gelirin sınıflara bölüşümünde öteden beri böyle bir şey söz konusu olmamıştır. Eskiyi bir kenara bırakıp sadece son beş yılın verilerine bakıldığında bile 2016’daki yüzde 32 düzeylerinden sistematik biçimde aşağı gidildiği ve geçen yıl yüzde 25’ler düzeyine inildiği görülmektedir. İşçi sınıfının bilinç ve örgütlülük düzeyi ile mücadeleciliğinin düzeyine göre dönemsel oran değişiklikleri söz konusu olsa da, kapitalizmin hâkim olduğu tüm ülkelerde olduğu gibi, Türkiye’de de milli gelirin aslan payını toplumun küçük bir azınlığını oluşturan sermaye sınıfı almıştır daima.
Nitekim devlet bütçesinde de, bıraktık sözde “erken yaşta” emekli olanlara yapılan ödemelerin oranını, emekli maaşı ödemelerinin tümünün oranı bile hiçbir zaman devlet kaynaklarından sermaye için yapılan harcamaların yanına yaklaşmamıştır. Devletin gelirlerinin büyük oranda işçi sınıfından geldiğine ve bu gelirlerin kökeninde yatan zenginliğin de çok büyük oranda işçi sınıfı tarafından yaratıldığına daha sonra diğer argümanları ele alırken geleceğiz.
Bu “40 yaşında emekli olma” demagojisi özellikle son dönem EYT tartışmasında başka bir bağlam içinde de ileri sürüldü. Efendim, insanın 40-45 yaş gibi verimli bir çağında kendini emekli etmesi doğru değilmiş! Gerçeklerden kopukluk ya da aptallık değilse açık kötü niyet anlamına geliyor bu sav. Konuyla ilgisi olan herkes biliyor ki, EYT düzenlemesiyle gasp edilmiş emeklilik haklarını kazanacak olanların büyük çoğunluğu, geçinmek için son derece yetersiz olan güdük emekli maaşını sadece bir yan gelir olarak hanesine taşıyacak ve çalışmaya devam edecek. Milyonlarca emekçiyi kapsayan bu büyük çoğunluk için “verimli çağlarında çalışma hayatından çekilme” gibi bir lüks ne de böylesi bir tercih hakkı söz konusudur pratikte. Emekçilerin büyük bölümü kapitalizm altında ve Türkiye gibi bir ülkede geleceklerinin belirsizliğini iliklerine kadar hissediyorlar ve emeklilik maaşı gibi küçük de olsa nispi bir güvenceyi elde bulundurmak istiyorlar sadece.
Peki neden emekçiler bu denli güvensiz hissediyorlar? İnsanlar güvensizlik geniyle doğmuyorlar. Buna dair söylenebilecek çok şey var. Ama sadece konuyla en dolaysız biçimde ilgili birkaç şeyi sıralayalım. Emekçiler kuşak kuşak üstüne çalışma koşullarının ağırlaştığını görmek ne kelime, etlerinde kemiklerinde yaşayarak biliyorlar. Akan yıllarla birlikte daha çok sigortasız, daha güvencesiz, daha sendikasız, reel olarak daha az gelirli, daha eğreti koşullarda çalıştırılıyorlar. Sınıfsal gelir eşitsizliği inanılmaz boyutlarda artıyor. Modern kapitalizmin tarihinde ilk kez gençler anne babalarından daha az gelirlere ve daha kötü çalışma koşullarına sahipler. İşsizlik ya da gizli işsizlik genel bir tırmanış içinde. Genelde kapitalizm, özelde Türkiye kapitalizmi emekçilere güvenceli, yüksek gelirli işler ve insan onuruna yaraşır çalışma koşulları sunamıyor. Artık gençler işsiz olarak evde yaş alıyorlar, “ev genci” diye yeni trajikomik kavramlar ortaya çıkıyor. Belli bir yaşın üzerindeki emekçilerin ise işsiz kalmaları halinde yeni bir iş bulmaları neredeyse imkânsız. Bunları gören, yaşayan emekçilerin, gasp edilmiş emeklilik haklarına sahip çıkmaktan, yetersiz de olsa küçük bir güvenceyi elde etmekten daha doğal bir arzusu olabilir mi? Tuzu kuru beyaz yakalılar bu gerçekler yokmuş gibi konuşmaktan utanmıyorlar.
Elbette tartışmalar bir noktada kutsal devlet bütçesi konusuna geliyor.Bütçeye yük biniyor diyorlar. Hatta depremin acılarının dört bir yanı sardığı bugünlerde bu iddia çok daha iğrenç bir biçimde bazı karanlık rejim odalarından servis ediliyor. Devlete yük olan ve deprem nedeniyle yapılacak yardımları sınırlandıran EYT yasası iptal edilsin deniyor. Hakları gasp edilmiş emekçiler üzerinde manevi baskı oluşturmaya çalışan bu örgütlü kötülüğün hesabı elbet bir gün sorulacak. Bu ideolojik saldırı karşısında işçi sınıfının zerrece taviz vermesi düşünülemez. Son 20 yılda sadece ismi en çok öne çıkmış iktidar yandaşı sermaye gruplarına devletten aktarılan paranın bile 418 milyar dolar olduğu yakın dönemde hesaplanmış durumda. Diğer irili ufaklı sermaye çevrelerine aktarılanlarla birlikte düşünüldüğünde daha nice kaynakların sermayeye transfer edildiği ortada. Öte yandan burjuva hukuku açısından çoğu usulsüz olan ve açık soygun anlamına gelen bu hortumlamalar sermayeye aktarılan fonların sadece bir bölümüdür. Bunların yanı sıra bir bütün olarak sermayeye “usullü” biçimde aktarılan dev kaynaklar söz konusudur. Devlet kaynakları bir yana, bizzat işçilerden yapılan kesintilerle oluşturulan İşsizlik Fonunun sermayeye nasıl peşkeş çekildiği ortadadır. Bu fondan örneğin geçen yıl işsiz kalan işçiler toplamda sadece 12 milyar lira alabilmişken, patronlar çeşitli biçimler altında 43 milyar lira hortumlamışlardır. Yağma mı dediniz, yük mü dediniz, hak, hukuk mu dediniz?!
Dahası sermayeye dolaysız anlamda fon aktarılması anlamına gelmeyen, ama işçi sınıfı ve emekçilerin çıkarlarıyla ilgisi olmayan birçok harcama var. Örneğin başta Kürt halkı olmak üzere bölge halklarına karşı izlenen militarist politikaların, emperyal dış politikanın sürdürülmesi yolunda yapılan harcamalar. AKP ileri gelenlerinden Nurettin Canikli daha geçtiğimiz günlerde sadece bir füzenin atılmasının 1 milyon dolar ettiğini söyledi. Devasa boyuttaki militarist harcamalar işçi ve emekçilerin çıkarına olmak bir yana onlara düşmandır. Dolayısıyla bunların yanında her halükârda küçük bir ayrıntı olarak kalacak olan EYT ödemeleri olsun, başka her türlü hak talebi olsun emekçilerin analarının ak sütü kadar helaldir, meşrudur. Savaşa ve militarizme değil, emekçiye bütçe!
Tüm bunlar düşünüldüğünde, sermaye düzeninin ideolojisiyle kararmamış her açık zihin devlet bütçesinin toplamda sermayenin yağması altında olduğunu ve bu bütçeden işçi sınıfına, emekçilere giden kaynakların bunun yanında devede kulak kaldığını görür. Özetle, ne EYT düzenlemesi nedeniyle emekçilere ödeneceği söylenen paralar ne de genelde bütçeden emekçilere aktarılan kaynaklar “bütçeye yük olmakta”dır. Bütçeye yük olan bir şey varsa o sermaye sınıfıdır.
Sermayenin dili tümüyle kendi sınıf çıkarlarına göre kurulmuştur. Nasıl işçinin ücreti patronun lütfuymuş gibi sunuluyorsa, bütçe de toplamda sermaye sınıfının anasının ak sütü gibi helal mülkü olarak görülür ve bu bütçeden emekçilere giden kaynaklar sermayenin lütufta bulunmasıymış gibi telkin edilir. Elbette bu sanki bütçe sınıf ayrımı olmaksızın tüm toplumun kesesiymiş gibi bir söylem içinde yapılır. Böyle olunca emekçiler bütçeden talepte bulunmaya yeltendiklerinde “toplumun kaynaklarına” musallat olan şımarık çocuklar gibi mahcup hissetmelidirler! Oysa emekçiler kamu ya da devlet kaynaklarından talepte bulunduklarında gerçekte tümüyle kendi yarattıkları zenginliğin bir kısmının sermayeye değil de kendilerine aktartılmasını talep etmiş oluyorlar. Ekonominin bütününde payı az olan küçük çiftçi, zanaatkâr ve benzeri küçük üreticiyi bir kenara bırakacak olursak, zenginliğin ağırlıklı bölümünü yaratan işçi sınıfıdır. Bu zenginlikten oluşturulan bütçe kaynakları da gelirden yapılan kesintiler şeklinde yine büyük oranda işçi sınıfından sağlanmaktadır. Yıllara göre değişimler olsa da yapılan hesaplamalar genel olarak bütçe gelirlerinin en az 4’te 3’ünün işçi sınıfının ödediği dolaylı ve dolaysız vergilerden geldiğini gösteriyor. Öte yandan sermaye, tamamına yakını işçi sınıfı tarafından üretilen milli gelirin 3’te 2’si ila 4’te 3’ü arasında bir bölümüne el koyarken, “hepimizin devleti” dediği devlete ödediği verginin toplam içindeki payı 4’te 1’i geçmiyor. Burjuva hukukunun normları açısından bile bakıldığında böylesine açık eşitsizlik ve adaletsizlik söz konusuyken bütçe konusunda emekçilerin hedef tahtasına konulması açık bir emekçi düşmanı sınıfsal tavırdır.
Bu temel gerçeklikler kavrandığında bu tartışmalarda ileri sürülen başka birçok benzer argümanın boşluğu kolayca ortaya çıkmaktadır. Bütçe argümanının bir alt versiyonu “ama SGK zarar ediyor” şeklinde emekçilerin önüne sürülmektedir örneğin. İster bütçeden ayrı ele alınsın ister birlikte ele alınsın, SGK özünde işçi sınıfının bir kolektif dayanışma fonudur. İşsizlik Fonu da öyledir. Sermayenin tasallutu altında yağmalanan bu kolektif dayanışma fonlarının tümüyle işçi sınıfının çıkarları doğrultusunda kullanılması talebi işçi sınıfının temel mücadele taleplerindendir. Vergilerin de ezici çoğunluğunun işçi sınıfı tarafından ödendiği düşünüldüğünde “SGK zarar ediyor” argümanının emekçiler açısından hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur. SGK’nın mali hesap mantığı içinde zarar ediyor olmasının sebepleri zaman zaman burjuva basında bile yazılıp çiziliyor. Sermayenin kayıtdışı istihdamından tutun, düşük ücret gösterme ve diğer yollarla prim hırsızlıklarına, SGK satın almalarında yaşanan şişirilmiş ödemelere, dönen türlü usulsüzlüklere kadar nice yağmacılık nedeniyle SGK kâğıt üstünde zarar ediyor olabilir. Ama ister “zarar” etsin ister etmesin, SGK işçi sınıfının kolektif dayanışma fonudur, sermaye işçi sınıfından çaldıklarını oraya koymak zorundadır. Dahası dünyanın hiçbir ülkesinde sosyal güvenlik kurumları kâr etmek üzere kurulmazlar ve kâr etmezler. “Sosyal devletim” diye geçinen her devlet, emek gücünü korumak için bu fonksiyonu yerine getirmek zorundadır, ama kapitalist devlet bunu yerine getirmek için bile işçilerden dünyanın primini kesmektedir. Dolayısıyla emekçiler bu kâr-zarar mantığına prim vermemelidir. Elbette işçi sınıfının bu konuda temel talebi bu fonların işçi sınıfının yönetiminde olmasıdır. Bu sağlanmadıkça sermaye tasallutu ve yağma daima sürecektir.
Bilindiği gibi, sosyal güvenlik kurumlarının aktüaryal denge dedikleri şey bir emeklinin finanse edilmesi için prim ödeyen kaç çalışanın olması gerektiği hesabı üzerinden yürümektedir. Sosyal güvenlik kurumuna giren prim miktarı düşerse emekli maaşlarının ödenmesi de sağlık harcamalarının karşılanması da zora girecektir. İşte tam da burada temel bir soru gündeme geliyor ve bu soruyu hiç akıldan çıkarmamak gerekiyor. Çalışabilir durumdaki milyonlarca emekçi neden işsiz durumda bulunuyor? Kapitalizm altında kronik nitelik taşıyan ve oranları da günümüz kapitalizmi koşullarında sistematik biçimde artan işsizlik sanki Allah’ın emriymiş ya da doğa yasasıymış gibi varsayılmaktadır. Oysa kapitalizmin kâr sistemi olmasa tüm çalışabilir durumdaki emekçiler üretim faaliyetinin içinde yer alabilir ve böylece tüm insanlığın ihtiyaçlarının giderilebilmesi için her bir emekçinin çalışması gereken zorunlu süre hayli kısalmış olur. Ama kapitalizm foyasının ortaya çıkmasını sağlayan bu sorunun sorulmasını istemez.
Çoğu nesnel olarak işçi sınıfının kapsamında olan görece eğitimli beyaz yakalı emekçilerin de SGK gibi fonlara bu sınıf mantığıyla yaklaşmaları gerekmektedir. Bu mantık değil de sermaye ideolojisinin mantığı hâkim olunca, işçi olduğu halde bu kesimler “benim paramla başkaları erken emekli oluyor, yıllarca maaş alıyor” gibi absürtlükleri savunma derekesine düşebiliyorlar. Az önce dediğimiz gibi, bu fonlar tüm işçiler olarak bizim kolektif dayanışma fonlarımızdır ve fona gerçekte kimin ne kadar bireysel katkısı olduğunun bir önemi olmadığı gibi, bunu basitçe prim kesintileri üzerinden ölçmek de pek mümkün değildir. Emekçiler birbirlerine saldırmak yerine dayanışma mantığı ve duygusunu öne çıkarmalı, yaşanan haksızlık ve yoksunlukların asıl sorumlusu olarak öfkelerini sermayeye, onun iktidarına yöneltmelidirler.
Mevcut rejime muhalif konumda olan iktisatçıların büyük bölümü genelde ilerici değerleri benimsemiş görünseler de savundukları düşüncelerin özü icabı emek düşmanı bir konumdadırlar. Ama öyle de gözükmek istemedikleri ve sistemin gözden saklanan bozuklukları temelinde itirazlarla karşılaştıklarında mealen, “zaten biz de işçi lehine gelişmeler olmasın demiyoruz, sistemin kökten değişmesi gerektiğini savunuyoruz” diyorlar. Peki neymiş köklü değişiklik? Bakıyorsunuz, bütün söyledikleri tam anlamıyla hayal dünyasında inşa edilmiş bir neoliberal ütopya. Sermaye tıkır tıkır işliyor, ileri teknolojili verimli üretim yapılıyor, işgücü yüksek vasıflı, değişen koşullara kolay adapte oluyor, tam istihdam var, devlet sermayeye sonsuz iyilikler yapıyor ve böylece sermaye de işgücüne iyilik yapıyor. Sermayenin gönlünü hoş tut, onun önündeki tüm engelleri kaldır ki o da yatırım yapsın, böylece istihdam olsun, herkes mutlu olsun! Bunlar yolsuzluk, adam kayırmacılık, haksız kazanç, kayıt dışı ekonomi, kayıt dışı istihdam gibi konularda eleştirilerle birleştirilince çözüm sunmuş gibi oluyorlar akılları sıra. Dahası mevcut sisteme muhaliflermiş gibi bir paye de çıkarmış oluyorlar kendilerine.
Söz konusu tipolojinin ideal ya da ideale yakın örnek niyetine ileri kapitalist ülkeleri sunmaları da birçok yanılsama içeriyor. Tam da o ülkelerde yürütülen azgın neoliberal saldırılar nedeniyle 1980’li yıllardan bu yana işsizlik artmış, tam zamanlı istihdam azalmış, çeşitli görünümleriyle güvencesizlik artmış, emekçilerin reel gelirleri azalmış, sınıfsal eşitsizlikler öncesine göre katlanarak artmış, zengin-yoksul ayrımı görülmemiş boyutlara çıkmıştır. Sayısı artık iki elin parmakları kadar olan zenginin serveti insanlığın yarısının malvarlığından fazla hale gelmiştir. Sağlık, eğitim ve altyapıda, sosyal hizmetlerde hizmet ve kalitenin, sürekliliğin, erişilebilirliğin ciddi oranlarda azaldığı yıkıcı bir süreç yaşanmıştır. O ülkelerde emekçilerin genel durumu Türkiye’dekinden elbette nispeten daha iyidir. Bunun temel nedeni de yüzyılı aşkın süre boyunca o ülkelerdeki işçi hareketinin verdiği can bedeli mücadelelerdir. O mücadeleler verilirken işçilerin örgütleri vardı. Ama ne yazık ki zaman içinde o örgütlerin önderlikleri sınıfa ihanet ede ede büyük hak kayıplarının yaşanmasına yol açtılar. Bugün gelinen olumsuz noktanın başlıca sorumlusu onlardır.
Bu son nokta tam da işçi sınıfının sorunlarının çözümü konusunda anahtarın nerede olduğunu gösteriyor. Son gelişmelerle tırpanlansa ve tehlikeye düşse de EYT’lerin olumlu örneği de bunu gösteriyor: Örgütlü mücadele! Emekçilerin emeklilik dâhil tüm hakları için sonuna kadar mücadele etmeleri hem hak hem gerekliliktir. Emekçilere asgari yaşam koşullarını sağlayamayan bu düzende emekli olma hakkını onlara müstahak görmeyenler sınıf konumlarını ve belki vicdanlarını sorgulamalıdırlar. Emekçilerin geçimlerine ancak kısmi ve yetersiz katkı sağlayabilecek bir emekliliğe bile dört elle sarılmalarına yol açan durumun nasıl bir şey olduğuna dair şu acılı deprem günlerinde ibretlik bir vakayı aktararak sonlandıralım. 138 saat enkaz altında kaldıktan sonra sağ olarak kurtarılan bir yoksul emekçi yaşadığı korkunç travmayı bile unutarak, “param yok, beni özel hastaneye götürmeyin” demiştir. Emekçilerin içine düşürüldükleri durumu bundan daha acıtıcı biçimde ortaya koyan bir örnek zor bulunur. Atıp tutan tuzu kuruların yanına yaklaşmadıkları ya da yaklaşmak istemedikleri, hayatın acı ve sahici gerçekliğidir bu.
link: Levent Toprak, EYT ve Burjuva İdeolojisinin Dayanılmaz Hafifliği, 20 Şubat 2023, https://marksist.net/node/7887
Faşist Rejimin Toplumsal İnisiyatifi Boğma Çabası
Eğitim de Faşist Rejimin Yarattığı Enkazın Altında