Faşist rejim çürümüşlüğünü sergilemekte dur durak bilmiyor. Daha önce görülmemiş boyutlara ulaşan uyuşturucu, kara para ve bağlantılı mafyatik faaliyetler bu çürümenin en tiksinti verici yönlerinden birini oluşturuyor. Son dönemde bununla ilgili olarak patlak veren skandal gelişmeler büyük ve karanlık bir buzdağının varlığını ortaya koyuyor. Küresel uyuşturucu transferi ve ticaretinde kilit rol oynayan çeşitli uluslararası mafya gruplarının liderlerinin artık kendilerine ikamet olarak Türkiye’yi seçmiş olduklarını, bunlar arasındaki kanlı hesaplaşmaların Türkiye’de yaşanmaya başladığını gösteren hadiseler bu olgunun çarpıcı delilleri olarak su yüzüne vurdular. “Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkaslar’ın enn…” diye başlayan cümlelere öteden beri konu olmuş olan Türkiye, şimdilerde Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkaslar’ın uyuşturucu baronlarının üssü haline gelmiş durumda. Sedat Peker’in rejimin çeşitli tepe simalarının içinde yer aldığı uyuşturucu ve kara para ilişkilerine dair ifşaatının tümüyle gerçeği yansıttığı da gelişmelerle sabitlenmiş oldu.
Bu kirlenme ve çürümenin bir sonucu, ülkede uyuşturucu kullanımının ve bağlantılı suçların adeta patlaması oldu. Yirmi yıldır hüküm süren ve bunun yaklaşık son 10 yılında otoriterleşme ve faşistleşmeyle daha da mutlak güce kavuşan iktidar dindar nesiller yetiştireceğiz diyerek sözde daha ahlâklı, daha erdemli, daha sağlıklı bir toplum vaadiyle kitleleri kandırmaya çalışırken, varılan nokta tehlikeli bir uyuşturucu bataklığı olmuştur. Gündelik yaşamdaki gözle görülür sonuçlar bir yana, gerek bizzat resmi devlet kurumlarının gerekse de uluslararası kurumların raporları bu tespiti doğrular niteliktedir.
Gerçekten de son yılların birçok verisi Türkiye’de uyuşturucu kullanımında da uyuşturucu trafiğinde de ciddi artışlar olduğunu gösteriyor. Öyle ki, muhalefet tarafından uyuşturucu baronlarıyla, suç şebekeleriyle bağlantıları dolayısıyla eleştirilip sıkıştırılan İçişleri Bakanı, bunlar karşısında uyuşturucuyla sözde ne denli yoğun biçimde mücadele edildiğini anlatmak isterken, gururla Türkiye’de 117 bin uyuşturucu suçlusunun hapiste olduğunu, haftada 5 bin uyuşturucu satıcısı ve imalatçısını yakaladıklarını söyleyebilmektedir. Şecaat arz ederken sirkatin söylemek böyle bir şey oluyor. Bu işlerle iştigal edenler arasında sadece yakalanmışların sayısı bu kadar çoksa ülkenin ne denli korkunç bir uyuşturucu bataklığına döndüğünü düşünmek zor değildir.
Nitekim CHP’nin verdiği önergede belirtildiği gibi, “Birleşmiş Milletler Uyuşturucu ve Suç Ofisinin 2021 Dünya Uyuşturucu Raporu verilerine göre Türkiye, en fazla kokainin yakalandığı ülke olarak birinci sıradayken, en çok eroinin ele geçirildiği üç ülkeden biri konumunda.” 2017-2019 yıllarına ait verileri sunan bir diğer kaynağa göre, bu üç yılın her birinde 8 milyondan fazla MDMA tableti (Ekstazi olarak bilinen uyarıcılar) ele geçirilmiş ki, bu değer AB toplamında 2019 yılı için 1 milyon 350 bin adet olan değerin yaklaşık 7 katıdır. Yine AB toplamında 2019 yılında 300 kilogram civarı eroin ele geçirilirken Türkiye’de 20 ton ele geçiriliyor, yani 65 katı. Elbette akılda tutulması gereken bir nokta zaman zaman şaşaalı uyuşturucu operasyonları şeklinde servis edilenler de dâhil olmak üzere ele geçirilen miktarların trafiğe konu olan toplam uyuşturucu miktarının çok küçük bir kısmını temsil ettiğidir. Öte yandan resmi verilere göre 2014-2021 arasında uyuşturucuyla bağlantılı suçlarda yüzde 122 artış olmuş. Aynı kaynaklarda Türkiye’de uyuşturucu kullanımının arttığı ve bağımlı sayısının da 10 milyonu geçtiği tespit ediliyor. Son yıllarda ucuzluğu nedeniyle metamfetamin kullanımının katlanarak arttığı ve tüm ülke sathına yayıldığı, metamfetamin dolayısıyla uyuşturucu kullanım yaşının 10-11’lere kadar indiği de bulgulanıyor.
Bu veriler ve daha nicesi Türkiye’nin son yıllarda uyuşturucu konusunda korkunç bir girdaba girdiğini gösteriyor. Kaynağının Latin Amerika, tüketicilerinin büyük oranda Batılı ülkeler olması dolayısıyla eskiden tümüyle Batı yarıkürede dönen kokain ticaretinde bile şimdi Türkiye’nin adının geçiyor olması bu konuda bir nitel sıçrama yaşandığına işaret ediyor. Türkiye 70’li yıllardan itibaren dünyanın en büyük eroin kaynak ülkesi olan Afganistan ile en büyük tüketici kitlesinin olduğu Avrupa arasındaki geçiş ülkesiydi. Uluslararası eroin ticareti denildiğinde Türkiye’nin adının sıkça geçmesi bundandı. O zamanlardan beri kabaca Afganistan-İran-Türkiye-Balkanlar-Batı Avrupa olarak adlandırılan bu rotanın yanı sıra şimdi Türkiye kokainle ilgili olarak da anılmaya başladı.
Uyuşturucular içinde en pahalılarından biri olduğu söylenen ve genellikle daha yüksek gelirlilerin tükettiği kokainin rotalarının ise ilk olarak asıl üretim yeri olan Latin Amerika’dan zengin ve yakın pazar olarak Kuzey Amerika’ya ve ikinci olarak da gemilerle Atlantik üzerinden büyük oranda Hollanda’dan Batı Avrupa’ya doğru şekillendiği biliniyor. Ancak birazdan değineceğimiz nedenlerle bu rota çeşitlendirilmiş ve yeni bir büyük rota olarak Afrika-Türkiye-Balkanlar-Batı Avrupa rotası oluşturulmuştur. İşte bu yeniliğin sonucu olarak yakın zamanlarda Latin Amerika limanlarında Türkiye’ye sevk edilmek üzere olan büyük kokain yüklerinin ele geçirildiğine ve Türkiye’de de kokain ele geçirmelerin başladığına tanık oluyoruz.
Değişen ittifaklar ve narko açılım
Türkiye coğrafi, tarihsel ve toplumsal özelliklerinin bir parçası olarak öteden beri belli bir geleneksel esrar kullanımı “mirasına” sahipti. Ancak büyük ölçekli “modern” uyuşturucu ticareti son 40-50 yılın bir olgusudur Türkiye için. Esasen 1970’lerden itibaren Afganistan kökenli afyon ve eroinin Avrupa’ya geçişine köprü olma işleviyle başlayan bu ticaret, doğudaki kimi aşiretler üzerinden ve büyük ölçüde devletin bilgisi dâhilinde oluyordu. 1980 askeri faşist darbesinin ardından bu ticaretin içinde devletin doğrudan rolünün artmaya başladığı, 1980 öncesinde yükselen işçi hareketi ve sola karşı vurucu güç olarak kullanılan faşist kadroların bu alanda çok daha geniş ölçekte “istihdam” edilmeye başlandığı biliniyor. Bu durum hem devletin kirli yasadışı işlerinin finansmanı açısından hem de artık pek işlevi kalmamış söz konusu faşist kadroların kontrolü ve idamesi açısından işlev görüyordu.
Ancak 1980’lerin sonlarına doğru ve 90’ların ilk yarısı boyunca Kürt halkına karşı yürütülen savaşın büyümesine paralel olarak bu iş yeni bir boyut ve kapsam kazandı. Söz konusu kadrolar özellikle Mehmet Ağar gibi “derin devlet” liderlerinin sevk ve idaresinde kirli savaşın en acımasız biçimde yürütülmesinde öne geçtiler. Bu işin bir bölümü hiçbir yasa ve kural tanımayan kanlı infazlar, suikastlar, kaçırma ve kaybetmeler vb. iken, bir diğer bölümü de boyutları büyüyen uyuşturucu ticaretine tümüyle el koyma çabasıydı. Bu büyük oranda başarıldı, ama gelirlerin bir bölümü kirli “devlet işlerine” aktarılırken bir bölümü de tüm dünya örneklerinde görüldüğü gibi, kaçınılmaz olarak olağanüstü boyutlarda kişisel ve grupsal zenginleşmeye gitmeye başladı. Özetle açık biçimde bir kontrolden çıkma durumu yaşandı. Bu suç cümbüşünün sonunu işaretleyen gelişme 1996’daki meşhur Susurluk kazası oldu. Bu şebeke kâh tasfiye kâh hizaya çekme yoluyla tedricen sahnenin kenarına çekildi. Susurluk sonrası siyasi krizlerin birbirini takip ettiği, ülkeye hükümet ve koalisyonun dayanmadığı bir 4-5 yıl oldu. Bu çalkantı süreci 2002’de AKP’nin iktidara gelmesiyle sona erdi.
AKP iktidarının ilk 10 yıllık döneminde kendi emperyal bakış açısı temelinde ve İslam paydasına dayanarak Kürt sorununda belli bir açılım getirme hevesi taşıyordu. Bu dönemde söz konusu devlet uzantısı kirli mafyatik kadroların işlevi hayli azaldı. Çünkü bunlar hem AKP iktidarına yolu açan tasfiye sürecine maruz kalmışlardı hem de AKP az önce anlatılan mekanizmaların dışından geliyordu. Ayrıca AKP, ABD emperyalizminin biçtiği misyonla da bağlantılı olarak statükodan farklı hevesler taşımaktaydı. Bu ilk iktidar döneminde AKP statükocu devlet güçlerinin darbe tehditlerine kadar varan sıkıştırması altında kırılgan bir yoldan ilerlemeye çalıştı. Dönemin küresel ölçekte bir para bolluğu dönemi olması ve ciddi bir dış destek alması, yanı sıra devlet içinde önemli mevziler kazanmayı başarmış Gülencilerle kurduğu ittifak sayesinde badireleri atlatıp iktidarını korumayı başardı.
Ne var ki lehte konjonktür ve başarılı ittifaklar sayesinde ikbal gemisini yürütebilen Erdoğan çeşitli badireleri atlatmayı başarsa da, kabaca 2010’lu yıllarla birlikte konjonktürün değişmesiyle bocalamaya başladı. Ortadoğu politikalarının ABD emperyalizmi ve İsrail’in politikalarıyla artan ölçüde ters düşmeye başlaması, İsrail’le zıtlaşma ve bir süre sonra Arap halklarının isyan dalgasının patlak vermesiyle doğan çelişkiler AKP iktidarını zora soktu. 2008 dünya krizinin ardından dünya ekonomisinde daha da açılan ucuz para musluklarının 2013 dolaylarında kısılmaya başlaması da AKP iktidarının manevra alanını daralttı. Diğer taraftan Suriye’deki ayaklanmanın Kürt hareketi açısından yarattığı yeni olanak ve kazanımlar ile içeride Gezi direnişinin patlak vermesi Erdoğan ve şürekâsını özellikle korkutan etkenler oldu, beka kaygısını zirveye çıkardı. Ve tüm bunlarla birlikte ele alınması gereken çok önemli bir gelişme daha vardı. Gelinen noktada eski statükonun hâkim güçleri yenilgiye uğratılmış olsa da, şimdi gücü daha da artmış olan Gülencilerle iktidar paylaşımı kavgası başlamıştı. Esasen ekonomik konjonktürün değişmeye başlaması ve artan yolsuzluk ve yozlaşma nedeniyle, yanı sıra Kürt sorununda izlenen ikircikli politikanın hem milliyetçilikle zehirlenmiş kitlelerde tepki yaratması hem de Kürt kitlelerde hayal kırıklığı yaratması dolayısıyla seçmen desteği gerilemeye başlamıştı.
Ancak devlet içindeki dayanakları hâlâ yeterince güçlü olmayan Erdoğan’ın Gülencilerle kavgasında başarılı olabilmesi için devlet içinden müttefikler bulması gerekiyordu. Kürtlere sırtını dönmüş Erdoğan için bu noktada zayıf liberal kesimlerin ya da liberal kamuoyunun bir kıymet-i harbiyesi yoktu. Erdoğancı güçlerin dayanabilecekleri yegâne güç eskinin statükocu güçleri içinden bazı kesimler/ekipler oldu. Mehmet Ağar olsun, Sedat Peker olsun bu güçler içinden farklı kanallarla gelip yeni ittifaka dâhil oldular. Yasal siyaset planında ise MHP’sinden tutun Doğu Perinçek’ine, oradan Süleyman Soylu’suna, hatta rolünü bir süre örtük oynayan Metin Feyzioğlu gibilerine kadar bir dizi kişi ve yapı da yeni ittifakın unsurları olarak dizildiler. Bu bahiste kimisi muhalif görünümlü olan OdaTV gibi çeşitli medya ayaklarını da elbette unutmamak gerekir. İşte bu yeni ittifakın bazı unsurları sonraki süreçte kirli işlerin çekip çevrilmesinde kilit rol oynayan unsurlar olarak ifşa olacaklardı.
Narko-faşist rejim
Erdoğan liderliğindeki yeni ittifak adım adım ilerleyerek kritik aşamalardan geçen bir otoriterleşme sürecinin sonunda özgül bir sivil faşist rejim kurdu (2016) Türkiye’de. Erdoğan ve şürekâsı daha önce olağan yollardan yükseldikleri ve muhafaza etmeyi başardıkları iktidarı artık olağan yol ve yöntemlerle sürdüremeyeceklerini, iktidarı kaybetmenin kendileri için çok şey kaybetmek anlamına geleceğini anlamışlardı. İşte yeni ittifak ve yönelişle birlikte bir şer imparatorluğunun inşasına giden selin önü de açıldı adeta. Kürt halkının ulusal demokratik hak ve özlemlerine karşı yürütülen savaşı alevlendirme yönelişi ve başta Suriye olmak üzere dışarıda gayrimeşru yayılmacı siyasetini daha da derinleştirerek sürdürme gayreti nedeniyle her türlü kirli ve karanlık yöntem yeni ittifakın kimyasına uygundu. Yeni müttefikler zaten esas olarak bu işlerin içinden geliyorlardı. Dahası bu yeni müttefiklerin uzmanlık alanlarından birisi, yukarıda kısaca değindiğimiz gibi, küresel uyuşturucu ticaretinden kaynak devşirmeydi. Küresel düzeyde daralan ucuz para kaynaklarının içte iktidarı sürdürebilme açısından yarattığı sıkıntıları aşmada da bu uzmanlıkların sahaya sürülmesi sürecin doğal bir sonucuydu. Dolayısıyla belirtmek gerekir ki, yeni ittifakın özellikle Gülenci sermaye gruplarını hedef alarak mala çökme ve sermaye transferi gibi ekonomik boyutlarının yanında bu uyuşturucu ve kara para faaliyetleri şeklinde de bir ekonomik boyutu bulunmaktadır.
Son yıllarda ortaya dökülen bilgiler, yeni rejimin sadece eskinin kimi derin devlet unsurlarının oluşturduğu bileşenler üzerinden bu yapıyı oluşturmadığını, aksine iktidar partisinin öteden beri en üst düzey kadroları içinde yer alan tepe unsurlarının da bu şebekenin işleyişinde rol aldığını ortaya koyuyor. İranlı büyük uyuşturucu baronu Zindaşti için mahkemelerle bağlantı kuranlardan tutun, büyük gemi ticaret filoları yönetenlere, Avrupa’da üst düzey büyükelçilik görevlilerine, bunlar yakalandığında devreye giren en üst düzey yöneticilere kadar birçok kişinin de bir biçimde işin içinde olduğu görünmektedir.
Dünyanın değişik yerlerinden limanlar almaktan tutun, derinliği büyük marinalar kurmaya, sıra dışı rotalar izleyen gemi filoları kurmaya, Kuzey Kıbrıs’ı tam anlamıyla kumar ve kara para temelli bir suç cennetine çevirmeye, varlık barışı adı altında kurulan “çamaşırhane” sistemiyle kara para yıkama/aklama faaliyetlerine, İran gibi uluslararası sistemde ambargolu ülkelerin durumundan istifade ederek işlemlerine aracı ve örtü olmaya, bavullarla yapılan para taşımacılığına, uluslararası uyuşturucu baronlarına ikamet ve faaliyet alanı sunmaya, Avrupa’daki dini ve faşist devlet uzantısı örgütlenmelerin ve hatta konsolosluk elemanlarının kullanılarak uyuşturucu dağıtım/satım faaliyetlerinin yürütülmesine varıncaya kadar son derece karmaşık bir faaliyet hüküm sürmektedir.
Hem giderek artan ekonomik ve siyasi sıkışma hem de yukarıda bahsi geçen politikaları sürdürme gayreti (ki bu uluslararası cihatçı çetelerden oluşturulan orduların beslenmesini de içermektedir) yeni faşist rejimi Türkiye’nin üzerinde yer aldığı klasik uyuşturucu rotasının (eroin rotası) ötesine taşımışa benzemektedir. Yeni rejimin heveskârlığı ve sunduğu olanaklar dolayısıyla, Türkiye uluslararası kokain ticaretinde de kendi üzerinden yeni bir rotanın oluşturulmasını sağlamıştır. Konunun uzmanlarının verdiği bilgiler ve yaptıkları analizlerden anlaşılıyor ki, 2010’lu yıllarla birlikte ABD’nin baskısı dolayısıyla Latin Amerika’dan Batı Avrupa’ya kokain ticaretinin rotasında yaşanan aksamalar nedeniyle alternatif rota arayışları doğmuş ve Türkiye’deki yeni iktidar bileşimi uluslararası mafya ortaklıkları çerçevesinde “ihaleyi” almıştır. Türkiye dışında ikinci bir yeni rotanın da Güney Afrika-İtalya-Karadağ şeklinde oluşturulduğu kaydediliyor. Türkiye’nin kokain ticaretinde de kilit bir ülke halini almasında elbette uzun yıllara dayanan eroin ticareti deneyiminin rolünü vurgulamak gerek. Gerçekten de Afganistan’dan Avrupa’ya uzanan eroin rotasının deneyimlerine sahip Türkiye kokain işinde acemilik çekiyor gibi görünmemektedir. Ezcümle Türkiye Türk-İslam faşizmi altında hem küresel eroin ticaretinin hem de kokain ticaretinin kilit ülkelerinden biri haline getirilmiş bulunmaktadır.
Zaten işlerin bu denli ayyuka çıkması dolayısıyla uluslararası raporlarda kokainin yeni Türkiye rotası ve bununla ilgili birçok bilgi yer alıyor. Bu raporlarda da Türkiye kokain ticaretinde “önemli bir transit ülke” olarak anılmakta. ABD Uluslararası Narkotik ve Kanun Yaptırım Bürosunun 2018’de yayımladığı Uluslararası Narkotik Kontrol Strateji Raporunda (UNKSR) Avrupa’daki kokainin genel olarak Türkiye üzerinden gittiği, Güney Amerika’dan çoğunlukla kargo gemileriyle Türkiye limanlarına getirilen kokainin genel olarak yolcu valizlerinde veya kuryelerin üzerinde saklandığı belirtiliyor. Bir başka uluslararası kuruluş olan Global Initiative Against Organized Crime (Organize Suça Karşı Küresel İnisiyatif), 2021 yılının Şubat ayında yayımladığı The Cocaine Pipeline to Europe (Avrupa Kokain Hattı) başlıklı raporunda, Latin Amerika kökenli kokainin hem doğrudan hem de Afrika üzerinden yolcu uçakları vasıtasıyla İstanbul’a, yine Latin Amerika’dan kargo gemileriyle yola çıkan kokainin de Kocaeli, İzmir ve Mersin’e geldiği anlatılıyor.
Türkiye’nin uluslararası kokain ticaretindeki transit ülke konumu Emniyet Genel Müdürlüğüne bağlı Narkotik Suçlarla Mücadele Daire Başkanlığı (NSMDB) tarafından da dile getiriliyor. NSMDB’nin yaptığı bir Twitter paylaşımında, “Kokain Rotası” başlığı altında Latin Amerika’dan Türkiye’ye gelen, Türkiye’den de Avrupa ve Ortadoğu’ya giden kokainin şeması çıkarılıyor. Aynı paylaşımda yer alan metinde, “Avrupa Birliği ulusal temas noktası olan Daire Başkanlığımız tarafından, her yıl Türkiye uyuşturucu raporu yayımlanmaktadır. Son iki yıldır yayımlanan raporlarımızda, Güney Amerika’dan Avrupa’ya sevk edilen kokain maddesi bakımından ülkemizin, basamak haline geldiği delilleriyle vurgulanmıştır” deniliyor.
Bu faaliyet dolayısıyla nasıl bir ekonominin döndüğüne dair de bilgi ve değerlendirmeler yer alıyor söz konusu raporlarda. Afganistan’dan başlayan eroin ticaretinin temel rotasının Balkanlar üzerinden olduğunu yazan UNKSR raporunda bu rotanın Afganistan’dan İran’a, oradan Türkiye’ye, Türkiye üzerinden ise Doğu ve Batı Avrupa’ya uzandığı belirtilerek bu rotada dolaşımda olan eroinin değerinin 20 milyar dolar olduğunun hesap edildiği vurgulanıyor.
Yine aynı raporda Türkiye “Başta gelen para aklama ülkeleri” listesinde yer alıyor. Bu konuları çalışan uzmanlar Türkiye’nin yasadışı ekonomisinin önemli bir kısmının uyuşturucu ticaretinden oluştuğunu belirtiyor. AB bünyesinde son yıllarda uyuşturucu ticaretine dönük baskının arttığı biliniyor. Daha fazla polisiye operasyon yapılıyor, uyuşturucu kartelleri daha fazla sıkıştırılıyor. Ama bunun AB’li egemenlerin gerçekten uyuşturucu karşıtı bir mücadele verdiği şeklinde algılanmaması gerekiyor. Günümüz dünyasında kapitalist devletler bu gibi tutumları genellikle rakip güçlerle mücadeleleri gerektirdiği için yaparlar, toplumun hayrını düşündükleri için değil. AB’li egemenler de muhtemelen uyuşturucu ticaretinin rakip güçlere ya da kontrol altında tutulmak istenen güçlere daha fazla yaradığını gördükleri için bunu yapıyorlar. Ancak her ne sebeple yapıyor olurlarsa olsunlar bunun sonucu artan baskı nedeniyle uyuşturucu kartelleri kendilerini değişen “iş ortamına” uydurmak için yeni çözümler, yeni yollar arıyorlar. İşte bu noktada önümüze Türkiye çıkıyor. Avrupa söz konusu güdülerle kara para konusunda yeni düzenlemeler yaparken bu konularda Avrupa kapsamında olan Türkiye, yükümlülüklerini yerine getirmeyen tek ülke olarak sivriliyor.
Türkiye’nin 2016 yılından sonra birden bire Venezuela ile sıkı fıkı ilişkiler geliştirmesinin esbabı mucibesi de asıl olarak bu konulardır. Coğrafi uzaklık, ekonomik yapıların farklılığı, geçmiş ilişki birikiminin yok derecesinde olması gibi hususlar düşünüldüğünde bu ani yakınlık dikkat çekicidir. Öyle bir muhabbet ki birbirlerine doyamayan devlet başkanları takip eden dört yıl içinde dört defa baş başa görüştüler. Faşist rejimin tepe unsurlarının da yer aldığı heyetlerin peynir ticareti konulu ziyaretleri de bu sıcak ilişkilere dair ipuçları vermektedir. Venezuela-Kolombiya sınırında da geniş faaliyetleri olan Meksika merkezli uyuşturucu kartelinin silahlı elemanlarının 2020 yılında video çekerek bozkurt işaretleri eşliğinde Ülkücü marşlar söylemeleri ve Türkiye’ye selam göndermeleri, işlerin vardığı noktayı trajik-komik bir biçimde gösteriyordu. Bu müziksever elemanlar şaşırtıcı videolarını durduk yere çekmemişlerdi. Suriye sınırları içindeki Türkmen Dağında konuşlu İslamcı çetelerin saflarında savaşan silahlı Türk faşistlerin onlara gönderdikleri videolu selamlara jest olarak karşılık veriyorlardı.
Çeşitli uzmanların da dikkat çektiği gibi, Türkiye’nin mali göstergelerindeki tuhaflıklar da bu dönemde sırıtmaya başlamıştır. Hesaplarda “net hata noksan” diye anılan kalemin (kaynağı belirlenemeyen döviz giriş veya çıkışları) artan boyutları ve sürekli devretmesi özellikle manidardır. Normalde net hata noksan oranının en fazla yüzde 2-3 olması gerekirken, bu oran 2018’den sonra yüzde 10’ların üstüne fırlamıştır. Benzer biçimde sürekli çıkarılan ya da uzatılan “varlık barışı” uygulamaları tam da rejimin varlığını sürdürebilmek için ihtiyaç duyduğu bir kaynak olarak kara paranın sisteme sokulması içindir. Bu uygulama son 13 yılda 9 kez getirildi ya da süre uzatıldı. Bu sebeple kara para tartışmaları gündeme geldiği halde uygulamada ısrar edildi. “AKP iktidarı Varlık Barışı uygulamasıyla 6 yıldır Türkiye’ye dünyanın kara parasını davet ediyor. Uyuşturucu, silah kaçakçılığı, cinayet, insan kaçakçılığı parası olsa da fark etmez, yeter ki döviz gelsin. Varlık barışıyla bu paranın kaynağının sorulmayacağı, kesinlikle soruşturma açılmayacağı ve çok düşük ya da sıfır vergi alınacağı vaat ediliyor. Ülkelerin olağanüstü durumlarda paraya çok sıkışınca istisnai olarak başvurdukları bu yol, AKP iktidarındaki Türkiye’de rutin bir hal aldı. Türkiye dünyanın kirli ve kanlı parasının temizlendiği çamaşırhaneye dönüştürüldü. Bunun sonucunda Türkiye, OECD’ye bağlı Kara Paranın Aklanmasının Önlenmesine Yönelik Mali Eylem Görev Gücü (FATF) tarafından gri listeye alındı.” (Timur Soykan, BirGün)
Tüm bu tablo Türkiye’deki faşist rejimin olağanüstü bir çürümüşlük içinde olduğunu, gırtlağına kadar suça ve pisliğe batmış olduğunu ortaya koymaktadır. Her ne kadar olağanüstü burjuva rejimler birkaç genel kategoride toplanıyor olsalar da bu rejimlerin farklı ülkelerdeki somut görünüm ve şekillenmeleri ülkelerin tarihsel-ekonomik-toplumsal-siyasal-kültürel özgünlüklerinin, uluslararası koşulların, sınıf dengelerinin ve egemen sınıf içi ilişkilerin damga vurduğu süreçlerce belirleniyor. Faşizm terimine hayat veren ve aynı dönemde yaşanan klasik örnekler olarak İtalyan faşizmi ile Alman faşizmi arasında bile önemli farklar vardı ve iç dinamikleri, seyirleri, sonları farklı farklı oldu. Türkiye’deki sivil Türk-İslam faşizminin çeşitli özgünlükleri bağlamında altı çizilmesi gereken bir yönü de işte bu son zamanlarda ortaya dökülen pisliklerle daha belirgin hale gelen narko-mafyatik karakteridir. Her olağanüstü burjuva rejim ya da faşist rejim böyle değildir. Aslında bu nitelik daha ziyade küçük ve devletleşmenin nispeten zayıf olduğu Latin Amerika ve Afrika diktatörlüklerinde görülen türden bir şeydir. Olağanüstü rejimler bağlamında Türkiye gibi büyük ölçekli ve hatırı sayılır kapitalist gelişme geçmişi bulunan, G-20 kapsamındaki bir ülkede böylesi bir niteliğin baş göstermesi çürümenin ne denli derin olduğunu göstermektedir.
Bu tablo aynı zamanda karşımızdakinin gerçek anlamda bir şer imparatorluğu olduğunu ve ona karşı mücadelenin asla hafife alınmaması gerektiğini söylemektedir. O nedenle tehlikenin büyüklüğüne uygun bir perspektif içinde hareket etmek gerektiğini vurguluyor ve başından beri mücadelenin seçimlere indirgenmesi tehlikesine karşı uyarı yapıyoruz. Türkiye’nin özgün şartları içinde seçimler büyük önem kazanmıştır, bu doğrudur. Ama son yılların seçim ve sandık deneyimleri rejimin neler yapabileceğini de göstermiştir yeterince. Bu suç rejimi karşısında çok daha dişli ve sınıf temeline oturan bir dinamiği büyütmek zorunludur. Seçimlerin yapılmasını sağlamak bile bir mücadele konusudur. Tüm umut ve beklentilerini seçimlere bağlamamak ne denli önemliyse, sinmemek, geri adım atmamak, umutsuzluğa kapılmamak da o derece önemlidir. Dahası yaratılmış olan çürümenin derinliği, mevcut iktidardan kurtulduktan sonra da yapılacak çok iş olduğu anlamına gelmektedir. Türkiye tarihinde görülmemiş ölçekte bir tahribat yaratılmıştır ve işçi sınıfı mücadelesi açısından zorlu bir yol önümüzde uzanmaktadır.
link: Levent Toprak, Çürümenin Vardığı Narko-Mafyatik Bataklık, 4 Ocak 2023, https://marksist.net/node/7825
Öğretmenler Böyle Bir Meslek Kanunu mu İstedi?
Evlatlarından Doğan Plaza De Mayo Anneleri