Kapitalizmin içinde bulunduğu tarihsel krizin önemli bir boyutunu hegemonya krizi ve bunun ifadesi olan hegemonya mücadelesi oluşturuyor. Bu temelde ABD, Çin ve Rusya’nın kapıştığı bu emperyalist hegemonya mücadelesi dünya üzerindeki önemli tüm siyasi süreçleri belirleyen ya da etkileyen temel bir etmen haline gelmiş durumda. Örnek vermek gerekirse, bu hegemonya mücadelesinden çok önce başlamış olan Filistin sorunu bu hegemonya mücadelelerinden bağımsız düşünülemeyecek bir noktaya gelmiştir. Filistin sorununda yaşanan patlayıcı gelişmeler de dâhil dünyadaki önemli siyasi gelişmeleri bu hegemonya krizi ve mücadelelerini göz ardı ederek ele almak mümkün değildir. O nedenle bu hegemonya mücadelesinin doğasını, temellerini ve değişmelerini, kendini ortaya koyuş biçimlerini, siyasal süreçleri somut olarak nasıl etkilediğini anlamak önem taşımaktadır. Aksi takdirde ne söz gelimi Ukrayna savaşında tam olarak doğru ve tutarlı bir tutum alınabilir ne de Türkiye’de egemen sınıf fraksiyonlarının mücadeleleri ve bunun yol açtığı sonuçlar tam olarak anlaşılabilir. İşçi sınıfı devrimcilerinin derdi elbette emperyalistler arası kapışmaların ayrıntılarında kaybolan bir gözlemcilik yapmak, jeopolitik süreçlerin uzmanlığına soyunmak değildir. Ancak bu süreçlerin temel çizgilerini ve somut belirişlerini doğru analiz etmek yeni bir çalkantılar çağındaki dünyamızda sınıf mücadelelerinde doğru rotayı tutturmak için zaruridir.
Günümüz dünyasında kapitalizmin çok boyutlu derin krizinin bir parçası olan hegemonya krizinin nasıl geliştiğine dair bazı ana çizgileri hatırlamak yerinde olacaktır. Zira bu kriz başından itibaren aynı biçimde tekdüze seyretmemiştir. Oyuncuların ağırlığı, saflaşması, öne çıkan çatışmalar, mücadelenin biçimleri zaman içinde değişim geçirmiştir. Günümüzdeki haliyle hegemonya kapışmasında geçmişin mutlak hegemonu ABD karşısına dikilen asıl büyük kutup başı Çin olduğundan ve onun bu noktaya gelmesinin temelini asıl olarak ekonomik gelişmesi oluşturduğundan, onun bu sürecini ana hatlarıyla ele almak aydınlatıcı olacaktır.
Hegemonya krizinin seyri ve Çin’in ekonomik yükselişi
Bugün derinleşip şiddetlendiğinden bahsettiğimiz hegemonya krizinin başlangıcı olarak esasen SSCB’nin çöküşünü, yani kabaca 1990 dönemecini baz alabiliriz. O dönemde hegemonya mücadelesinin başlıca kutupları ABD ile ona karşı Almanya ve Fransa öncülüğünde bir birlik oluşturmaya çabalayan Avrupa idi. SSCB’nin çöküşüyle Rusya geçici olarak sahneden çekilmiş ve Çin henüz çok gerilerdeyken, alevlenen bu kapışma bir dönem hegemonya krizi çerçevesinde cereyan eden ana çatışma ekseni gibi görünüyordu. Ancak tarihin seyri öyle olmadı, başka olgu ve eğilimler sahnede belirdi, Avrupa geriye düştü. Bu noktada hem Avrupa’nın iç çelişkilerini derinlemesine görebilmek, hem de bu çelişkiler nedeniyle Avrupa’nın bütünleşik ve istikrarlı bir kutup oluşturamayacağını öngörmek önemliydi. Dahası Avrupa’nın dikiş tutturamaması halinde ABD’nin mutlak hegemon konumunu yeniden tesis etmiş olmayacağını, başka rakiplerin sırada olduğunu öngörebilmek eş derecede önemliydi. Elif Çağlı’nın 2005 yılında kaleme aldığı Küreselleşme adlı çalışmasında yer alan satırlar bu analizleri ve öngörüleri ortaya koyuyordu:
“Kapitalist sistemin İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki görece sorunsuz yükseliş dönemini kapatmış olduğunun anlaşılmasıyla birlikte, ABD ile AB arasındaki gerilim de iyice tırmanmaya başladı. Bugün sanki bu iki güç odağı arasında cereyan ediyor görünen hegemonya kapışmasına rağmen, dünya üzerinde egemenlik kurabilmek bakımından Avrupa, ABD ile eşit bir iktisadi ve askerî güce sahip bulunmuyor. ABD’ye rakip Avrupalı güçlerin bir araya gelerek oluşturduğu AB paktının geleceğinin ne olacağı bile belli değil. Bir zamanlar kapitalizmin yarattığı son mucize olarak tapınılan Japonya uzun süredir kendi derdine düşmüş vaziyette. Dünya hegemonyasına göz dikmeye namzet yeni odaklardan Rusya, daha bir süre güç toplamaya ihtiyaç duyuyor ve bu nedenle ABD’ye açıktan kafa tutmak henüz işine gelmiyor. Diğer namzetlerden Çin ise, Asyatik geleneklerin simgesi olan yüksek duvarların ardında sinsice gelecekteki ataklara hazırlanıyor.
“Bu gibi nedenlerle şimdilik görünürde daha ziyade AB ve ABD çatışması yer alıyor. Oysa her bir güç odağı esasında yalnızca bugünün koşullarını değil, yarının olası koşullarını da hesaba katmaktadır. Asıl kavga, Rusya ve Çin gibi iki devasa ülkede eski rejimin çöküşüyle başlayan kapitalist inşa sürecinin sonucunda yarın emperyalist sistemin hegemon gücünün kim olacağı üzerine yürümektedir. Ayrıca, Brezilya ve Hindistan gibi büyük ülkelerde kaydedilen kapitalist gelişimin sistemin yeniden yapılanmasını nasıl etkileyeceği de çok önemli bir faktördür.” (s.105-6)
O zamanlar namzet olarak tespit edilen Çin bugün gerçekten de emperyalist hegemonya savaşının kutup başından biridir. Kapitalist gelişmenin eşitsiz ve bileşik niteliğinin önemli bir sonucu olarak Çin temelde ekonomik alanda büyük bir atılım gerçekleştirmiştir. Aynı eserinde Çağlı bu yasaya da atıf yaparak Çin’in o zamanki konumunu daha belirginleştirecek şekilde şu tespitleri yapmıştı:
“Kapitalizmin tarihinin kanıtladığı üzere, sarsıntılı dönemler eski ekonomik paktları çözer veya bileşenlerini değişikliğe uğratırken yeni birlikler ve yapılanmalar yaratabilir. Dün önde görülen bazı ülkeler gerilerken, kimileri öne fırlayabilir. Nitekim bundan on yıl önce kapitalist sistemin büyük hegemonya oyununda adı geçmeyen Rusya ve Çin’in günümüzde kaydettiği yükseliş aşikârdır. 2004 yılı GSYH’si 1,7 trilyon dolar olan Çin’in dünyanın en büyük 21 ekonomisi listesinde yedinci sırada yer aldığı, satın alma gücü paritesine göre ise dördüncü sıraya tırmandığı belirtilmektedir. Egemen devlet bürokrasisinin tepeden kontrolünün sağladığı baskıcı bir siyasal istikrar altında Çin kapitalizmi gerçekten de pek çok alanda dev adımlarla ileriye koşmaktadır. Bu yükselen konumuyla dünya dengelerini derinden etkileyecek olan Çin, bugün önde görünen ABD-AB rekabetini ikinci plana itip ABD karşısına dikilecek başlıca emperyalist güç olmaya adaydır.” (age, s.83)
Uzun yıllar boyunca Çin’in ekonomik gelişmesinden büyük fayda sağlayan ABD ve Avrupa tekelleri bu gelişmenin zaman içinde kendi aleyhlerine döndüğü gerçeğiyle yüz yüze kaldılar. 2004’te Çağlı’nın 1,7 trilyon dolar olarak aktardığı Çin’in GSMH’si onu en büyük yedinci dünya ekonomisi düzeyine getirmişti. Bugün ise Çin yaklaşık 18 trilyon dolarlık GSMH’si ile ABD’nin (24 trilyon dolar) ardından ikinci büyük ekonomi konumunda. Son bir-iki yıllık duraklama eğilimine rağmen ABD ile aradaki fark büyük bir hızla kapanmaktadır. ABD’nin dünya hasılası içindeki payı yüzde 25, Çin’in ise yüzde 18 dolaylarındadır. Bu alanda Çin henüz ABD’nin gerisindedir. Ancak akılda tutulması gereken önemli bir nokta Çin’in GSMH’de dünya ikinciliği pozisyonuna gelmesinin çok kısa sürede gerçekleştiğidir. Çok değil bundan sadece 20 yıl önce Çin’in dünya GSMH’si içindeki payı yüzde 4’ler düzeyindeyken 2022’de bu pay yüzde 18’lere yükselmiştir.
Ancak GSMH içinde özellikle önemli olan imalat alanına bakıldığında burada Çin’in ABD’yi çoktan geçtiği görülmektedir. 2000’de Çin’in dünya imalatı içindeki payı yüzde 9,8 ve o yıl ABD’nin payı yüzde 23,7 iken, 2021’de Çin’in payı yüzde 30’u geçmiş, ABD’ninki yüzde 17’nin altına gerilemiştir. Bunun anlamı şudur ki tüm dünyada kullanılan malların neredeyse üçte biri tek başına Çin tarafından üretilmektedir. Böylece Çin bir zamanlar İngiltere’nin sahip olduğu dünyanın atölyesi unvanını uzun süredir taşımaktadır.
Bu denli yüksek hacimli üretimin tek başına Çin’in ulusal sınırları içinde tüketimi söz konusu değildir elbette. Bu dev imalatçılığın mütemmim cüzü diyebileceğimiz bir yüzü ihracat hacmidir. Nitekim dünya ihracat verilerine bakıldığında Çin’in payının 2003’te yüzde 5,9 iken 2020’de yüzde 15,2’ye yükseldiği, aynı dönemde ABD’nin payının ise yüzde 9,8’den 8,4’e indiği görülmektedir. 20 yıldan kısa sürede Çin bu alanda da ABD’yi, Japonya’yı ve Almanya’yı geride bırakarak dünya lideri konumuna ulaşmıştır. Bu ihracat verileri içinde dikkat çekici bir detay dış ticaret dengesidir. ABD’nin 2023 yılında dış ticaret açığı 773 milyar dolar iken, aynı yıl Çin 823 milyar dolar dış ticaret fazlası vermiştir. ABD ile Çin arasındaki ticarete bakıldığında da ABD aleyhine 280 milyar dolar açık görülmektedir. İhracat alanında önemli bir gösterge de sermaye malları ihracatıdır. Çin bu alanda da yüzde 23,5 payla lider konuma yükselmiştir. İkinci sıradaki ABD yüzde 13,4 ile açık ara geridedir.
Dış ticaret alanında az ve orta gelişmişlikteki kapitalist ülkelerle yapılan ticaret verileri de hangi emperyalist güçlerin bu alanda önde gittiğini ortaya koymaktadır. Bu ülkelerin en büyük ticaret ortakları geleneksel olarak Batılı emperyalist ülkeler olagelmiştir. Ancak son yıllarda bu eğilimin de değişmekte olduğu ortaya çıkıyor. Yakınlarda bir Alman enstitüsü tarafından yapılan araştırmaya göre artık “küresel güney” olarak adlandırılmaya başlanan bu ülkeler grubunun 2010-2023 dönemindeki ticaret ilişkilerinin baskın yönü değişmekte. Çin’in bu ülkeler grubunun dış ticaretindeki payı 2010’da yüzde 12 iken 2023’te yüzde 20’ye çıkmıştır. Bu rakamlarla Çin söz konusu geniş ülkeler grubunun en büyük ticaret partneri konumuna yükselmiş bulunuyor. Hatta ABD ile özel ticaret anlaşması olan Meksika hariç tutulduğunda Çin’in diğerlerine attığı fark bir buçuk kat daha fazla oluyor. Eskiden bu alanda lider olan ABD’nin bu ülkelere ticareti Meksika dâhil tüm bu dönem boyunca yüzde 18 olarak sabit kalmıştır. Ama Avrupa Birliği’nin payı yüzde 18’den yüzde 14’e düşmüştür.
Çin’in dev adımlarla emperyalist bir güç düzeyine yükselişinin ve hegemonya mücadelesinde başa güreşmeye başlamasının göstergelerinden birisi de sahip olduğu küresel ölçekli dev şirket sayısı ve milyarder sayısıdır. Son yıllarda dünyanın en büyük 500 şirketi listesine giren Çin merkezli şirket sayısı Çin’in GSMH’sindeki hızlı artışa paralel olarak hızla artmış ve bu listede en çok şirketi olan ülkeler arasında ABD ile başa baş duruma gelmiştir. 2023’te bu listede Çin’in 135 (listenin yüzde 27’si) şirketi varken, ABD’ninki 136 idi. Üçüncü ülke olan Japonya’nın şirket sayısının son yıllarda hızla düşerek 41’e inmesi, Çin ve ABD’nin listedeki diğer ülkeleri fersah fersah geride bıraktığını ortaya koymaktadır. Benzer bir durum dolar milyarderlerinin sayısında da kendisini göstermektedir. 2021 verilerine göre dünyada en çok dolar milyarderi Çin’de bulunmaktadır. Çin’in 1058 milyarderine karşılık ikinci sırada gelen ABD’nin milyarder sayısı 696’da kalmıştır.
Dev şirketlerin ve milyarderlerin sayılarına ilişkin bu veriler Çin’in ekonomik gelişmesinin doğru tespit edilmesine ve emperyalist bir ülke haline gelip gelmediği tartışmasına da ışık tutmaktadır. Çin’in emperyalist olarak nitelenemeyeceğini söyleyenler Çin’in üretim ve ihracat rakamlarının oradaki yabancı şirketlerin üretim ve ülke dışına satışlarını gösterdiğini ileri sürmektedirler. Bu savın Çin’in 80’li ve 90’lı yıllardaki durumunu az çok tarif ettiği söylenebilir. Ancak bu dinamiğin belli bir noktadan itibaren hâkim dinamik özelliğini yitirdiği (başka birçok verinin yanı sıra) bu dev şirket ve milyarder sayısı verilerinden de görülmektedir. Çin artık eski Çin değildir. Çin’de üretilen değer artık büyük ölçüde Çinli tekellere gitmektedir. Çin’in devlet kapitalisti egemen sınıfı planlı bir strateji izleyerek, teknoloji hırsızlığı da dâhil olmak üzere, yabancı yatırımlardan bilgi ve tecrübe edinmeyi becermiş, ağır baskı altında tutulan Çin işçi sınıfının sırtından semirmeyi ve bağımsız bir rotanın temellerini döşemeyi başarmıştır. Zaten böylesi bir değişim olmasaydı, başlangıçta sanayiyi ucuz ve eğitimli dev işgücünün olduğu Çin’e taşımak için birbirini çiğnercesine hücum eden Batılı tekeller ve onların devletleri şimdilerde Çin’e karşı cephe almazlardı.
Ekonomi sahasında Çin’in başta ABD olmak üzere diğer emperyalist güçler karşısındaki hızlı yükselişi üretim ve ticaretin dışında yönler de barındırmaktadır kuşkusuz. Teknolojik gelişme, ileri ve hassas teknolojiler, Ar-Ge alanında liderliğe uzanan ilerlemeler, uluslararası ticarette ve biriken sermayenin değerlendirilmesinde kullanılan para birimi gibi başlıklarda önemli değişimler gerçekleşmiştir ve gerçekleşmektedir. Hegemon güçlerin temel özelliklerinden birisi daima teknoloji alanında liderlik ve belirleyicilik olmuştur. Ucu son derece kritik olan askeri alana da uzanan bu teknolojik gelişmişlik konusu özellikle önemlidir ve ABD cephesinde alarm zillerinin çalmasında tayin edici rolü olmuştur. Teknolojik yeniliklerde, yeni patentlerde, bilimsel yayınlar alanındaki tüm göstergeler Çin’in zirvede atbaşı gidişini tasdiklemektedir.
ABD’nin askeri teknoloji alanındaki üstünlüğü bir kenara bırakılacak olursa, bugün Çin bilişim-iletişim teknolojileri alanında lider konumdadır. Yapay zekâ ve robotik alanında hakeza. Dünya robot üretimi ve kullanımının üçte birini tek başına Çin yapmaktadır. Başka bir hesaplamayla, ABD ve Batı Avrupa ülkeleri, Japonya, diğer Batı ittifakı ülkelerinde üretilen robotların toplamının yarısı düzeyinde robot tek başına Çin tarafından üretilmektedir. Dünyada sanayide kullanılan robotların yüzde 52’si Çin’deki fabrikalardadır. Bu da Çin’in imalatta emek verimliliğini diğer ülkelere göre hayli yükselttiği anlamına gelmektedir. Çin’le rekabette zorlanan ABD, şampiyonluğunu yaptığı “serbest ticaret” söylemini ve kendisinin başlıca kurucusu olduğu DTÖ anlaşmalarını çiğnemekte beis görmeyerek Çin ürünlerine yapay ve aşırı gümrük vergileri uygulamaya başlamıştır. Bunu gerekçelendirmeye çalışan ABD Hazine Bakanı Janet Yellen, Nisan ayında şunları söylemiştir: “Çin’in izlediği sanayi politikası, bir dizi yeni sanayi kolunda yoğunlaşmakta; ABD ve dünyada olumsuz sonuçlara yol açmaktadır. Elektrikli taşıtlar, lityum-iyon ve güneş bataryaları gibi alanlarda Çin’in üretim kapasitesi, dünyanın massedemeyeceği kadar büyümüştür; davranışları dünya fiyatlarını etkileyebilir. Yapay olarak ucuz tutulan Çin ürünleri dünya piyasalarına aktığında Amerikan şirketlerinin hayatiyeti de tehdit altına girer.”
ABD yönetimi Çin’le yaşanılan ticaret anlaşmazlıklarının çözümü için başlıca merci olan DTÖ’nün de çalışmasını engellemekte, onun bu konuyu ele alıp karara bağlamasına mani olmaktadır. ABD Trump döneminden itibaren temsilci atamayarak DTÖ’nün toplanmasını imkânsız kılmak suretiyle bunu yapmaktadır. Oysa Çin DTÖ kararlarını tanıyacağını ilan etmiştir.
Yeni kuşak otomobil teknolojisi olarak sivrilmekte olan elektrikli otomobiller alanında Çin herkesin kabul ettiği üzere dünya liderliği koltuğundadır. Bu alanda da tüm dünyada üretilen elektrikli otomobillerin yüzde 37’si Çinli tekeller tarafından üretilmektedir. Çin bu alanda açık ara öndedir. Onu ikinci konumda takip eden Alman otomotiv tekellerinin toplamı yüzde 16 etmektedir. Benzer bir liderlik durumu gene yeni çağın teknolojileri arasında başta gelenler arasında sunulan yenilenebilir enerji alanındadır. Bu liste uzamaktadır. Zaten bu çok yönlü ve niteliksel sıçramalar içeren gelişme karşısındadır ki ABD Çin’e karşı ticaret savaşlarını başlatmış, Çin mallarını ve yatırımlarını engelleme yoluna girmiştir.
Ekonomide İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde net hegemon konumda olan ABD’nin en önemli avantajlarından birisi kendi ulusal parasını fiilen küresel para birimi haline getirmiş olmasıdır. Böylece uluslararası ticaret başta olmak üzere dünya üzerinde yapılan parasal işlemlerin büyük bölümü musluğu tümüyle bir ülkenin elinde olan bir ulusal para cinsinden yapılmaktadır. Elbette güçlü ve büyük bir ekonomiye dayanması nedeniyle bu para tercih sebebi olmaktaydı. Ancak ABD, hegemonyasının aşınması nedeniyle bu aracı giderek suni biçimde istismar etmekte, diğer ülkelerin aleyhine uygulamalarını arttırmaktadır. Bu nedenle diğer ülkelerde, dolar kullanımına karşı yeni yollar, yeni araçlar bulma eğilimi baş göstermekte. Dolardan uzaklaşma ya da dolarsızlaşma (dedolarization) diye adlandırılan bu eğilim güç kazanıyor. Bunun sonuçlarından biri olarak doların dünya ticaretindeki payı 2000’lerin başında yüzde 73’ten 2021’de yüzde 55’e indi. Giderek artan sayıda ülke, giderek artan oranlarda dış ticarette karşılıklı ulusal paraların kullanımına yönelmekte. Dolarsızlaşmanın bir diğer alanı da çeşitli ülkelerin paralarını tuttukları ABD varlıklarından giderek çekilmeleridir. Başını Çin ve Rusya’nın çektiği BRICS ülkeleri bu hareketin önde giden cephesi konumunda. Bu ülkelerin 2022’den bu yana milyarlarca dolarlık ABD hazine tahvili sattığı görülüyor. Başı çeken Çin 53,3 milyar dolar gibi rekor değere sahip ABD hazine ve kurum borç tahvillerini elden çıkardı. ABD ve Batı dışı en büyük iki güç olan Çin ve Rusya arasında da ulusal para kullanımının hacmi gitgide büyüyor. Putin geçenlerde yaptığı Çin ziyareti sırasında iki ülke arasındaki ticaretin beş yılda ikiye katlandığını, 2019’da 111 milyar dolar olan hacmin, 2023’te 228 milyar dolara çıktığını açıkladı. Daha önemlisi bu ticaretin yüzde 90 oranında iki ülkenin ulusal paraları cinsinden yapılıyor olmasıdır.
Yeni bir hegemon mu geliyor?
Bu gelişme ve eğilimler ile burada ele almadığımız başkaları bugün yürümekte olan hegemonya mücadelesinin ABD açısından kutup başının neden çoktandır AB değil de Çin olduğunu toplamda açık bir biçimde ortaya koyuyor. ABD’nin Çin’e (ve Rusya’ya) dönük ekonomik, politik, askeri ve kültürel alanlardaki saldırgan politikalarının açıklaması burada yatmaktadır. Çin gibi roket hızıyla yükselen bir ekonominin kaçınılmaz olarak askeri alanda da dengeleri bozabileceği aşikârdır.
Çin’in yükseliş süreci Batılı emperyalist güçlerin tutumlarında zaman içinde farklılaşmalar getirmiştir. Başlangıçta Çin’in yükselişini bir yandan ABD’yi dengelemek açısından bir yandan da Çin’in bir ucuz üretim sahası olarak sağladığı maliyet avantajlarından yararlanma açısından pek sorun olarak görmeyen Avrupalı güçler, zaman içinde ABD’ye daha fazla yanaşmak zorunda kalmışlardır. Ancak kapitalist kurtlar sofrasında bu kayma da çelişkilerden azade değildir. Örneğin Fransa’nın surda bir gedik açma anlamına gelebilecek son dönem yaklaşımları not edilecek türdendir. Çin devlet başkanı Şi’nin geçen ay Avrupa’ya yaptığı ve üç ülkeyle sınırlı ziyarette büyük güç olarak sadece Fransa’nın yer alması (diğer ülkeler şaşırtıcı olmayan şekilde Sırbistan ve Macaristan’dır) dikkat çekicidir. Özellikle robotik ve elektrikli otomobil teknolojilerinde Çin’in ilerleyişinden fayda sağlamak istediği anlaşılan Fransa, kamp içi rekabette öne çıkma sevdasındadır.
Fransa’nın bu hamlesinin son üç yıldır ABD’ye karşı sergilediği tutumların bir devamı olduğunu söylemek gerekiyor. ABD’nin 2021’de, İngiltere’nin yanı sıra Avustralya’yı da yanına alarak, Çin’e karşı AUKUS adlı askeri ittifakı kurması neticesinde, Avustralya Fransa’dan almayı taahhüt etmiş olduğu denizaltı projesini iptal etmişti. 90 milyar dolar tutarındaki bu satışın iptalinde kuşkusuz ABD’nin parmağı vardı. Buna sert tepki gösteren Fransa “arkadan hançerlendiğini” söyleyerek Avustralya ve ABD büyükelçilerini geri çekmişti. O günlerden itibaren “stratejik özerklik” söylemini yükselten Fransa, intikam adımları olarak, Çin-Tayvan sorununda taraf olmayacağını, bu konuda ABD’nin peşine takılmanın Avrupalılar için en kötü şey olacağını ve dahası Avrupa ülkelerinin Washington’un vassalı durumuna düşmemek için ABD dolarına bağımlılıklarını azaltmaları gerektiğini ilan etmişti.
Elbette bunlar Fransa’nın Çin-Rusya eksenine katılması veya Batı kampından kopması anlamına gelmemektedir. Ancak Batı kampında işlerin güllük gülistanlık olmadığını da göstermektedir. Zaten asıl önemli olan nokta da günümüz dünyasındaki hegemonya krizinin, yürümekte olan Üçüncü Dünya Savaşının tarihte daha önce yaşananlardan oldukça farklı bir zeminde cereyan ettiğini kavramaktır. Bu zemin kapitalizmin daha önceki büyük kriz dönemlerinden farklı olarak bir tarihsel sistem krizine girmiş olmasıdır. Kapitalist işleyişin doğal bir parçası olan periyodik krizlerden farklı olarak kapitalist sistemin tarihsel tıkanıklık halini anlatan günümüz sistem krizinin bu niteliği tüm süreçleri tarihsel örneklerden farklılaştırmaktadır. Savaş büyük güçlerin doğrudan birbirine girmesi formunu almamakta, sürüncemeli olarak dünyanın farklı bölgelerinde bir alevlenip bir sönme biçiminde ilerlemekte; krizlerin içinden çıkılamamakta, sürünceme hali “istikrar” kazanmakta, çelişkiler halının altına süpürülerek daha derinleştirilmektedir. Sistem bir bütün olarak tıkanmıştır, yeni bir yükseliş ve reformlar çağı ufukta yoktur. Bu genel tıkanıklık zemininde hegemonya mücadelesinin eski örnekler tarzında bir sonuca varması, hegemonyası aşınmış eski hegemonun yerini yeni bir gücün almasıyla kapitalist sistemin yeni bir yükseliş dönemine girmesi mümkün değildir. Bu temelde, uzun süredir göreli bir yükseliş içinde olan Çin’in İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD’nin gerçekleştirdiği nitelikte bir atağı gerçekleştirmesi ve dünya hegemonyasında ABD’nin yerini alması gibi bir öngörü yapılamaz. Bunun yerine giderek derinleşen ve şiddetlenen çelişkiler içinde sarsıntılı, kaotik bir gidişat söz konusudur. Burada Çin’e dair anlattıklarımız onun nasıl yeni kutup başı konumuna yükseldiğini tarif etmektedir yalnızca. Dünya Çin’in (ya da başka herhangi bir gücün) hegemonyası altında emperyalist temellerde yeniden kurulacak değildir.
İşçi sınıfı açısından bu hegemonya kapışmasında haklı ya da olumlu gözle bakılacak bir taraf yoktur. İşçi sınıfı bu güçlerin doğrudan ya da dolaylı taraf olduğu meselelerde, herhangi birinin arkasına takılma sonucunu doğurabilecek tutumlardan uzak durmak zorundadır. Kendi başına ABD hegemonyasını aşındırıyor, zayıflatıyor diye Rusya’nın ya da Çin’in yaptıklarında hayır göremeyiz. Rusya ve Çin’in emperyalist doğalarını görmezden gelmek, onlara sempati beslemek kendine sosyalist diyenlerin işi olamaz. Geriden gelen bu güçlerin çok dillendirdikleri “çok-kutuplu dünya” gibi tezlerin ilerici ya da demokratik bir yanı yoktur. Sadece o güçlerin henüz ABD’yi tümüyle alaşağı etme gücünde olmadıkları, kendi güçlerini daha fazla biriktirmeye ihtiyaçları olduğu, zaman kazanma derdinde oldukları anlamına gelir. Tek-kutupluluk olsun çok-kutupluluk olsun, hepsi kanlı emperyalist sömürü düzeninin devamını öngören perspektiflerdir. Hepsi işçi sınıfının sınıf çıkarlarına terstir. İşçi sınıfı kendi bağımsız sınıf çıkarları ve çizgisi doğrultusunda örgütlenip kendi bağımsız siyasetini gütmeli ve hangi hiyerarşi düzeninde olursa olsun emperyalist sistemi alaşağı etme perspektifiyle mücadele etmelidir. İşçi sınıfının dostları tüm dünyanın işçileridir, emekçileridir, ezilenleridir. Burjuva devletlerden hele de emperyalist olanlardan hayır beklemek geçmişte vahim sonuçlara yol açmış olan en büyük tarihsel hataları tekrarlamak anlamına gelir.
link: Levent Toprak, Çin’in Ekonomik Yükselişi ve Derinleşen Hegemonya Krizi, 15 Haziran 2024, https://marksist.net/node/8284
15 -16 Haziran’ın Çukurova’daki İşçilere Etkisi
Karanlığın Sonu Bir Ulu Şafak!