Suriye savaşının başlamasının üzerinden 10 yılı aşkın bir zaman geçti. Üçüncü Dünya Savaşının en kanlı cephelerinden birini oluşturan bu savaş Suriye halklarına korkunç ve bitmeyen bir yıkımdan başka hiçbir şey getirmedi. 10 yılın bilançosuna baktığımızda karşımıza çıkan tablo tek kelimeyle korkunçtur ve bu vahşetin sorumluları da açgözlü bir hırsla savaşı başlatan, sürdüren emperyalist ve kapitalist güçlerdir. Bu süreçte 500 binden fazla insan hayatını kaybetmiş, 2 milyon insan yaralanmış; 7 milyona yakın Suriyeli ülke dışına kaçmak, 7 milyona yakını da ülke içinde evini, işini her şeyini kaybederek göç etmek zorunda kalmıştır. İstatistiklere sadece birer rakam olarak geçen bu insanların hayatları mahvolmuş, gelecekleri yok edilmiş, binlercesi Avrupa ülkelerine ulaşmaya çalışırken Akdeniz ve Ege’nin soğuk sularında can vermiş, milyonlarcası da mülteci olarak bulundukları ülkelerde sefaletin pençesine düşmüşlerdir. Kısacası emperyalistlerin-kapitalistlerin hegemonya, nüfuz ve kâr elde etmeleri uğruna bir ülke yıkılmış, halklar felâkete sürüklenmiştir.
Suriye savaşı pek çok açıdan acı derslerle doludur. Arap halklarının diktatörlüklere ve içinde bulundukları sefalete karşı isyanıyla başlayan “Arap Baharı”nın, devrimci önderliklerin yokluğu koşullarında nasıl da emperyalistlerce paylaşım kavgasının aracına dönüştürüldüğünün en önemli örneklerinden biridir Suriye. Son derece baskıcı ve halkı ezen bir tek parti diktatörlüğüne yani BAAS rejimine karşı protestolarla başlayan süreç, Esad rejiminin katliamlarıyla ve ABD’nin dahliyle kısa sürede önce bir iç savaşa dönüşmüş, hemen ardından da emperyalist savaşın parçası haline gelmiştir.
Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında tüm Ortadoğu’da kendisine karşıt rejimleri devirmeye çalışan ABD emperyalizmi, Suriye’de oluşan fırsatı kaçırmamış ve Suriye’yi savaş cehenneminin alevleri arasına atmıştır. ABD’den sonra Suriye savaşının ve ortaya çıkan ağır tablonun en büyük sorumlularından biri ise Türkiye’dir. Bugün uluslararası alanda da genel olarak kabul edildiği üzere Türkiye, Suriye’deki İslamcı-cihatçı grupların en büyük hamisi, destekleyicisi ve üssü pozisyonunda olmuştur. Erdoğan rejimi açısından Suriye savaşı, kendi emperyal hayallerini hayata geçirmenin ve Kürtlerin önünü kesmenin bir aracı olarak görülmüştür. Kuşkusuz ABD ve Türkiye’yi diğer emperyalist-kapitalist ülkeler izlemiştir ama bu iki ülkenin rolü başattır. Rusya açısından Ortadoğu’ya ve sahalara geri dönüşün adresi olan Suriye, İran içinse tıpkı Irak gibi, kendisine yönelik başlatılabilecek savaşın ön cephelerinden biriydi. İsrail de İran’ın ve onun uzantısı olan Hizbullah’ın Suriye’de tutunmasını önlemek istemekte, bu ikisini Lübnan’da da zayıflatmaya uğraşmaktadır. Suudi Arabistan başta olmak üzere diğer Körfez ülkeleri açısından da İran’ın bölgedeki etkisini kırmak bakımından Suriye savaşı önemlidir. Hiçbiri kendi çıkarları uğruna Suriye halklarını ateşe atmaktan çekinmemiştir.
Gelinen noktada ne savaş sona ermiştir ne de yakın gelecekte böyle bir ihtimal söz konusudur. Suriye savaşının da halklarının da kaderi, emperyalist savaşın gidişatına endekslenmiştir. Önce Afganistan’ı, sonra Irak’ı ve ardından da Libya’yı, Suriye’yi ve Yemen’i cehenneme çeviren emperyalist savaş devam ettikçe, Suriye savaşının sonlanması kolay değildir. Başta ABD olmak üzere emperyalist güçler zaman zaman “asker çekiyoruz”, “tamamen çekiliyoruz”, “anlaşma kapıda” deseler de gerçek durumun bu olmadığı ortadadır. Ne Rusya’nın Astana görüşmelerinin ne de ABD’nin ve diğer Batılı güçlerin Cenevre görüşmelerinin amacı Suriye’ye barış getirmektir. Tüm burjuva güçler kendi çıkarları için bu savaşı sürdürmektedir. Ölen yüz binlerce insanın, göç etmek zorunda kalan milyonların perişan olan hayatlarının onlar için bir önemi yoktur.
Özgürlük çığlığından emperyalist savaşa
Suriye savaşının birinci yılında, Suriye Halkının “Dostları” Kimlerdir adlı yazımızda şunları ifade etmiştik: “Suriye’deki demokrasi ve özgürlük taleplerini kendi planlarına payanda etmek isteyen emperyalist güçler ise, ne anlama geldiği Ortadoğu halkları tarafından pekiyi bilinen «demokrasi ve özgürlük» nutukları çekerek, «insani yardım ve müdahale» yalanlarını tekrarlayarak, Esad rejiminin her ne pahasına olursa olsun devrilmesi gerektiğini söylüyorlar. Oysa en son Libya örneğinin de gösterdiği gibi emperyalist müdahale Suriye halkına ne demokrasi ne de özgürlük getirecektir. Tersine Esad rejiminin yıkılması halinde bile çatışmalar sonlanmayacak, halklar etnik ve mezhepsel ayrımlarla birbirine düşürülüp ülke emperyalistlerin planları doğrultusunda yağmalanacaktır. Daha da önemlisi, Suriye’ye yapılacak bir emperyalist müdahale, bölge ülkeleri arasında baş gösterecek son derece kanlı ve uzun bir savaşın fitilini ateşlemeye de adaydır.”[1]
Aradan geçen 10 yılın ardından, maalesef Suriye’nin tablosu daha savaşın başında çizdiğimiz gibidir. ABD ve diğer Batılı güçlerin, Türkiye’nin, Körfez ülkelerinin tüm çabalarının aksine, Rusya ve İran’ın açıktan desteklediği baskıcı Esad rejimi devrilmemiştir. Ancak ülke fiilen bölünmüştür ve dış güçlerin cirit attığı bir durumdadır. Şu anda Suriye’de yabancı ülkelere ait 90’a yakın askeri üs bulunuyor. Asker sayısı itibariyle ülkedeki en büyük yabancı güç olan Türkiye’nin, Şubat 2021 itibariyle, Türkiye-Suriye sınırına paralel bir hat üzerinde 31 üssü ve 20 bin civarı askeri bulunuyor. Onu 33 üs ve 4 bin askerle Rusya takip ediyor ki onun da üslerinin önemli bir kısmı Türkiye üslerine yakın yerlerdedir. Bir bakıma Rusya, Türkiye ile SDG (Suriye Demokratik Güçleri)[2] ve Suriye ordusu arasına girmiş durumdadır. Üçüncü sırada 11 üs ve 2 bin civarı askerle İran gelirken, ABD’nin 13 üssü ve resmi rakamlara göre bine yakın askeri (!) bulunuyor.[3] İran Esad rejiminin desteğe ihtiyaç duyacağı kritik noktalara yerleşmişken, ABD de SDG’nin kontrol ettiği ve özellikle de petrol kuyularının bulunduğu kısımlara yerleşmiştir.
Kabaca tarif etmek gerekirse ülke üç ana parçaya bölünmüş vaziyettedir. Kuzeydeki parçada yani Türkiye sınırına paralel 30 kilometrelik kuşak içinde, Fırat’ın batısında kalan Afrin, Azez, Cerablus ile Fırat’ın doğusundaki Tel Abyad ve Serekaniye (Resulayn) gibi yerleşim yerleri bizzat Türkiye’nin kontrolüne geçmiş durumdadır. Yine Hatay sınırındaki İdlib kenti ise eski El-Kaide uzantısı grupların ve büyük ölçüde de Türkiye destekli HTŞ’nin (Şam Kurtuluş Heyeti) kontrolündedir. Geriye kalan kısımda ise Fırat’ın batısı Esad rejiminin ve doğusu SDG’nin elindedir. Ülke topraklarının %65’i ve nüfusun %75’i Esad rejiminin, %25’lik bir coğrafyada nüfusun %17’si de SDG’nin kontrolündedir. Diğer İslamcı-cihatçı güçler de ülkenin %10’luk bir kesiminde nüfusun %8’inin kontrolüne sahiptirler.
Bu tablo, çeşitli yabancı güçlerin ne amaçla Suriye’de bulunduklarını da açıkça ortaya koymaktadır. Hep vurguladığımız gibi Suriye’de yürüyen emperyalist paylaşım savaşının asıl elebaşları ABD ve Rusya’dır. Mevcut durumda Rusya kendi nüfuzunu arttırarak korumaktadır ve ABD de Fırat’ın doğusundaki Kürt bölgesi (SDG’nin kontrolündeki bölge) üzerinden geçmişte olmayan bir nüfuz alanı elde etmiştir. Üstelik bu bölge Irak Kürdistanı’yla da komşudur. ABD’nin ülkedeki görece az sayıda askeri de esas olarak bu bölgedeki petrol kuyularının civarına konuşlanmış durumdadır. Türkiye ise bir yandan desteklediği ve hamiliğini yaptığı İslamcı-cihatçı güçleri korumak, diğer yandan da Kürtlerin bağımsız veya özerk bir statüye sahip olmalarını engellemek için sınır hattına yerleşmiştir.
Ülkenin nasıl bu hale geldiğini anlamak ve sürecin nasıl devam edeceğini öngörmek bakımından, bazı hatırlatmalar yapalım. Suriye’de 2011 Martından itibaren baskıcı BAAS rejimine karşı başlayan protestolar hızla ülkeye yayılmış ve “Arap Baharı”ndan da etkilenen yüz binler sokakları doldurmuştu. Esad rejimi bu isyanı kanla bastırmaya girişti ve ABD başta olmak üzere dış güçlerin de müdahalesiyle süreç hızlı bir şekilde iç savaşa evrildi. 2012’de ordudan ayrılan kimi generaller, subaylar ve askerler ÖSO’yu kurdular ve muhaliflerin yanında yer alacaklarını açıkladılar. ÖSO, kurulduğu andan itibaren Türkiye, Katar ve diğer Körfez ülkelerinden yardım görmeye başladı. ÖSO mensupları sınırın Türkiye tarafında kamplarda bir araya getirilecek, eğitilecek, kendilerine silah ve para temin edilecek, üslenmeleri sağlanacaktı. Ağustos ayında ABD başkanı Obama, Esad’ı istifaya çağırdı ve ardından da Suriye’ye yoğun bir ambargo devreye sokuldu. Bunlara karşılık Esad da Batı’nın muhalefete olan desteğini engellemek için cezaevlerindeki binlerce İslamcı-cihatçıyı serbest bıraktı ki bunlar daha sonra IŞİD olarak anılacak kanlı örgütün içinde yer alacaklardı. Esad rejimi ayrıca Türkiye’ye gözdağı vermek için de kuzeydeki Kürt bölgesinden çekildi ve burayı PYD’ye[4] bıraktı. Türkiye’yi sıkıştırmak için, yıllardır kimlik bile vermediği, insandan saymadığı Kürtleri kullanmaya çalışan Esad rejimi, bu yolla Türkiye’ye “benimle uğraşırsan ben de o çok korktuğun Kürt devletinin önünü açarım” demeye getiriyordu.
2012 sonlarına gelindiğinde, MT sayfalarında Suriye’deki durumu şöyle yorumlamıştık: “İşçi ve emekçi kitlelerin bağımsız bir örgütlülükten yoksun durumda oldukları Suriye’de, iç savaş burjuva güçler önderliğinde ve onlar arasında bir iktidar savaşı olarak yürüyor. Bir yanda burjuva Baas rejiminin, diğer yanda ona muhalif olan burjuva güçlerin konumlandığı ve emperyalist güçlerin de aynı konumlanış içinde saf tuttuğu bu iç savaşta, emekçi halk kesimleri ya arada kalıyorlar ya da iki taraftan birinin yanında yer almaya mecbur oluyorlar. Yıllardır zorba bir diktatörlük olarak Suriye halklarının tepesine çöreklenen Baas rejiminin yıkılması gerektiği açıktır. Ne var ki bu bizzat iktidarı ellerine almak üzere harekete geçen emekçi kitleler tarafından gerçekleştirilmedikçe, yoksulluğun son bulduğu, eşit, özgür, adil ve demokratik bir toplum hayalinin hayat bulması mümkün değildir. Baas rejimine karşı mücadele eden burjuva güçlerin niyeti halkın bu haklı taleplerini karşılamak değil, kendi çıkarları doğrultusunda yeni bir baskı rejimi kurmaktır.”[5] Ne var ki Suriye’nin özgürlük ve demokrasi isteyen emekçi kitleleri iktidarı kendi ellerine almaktan çok çok uzaktı. Hal böyle olunca da Suriye hızla emperyalist kapışmanın alanı haline dönüştü.
ABD, Afganistan ve Irak’ta sergilediği oyunu bu kez de Suriye’de sahneye koyuyordu. O sırada, oyunun yeni perdesinin açılışını yapmak üzere, eski El Kaide unsurlarından oluşan IŞİD, ABD’nin göz yumması ve Körfez ülkelerinin gizli desteğiyle Irak’ta hazırlanıyordu. Körfez ülkelerinin bu girişimi, Müslüman Kardeşler üzerinden Suriye’de nüfuz elde etmeye çalışan Türkiye’nin etkisinin kırılması amacını da taşıyordu. “Arap Baharı”nın yaşandığı tüm ülkelerde etkin muhalif güçlerin başında gelen Müslüman Kardeşler, Türkiye tarafından açıkça destekleniyor ve yönlendirilmeye çalışılıyordu. Türkiye Ortadoğu’ya dönük emperyal hayallerini, İslam âleminin lideri olma hülyasını gerçekleştirmek bağlamında elindeki en önemli koz olarak Müslüman Kardeşler’i görüyordu. Ancak Türkiye’nin bu girişimi gerek ABD’nin gerek Körfez ülkelerinin gerekse de “Arap Baharı”nın yaşandığı ülkelerin egemenlerinin işine gelmiyordu.[6]
Nihayetinde “kullanışlı belâ” IŞİD, 2013 sonlarına doğru Suriye’nin Rakka şehrinde diğer muhalif gruplara bir saldırı başlatarak sahneye çıktı. Halifeliğinin başkentini Rakka olarak ilan eden IŞİD[7], 2015’e gelindiğinde Suriye’nin ve Irak’ın önceden hayal dahi edilemeyecek kadar geniş bir kısmını kontrol eder hale gelecekti. İnsanları vahşice katlederek, kadınları ve çocukları köleleştirip esir ederek ve daha pek çok insanlık dışı yöntemi hayata geçirerek Irak ve Suriye’de terör dalgası estiren IŞİD, bu yolla kendine alan açıyor, kontrol altına aldığı bölgelerdeki insanları sindiriyordu. ABD, Suriye’ye doğrudan askerî müdahale için gerekli ortamın oluşmasını beklerken, Türkiye de gittikçe güçlenen Rojava Kürtlerini ezecek bir kuvvet olarak görüyordu IŞİD’i. Üstelik IŞİD’in baskısından kaçarak İdlib’e yani kendi himayesine sığınan El Nusra, Ahrar-ı Şam gibi gruplar üzerindeki kontrolünü de arttırmış oluyordu. Böylece IŞİD artık tüm dış güçlerin Suriye’deki varlığı için meşruiyet sağlayan bir gerekçeye dönüşmüştü.
IŞİD’in vahşi katliamlarıyla tüm dünyayı sarstığı bu yıllar, Suriye’nin dışarıya verdiği göçün de zirveye ulaştığı yıllardı. İlk kez Nisan 2011’de küçük bir grubun Türkiye’ye sığınmasıyla başlayan göç dalgası sonucu milyonlarca insan birkaç yıl içinde Türkiye, Irak, Lübnan ve Ürdün topraklarına sığınmak zorunda kalmıştı. Başlangıçta çadır kentlerde geçici olarak yaşayan bu insanlar, belki de bir daha asla ülkelerine ve evlerine dönemeyeceklerini ilerleyen süreçte daha iyi anlayacaklardı. Bu durum netleştikçe sığındıkları ülkelerde sefalet içinde debelenen Suriyeli göçmenler Avrupa ülkelerine gidebilmek için kimi zaman çok tehlikeli ölüm yolculuklarını bile göze almak zorunda kaldılar. Çok azı Avrupa’ya ulaşabildi veya orada daha iyi bir hayata kavuşabildi. Ancak yeri geldiğinde insanlıktan dem vurmaktan ve başkasına ders vermekten çekinmeyen Avrupalı burjuvalar, gerçekte onların perişan olmuş hayatlarını düzeltmekle hiç ilgilenmediler. İnsan haklarını dilinden düşürmeyen Avrupalı egemenler bu göçmenleri sınırlarından uzak tutmak için Türkiye’ye rüşvet vermeyi tercih ederken, Türkiyeli egemenler de bu mültecilerin hayatı üzerinden siyasi ve ekonomik pazarlıklara girişmekten utanmadılar. Olan milyonlarca Suriyeliye oldu…
Sonuçta 2014 Eylülünde Türkiye’nin bariz göz yumması, önünü açması ve el altından desteğiyle Kürtlerin elindeki Kobani’ye ilerleyen IŞİD’in durdurulması için hava bombardımanına başlayan ABD, ayrıca uyguladığı yoğun baskıyla Irak Kürdistanı’ndan gelen yardımların da Türkiye üzerinden Kobani’de tarihi bir savunma gerçekleştiren PYD-YPG’ye ulaşmasını sağladı. Böylece ABD ile Türkiye arasında Suriye-Kürt politikaları üzerinden yaşanan gerilim de iyice tırmanmış oldu. Bu tarihten sonra ABD, IŞİD’in gözü dönmüş cihatçı katillerden oluşan ordusuna karşı hiç beklenmedik ve olağanüstü bir savunma gerçekleştiren Kürtlere yönelik desteğini iyice arttırdı ve Kürtler IŞİD’in atıldığı bölgelere Fırat’ın doğu şeridi boyunca yerleştiler. Bu bağlamda ABD ile Rusya arasında zımni bir uzlaşmanın olduğunu söylemek de mümkündür. ABD’nin desteğiyle Kürtler, Türkiye’nin Suriye’deki planlarına büyük darbe indirmiş, Türkiye sınırından Irak sınırına ve güneye kadar Fırat’ın doğusundaki tüm bölgeyi ele geçirerek demokratik kantonlar kurmuş, fiilen özerk bir yönetim inşa etmişlerdi. Bu durum aynı zamanda Türkiye’nin Suriye politikasının sarpa sarmasının da başlangıcıydı.
Artık Türkiye’nin Suriye’deki emperyal hayalleri tamamen suya düşmüş ve tek önceliği Kürtlerin uluslararası kamuoyunda tanınan siyasi bir statü elde etmesini engellemek olmuştu. IŞİD’e karşı hava harekâtlarında İncirlik Üssünün kullanılmasına karşılık sınır hattı boyunca “güvenli bölge” isteyen Türkiye’nin talebini reddeden ABD, yine de İncirlik Üssünü kullanmıştı. Bu esnada Rusya’nın Suriye’deki savaşa açıktan dâhil olduğu 2015 yılını da önemli bir dönüm noktası olarak kaydetmek gerekir. Eylül 2015’te IŞİD’e karşı başlattığı hava bombardımanıyla Rusya, böylece hem Suriye savaşının kaderini değiştirmiş oldu hem de Ortadoğu’da ABD’yi dengeleyebilecek yegâne emperyalist güç olarak sahalara dönüşünü ilan etti.
2015 yılının sonuyla 2016 yılı sonu arasındaki bir yıllık süreçte, Suriye savaşında dönüm noktalarının yaşanmasının dışında gerek Türk-Rus ilişkileri gerekse de Türkiye’nin iç siyasetinde önemli gelişmelere tanık olundu. ABD’nin Kürtleri desteklemesi ve PYD-YPG’nin Fırat’ın doğusunu ele geçirmesi, Türkiye’nin açıktan veya gizliden desteklediği tüm İslamcı-cihatçı güçlerin elde ettikleri yerlerden çıkartılarak İdlib’e sürülmesi, Türk jetlerinin bir Rus savaş uçağını düşürmesi ve Rusya’yla son derece gerilimli birkaç ay yaşanması, ardından Erdoğan’ın Putin’e bir özür mektubu yazmasıyla Türkiye-Rusya arasında yeni bir işbirliği sürecinin başlaması, 15 Temmuz süreci, akabinde de Ankara’da Rus büyükelçi Karlov’un bizzat bir koruma polisi tarafından öldürülmesi… Sonuç olarak, bir zamanlar BOP’un eşbaşkanı olan Erdoğan’ın “model ülke” Türkiye’sinin Ortadoğu’ya yönelik emperyal hayalleri suya düşmüş, Türkiye dimyata pirince giderken eldeki bulgurdan olma noktasına gelmiş, ABD ve Rusya gibi emperyalist güçlerin kapışmasının alanlarından birine dönüşmüştü. Tarihinde ilk kez TC geminin dümenini bu denli Batı’dan Doğu’ya kırmış, ABD destekli Fethullahçı yapılanmayla yollarını ayıran Erdoğan, eski düşmanları olan Ergenekoncu-Avrasyacı güçlerle bir blok oluşturarak ve Rusya’yla ciddi bir işbirliğine girerek yeni bir rotaya girmişti. Bu arada ABD ve Rusya arasındaki zımni uzlaşma devam ediyor, Rusya ve onun güdümündeki Esad, PYD-YPG kontrolündeki bölgelere dokunmazken, ABD de Suriye’nin geri kalanına fazlaca müdahale etmiyordu.
Bu noktada, iplerin iyice elinden kaçacağını düşünen ve Rojava’daki Kürt varlığını kendisi için beka sorunu ilan eden Erdoğan rejimi, Rusya’ya daha da yanaşarak çeşitli hamleler yaptı. Fırat’ın batısındaki Kürt varlığını yok etmek isteyen Türkiye (böylece Kürtlerin Akdeniz’e ulaşmasını da engellemiş olacaktı), ABD’nin ve Batılı güçlerin muhalefetine rağmen Rusya’dan aldığı yeşil ışıkla 2016’da “Fırat Kalkanı Operasyonu” ve 2018’de de “Zeytin Dalı Operasyonu” adını verdiği saldırılarla Suriye topraklarına yerleşecekti.[8] Bu sayede kendince Rojava’daki Kürt varlığının kendisi için bir tehdit oluşturmasının önüne geçmiş oluyordu. Ancak Erdoğan iktidarı her ne kadar bu hamlelerini içerde “büyük zafer” olarak sunsa da gerçek durum bu değildi. Sürecin başında Şam’daki Emevî Camiinde namaz kılma hayali kuran Türkiye’nin egemenleri, şimdi İdlib’deki İslamcı-cihatçı güruhla ne yapacağını düşünmek, milyonlarca Suriyeli göçmeni ülkesinde tutmak zorundaydı. Suriye savaşının başlarında, ki ülke içinde de Kürtlerle müzakere süreci henüz bitmemişti, Rojava Kürtlerini Esad’a karşı kışkırtmaya ve onların da muhalif kesimde yer almasını sağlamaya çalışan Türkiye, istediğini elde edemeyince bu sefer Kürtlere cephe almış ve içerde Kürt hareketine karşı baskıları adım adım arttırırken Rojava’da da bazen açıktan saldırmış, çoğu zaman da İslamcı-cihatçı katilleri Kürtlerin üzerine salmıştır. Ancak neticede emellerine ulaşamamıştır.
Kurulanlar barış masaları değil paylaşım masalarıdır
2018’e gelindiğinde savaşın gidişatına dair yaptığımız bir değerlendirmede şunları söylemiştik: “Üçüncü Dünya Savaşının yoğunlaştığı Ortadoğu’nun en kanlı cephesi olan Suriye’de, savaş yedinci yılını doldurdu. Emperyalist ve bölgesel kapitalist güçlerin başlarda yönlendirdikleri örgütler ile sahada oldukları, sonrasında kendilerine bağlı askeri yapıları da bunlara ekleyerek doğrudan bulundukları Suriye’de, savaş, bitmeye yaklaşması bir yana daha karmaşık bir hal alarak doludizgin ilerliyor. Etki alanlarını genişletmek için birbirlerine karşı çok yönlü hamlelerde bulunan emperyalist güçlerin her müdahalesi, savaşın yeni boyutlar kazanmasına yol açıyor. Gelişmeler, bir yandan, şimdiye kadar dolaylı olarak karşı karşıya gelen büyük güçlerin doğrudan yüz yüze kalma ihtimallerini büyütürken aynı zamanda çatışmaların başka ülkelerin topraklarına sıçrayarak genişlemesinin de zeminini döşüyor.”[9] ABD ve Rusya’nın küresel düzeydeki hegemonya mücadelesindeki her karşılıklı hamlesi, yansımasını Suriye’de de bulmuştur. ABD kutuplaşmayı arttırıcı politikalarını körükledikçe savaş da durulmak bir yana kızışmıştır.
Gelinen noktada savaşın ne zaman sonlanacağı belli olmadığı gibi, bazı kritik sorunların nasıl çözüleceği de belli değildir. Bunlardan birincisi İdlib’in ve buradaki 2 milyon civarında insanın (İslamcı-cihatçılar ve aileleri) kaderinin ne olacağıdır. İzlediği politikalar nedeniyle sıcak kestane Türkiye’nin elinde kalmıştır ve Rusya her fırsatta İdlib’i Türkiye’ye karşı bir koz olarak kullanmaktadır. Buradaki İslamcı militanları Azeri-Ermeni savaşından Libya’ya kadar farklı yerlerde kullanan Türkiye ise şimdilik ABD’nin de zımni desteğiyle bu grupları himaye etmekte ve mümkün mertebe İdlib’i nüfuz alanı olarak tutmaya çalışmaktadır. Ayrıca Suriye’nin güneyinde Ürdün sınırına yakın yerdeki küçük bir bölgede de İslamcılar ABD’nin korumasında varlıklarını sürdürüyorlar. Bu alan küçüklüğü ve İslamcı militan sayısının azlığı nedeniyle şimdilik Esad rejimi için bir tehdit arz etmese de ABD’nin istediğinde kaşıyacağı bir nokta oluşturmaktadır. Yani Suriye’de ABD-Körfez ülkeleri-Türkiye üçlüsünün yarattığı İslamcı-cihatçı belâsı henüz tam olarak yok olmuş değildir.
İkinci konu ise Kürtlerin ne olacağıdır. ABD’nin askeri desteğinin de önemli katkısıyla Kürtler Rojava’da ciddi bir güç haline gelmişlerdir. Irak Kürdistanı gibi bir hukuki statü oluşması için ABD ve Kürtler zamanın gelmesini beklemektedir. Bu bağlamda Türkiye’nin kuzey şeridindeki varlığı da üçüncü sorundur. Rusya ve Esad rejimi, şimdilik Türkiye’ye buralardan çıkması için tam anlamıyla bir baskı yapmıyorlar. Ama zaman zaman özellikle Rusya’nın İdlib’e yaptığı saldırılar, hatta bazı saldırılarda doğrudan Türk askerlerini hedef alması, Türkiye’nin varlığının geçici olduğunu gösteren işaretlerdir. Ancak Türkiye’nin ABD ile Rusya arasındaki manevra siyaseti ve Rusya’nın da Türkiye’yi yanında tutmak istemesi, şimdilik onun varlığına katlanması sonucunu doğurmaktadır.
Kuşkusuz bu sorunlar ve Suriye savaşının gidişatı sadece bu ülke sınırları içinde yaşanacak gelişmelere bağlı değildir. Mevcut Dünya Savaşının karakteri nedeniyle rakip emperyalist güçler birden fazla alanda aynı anda kapışmaktadırlar. Cephelerin biri kapanmadan bir yenisi açılmakta ve/veya mevcut cephelerde savaşın alevleri bir kızışıp bir soğumaktadır. Türkiye’nin, Rusya’nın, ABD’nin ve İran’ın ülke içinde bu kadar askeri varken ve bu ülkeler arasındaki çıkar çatışmaları devam ediyorken, en küçük bir kıvılcım savaşın yeniden alevlenmesi için yeterli olacaktır. Üstelik bu alevlerin ülke dışına yayılması ihtimali de her daim mevcuttur.
Suriye savaşı, ABD’nin Ortadoğu’yu kendi planları çerçevesinde dizayn etme çabalarının ürünüdür ve Afganistan’la başlayan, Irak’la devam eden ve bugün halen Libya ve Yemen’de süren genel kapışmanın parçasıdır. Ancak tam da hegemonya krizinin varlığı nedeniyle kısa zamanda sonlanacağına dair bir belirti yoktur. Suriye savaşının başlaması da bir türlü bitmemesi de hegemonya kriziyle doğrudan bağlantılıdır.
Bugün Astana’da, Cenevre’de, BM’de vb. zaman zaman bir araya gelen emperyalist güçler, “barışın sağlanması” adı altında Suriye’nin nüfuz alanlarına göre nasıl paylaşılacağını görüşmektedirler. Bunlar barış masaları değil paylaşım masalarıdır. Benzer şekilde beşinci turu yapılmış olan Suriye Anayasa Komitesinin çalışmalarından da bir sonuç çıkma ihtimali zayıftır. Nitekim BM’nin arabuluculuğunda Cenevre’de devam eden bu görüşmeler yine tıkanmıştır. Komiteyi oluşturan tarafların anayasa taslağının hiçbir maddesi üzerinde anlaşamaması tesadüf eseri veya sadece tarafların kendilerinden kaynaklı değildir. Savaşın asıl tarafları olan ABD ve Rusya anlaşmadıkça, bu Komiteden de bir sonuç çıkmayacaktır. Dolayısıyla 26 Mayısta yapılacağı açıklanan başkanlık seçimlerinden çıkacak sonuç da bellidir. Yine büyük çoğunluk oyuyla (!) Esad seçilecek ve hengâme devam edecektir. Sonuçta burjuva güçler kapışırken, milyonlarca emekçi savaşın alevleri arasında kavrulmakta, onların barış dediği şey de emekçilerin çıkarları temelinde inşa edilmemektedir.
“Suriye’de savaşın başlamasından bu yana pek çok önemli gelişme yaşandı. Emperyalistler ve bölge güçleri kozlarını defalarca paylaştılar, ilerlediler, gerilediler. Ancak hem Suriye’de hem de onun bir parçası olduğu emperyalist paylaşım savaşında geçilecek daha çok kavşak var. Emperyalist savaşın birbirine eklemlenerek ilerleyen gelişmeleri hem Suriye’de hem de Ortadoğu’nun bütününde ateşin közünü yeniden ve yeniden harlayacak rüzgârları estirme potansiyeline her zaman sahip olacaktır. Geçici ve taktik uzlaşmalar söz konusu olsa da Ortadoğu’nun yeniden paylaşımını kesinleştirecek biçimde bir emperyalist gücün diğerine üstünlüğü gerçekleşmeksizin savaşın sona ermesi mümkün değildir. Savaşı sonlandıracak bunun dışındaki tek yolsa, bu yangın alevlerinin içerisinde sureti henüz pek görünmese de işçi devrimleridir.”[10]
[1] Kerem Dağlı, Suriye Halkının “Dostları” Kimlerdir, Nisan 2012, MT
[2] Suriye Demokratik Güçleri (SDG) IŞİD’e karşı mücadele temelinde Ekim 2015’te ABD’nin desteğiyle oluşturulmuştur. Silahlı kanadını asıl olarak YPG (Halk Savunma Birlikleri, resmi kuruluşu Temmuz 2012) oluşturmaktadır. SDG’nin ana gövdesini Rojava Kürtleri oluşturmakla birlikte, içinde bölgedeki Araplar, Türkmenler ve Ermeniler de yer almaktadır.
[3] Hangi ülkenin Suriye’de ne kadar askeri bulunduğuna ilişkin bu rakamlar resmi verilerden elde edildiği için gerçekliğin bir kısmını yansıtmaktadır. Özellikle ABD ve Rusya “eğitimci, uzman, teknik personel, danışman” vb. adlarla aslında çok daha fazla sayıda askerini Suriye’de konuşlandırmış durumdadır. Ayrıca ABD’nin Irak’ta, Türkiye’de ve Akdeniz’de yani Suriye’ye çok yakın yerlerdeki üslerinde müdahaleye hazır güçleri bulunmaktadır. Bu sebeple asker sayısı tek başına gerçekliğin ancak bir boyutuna dair fikir vermektedir.
[4] Demokratik Birlik Partisi (PYD), 2003 yılında Rojava’da (Suriye’nin kuzeyinde) Kürtler tarafından kurulmuş bir siyasi partidir. YPG de PYD’nin askeri koludur. PYD asıl etkinliğini, Suriye’de savaşın başlamasının ve Esad rejiminin Rojava’dan çekilmesinin ardından, bu bölgedeki Kürt kentlerinde ve yerleşim yerlerinde kantonlar temelinde özerk bir yönetim kurmasıyla kazanmıştır. Bugün PYD (ve YPG), SDG’nin ana gövdesini oluşturmaktadır ve Fırat’ın doğusunda kalan bölgedeki halkların büyük bir bölümünün siyasi temsilcisi konumundadır.
[5] İlkay Meriç, Suriye’de İç Savaş Tırmanırken, Aralık 2012, MT
[6] Daha ayrıntılı bir okuma için bkz: Utku Kızılok, Emperyalist Savaşta Suriye Açmazı, Ekim 2013, MT
[7] IŞİD ne olduğuna ve kimler tarafından yaratıldığına dair ayrıntılı bir okuma için bkz: Kerem Dağlı, IŞİD ve Emperyalist Savaşın Kıskacındaki Ortadoğu, Temmuz 2014, MT
[8] İlkay Meriç, Cerablus Harekâtı, Manipülasyonlar, Gerçekler, Eylül 2016, MT
[9] Selim Fuat, Emperyalist Savaş Suriye’de Doludizgin İlerliyor, Nisan 2018, MT
[10] age
link: Kerem Dağlı, Suriye Savaşının 10 Yılı: Bir Halkın Felâketi, 12 Mayıs 2021, https://marksist.net/node/7356
Kolombiya: “Fakirlere Ekmek Yoksa Zenginlere Huzur Yok!”
İsrail Devleti Sıkıştıkça Filistin Halkına Saldırıyor!