Güney Amerika’nın yoksul ülkelerinden Peru’da, devlet başkanının yolsuzluk suçlamasıyla görevinden alınmasının ardından başlayan gösteriler 9 Kasımdan bu yana devam ediyor. Kongre tarafından görevden alınan Vizcarra’nın yerine ordu destekli senato başkanı Merino’nun geçmesi protestoların şiddetlenmesine neden olmuş, son yirmi yılın en kitlesel gösterilerinin gerçekleşmesi üzerine Merino da istifa etmek zorunda kalmıştı. Ardından da eski bir Dünya Bankası uzmanı olan Sagasti Kongre tarafından devlet başkanı olarak atanmıştı. Sagasti’nin göreve gelmesiyle birlikte gösteriler hız kesmiş olsa da sürüyor.
Açıktır ki bugün Peru’da burjuva siyaseti bir kriz içindedir. Ülkenin birkaç haftada 3 devlet başkanı görmesine neden olan bu krizin arka planı epeyce gerilere dayanmaktadır. Peru’nun yoksul ve ezilen halkları, uzun zamandır ağır toplumsal, ekonomik ve siyasal sorunlar altında ezilmektedir. Bugün yaşananları, sabık diktatör Fujimori’nin 2000 yılında neredeyse ayaklanma noktasına gelen toplumsal muhalefet sonucu ülkeden kaçmasıyla açılan sürece dek gerilere uzatmak mümkündür. Bir yandan egemen sınıf içindeki çatışmalar ve hesaplaşmalar, diğer yandan da ülkenin içinde bulunduğu ekonomik ve siyasal krizler nedeniyle kitleler defalarca sokaklara dökülmüş, ancak her defasında burjuvazinin sağ veya sol kanadından politikacılar tarafından kandırılıp oyalanmışlardır.
Perulu yoksul emekçilerin isyanını geçici ve Latin Amerika’nın genel durumundan bağımsız görmemek gerekiyor. Hangi burjuva siyasetçi yahut parti başa gelirse gelsin Latin Amerika’nın işçi, emekçi ve yerli halklarının kaderi değişmiyor. Yüzyıllar boyunca İspanyol sömürgecilerin zulmü altında ezilen bu halklar, bağımsızlıklarını kazandıktan sonra emperyalist yağmacıların ve kendi burjuvalarının ağır sömürüsüne maruz kalmaya; birbirini izleyen faşist cuntalarla diktatörlerin, çürümüş ve yozlaşmış burjuva siyasetlerin birinden ötekine savrulup durmaya devam etmiş, toplumsal ve siyasi sorunlar bir türlü çözülememiştir.
Bitmeyen yolsuzluklar ve siyasi krizler
Protestoların başlamasına neden olan seçilmiş devlet başkanı Vizcarra’nın görevden alınması süreci aslında Eylül 2020’de Kongrenin Vizcarra aleyhine “ahlâki yetersizlik” gerekçesiyle görevden alma davası açmasıyla başlamıştı. Ancak o vakit Kongreden Vizcarra’nın görevden alınması için yeterli oy çıkmadı. İşin peşini bırakmayan Vizcarra karşıtları, nihayet 9 Kasımda aynı suçlamaya “anayasal düzeni bozmak” gerekçesini de eklediler ve görevden alınmasını sağladılar.
Kongrenin Vizcarra’yı görevden almak istemesinin nedeni ise onun 2018 Martında devlet başkanlığı görevine geldiği andan itibaren yolsuzlukla mücadeleyi en büyük önceliği haline getirmiş olmasıydı. Altını çizmek gerekir ki, siyasetçilerin karıştığı yolsuzluklar Peru’nun en önemli siyasi sorunu haline gelmiş durumdadır. Latin Amerika’nın hemen her ülkesi için geçerli olan bu karakteristik özellik, Peru’da artık sadece emekçi halkın şikâyet ettiği bir olgu olmanın ötesine geçerek uluslararası sermaye çevrelerinin de problemi haline gelmişti. Başta Fujimori olmak üzere neredeyse tüm devlet başkanlarının yolsuzluk suçlamalarına maruz kalmaları ve çoğunun da hüküm giyip hapis yatması, tablonun vahametini anlatmaya yeter. Fujimori, diktatörlüğü sırasında işlediği yolsuzluk, para aklama, cinayet ve diğer suçlardan ötürü 25 yıl yatarken, ardından gelen başkanlardan Alejandro Toledo ABD’de tutuklandı ve Peru’ya iade edildi; “solcu” başkan Alan Garcia kendisine yöneltilen yolsuzluk ve rüşvet suçlamaları nedeniyle 2019’da intihar etti; aşırı sağcı parti lideri ve başkan adayı Ollanta Humala yolsuzluktan hüküm giydi; Vizcarra’nın selefi başkan Kuczynki de 2018 yılında görevinden alındı ve kara para aklama suçundan dolayı ev hapsi cezasına çarptırıldı. Mevcut Kongre üyelerinin de en az yarısı yolsuzluktan ötürü soruşturma geçiriyor.
Yolsuzluk ve siyasi yozlaşma Peru’da burjuva siyaset kurumunun çürümüşlüğünün en önemli göstergesi haline gelmiştir ama aynı zamanda burjuvazinin iç çatışmasının da temel araçlarındandır. İşte bu sebeple, Mart 2018’de göreve gelen Vizcarra kendini bir nevi “partiler üstü” bir pozisyona yükselterek siyasi kampanyalar için özel finansmanı yasaklayan, milletvekillerinin yeniden seçilmesini engelleyen, ikinci bir yasama organı oluşturmaya çalışan bir yasal düzenleme için anayasa referandumunu gündeme getirdiğinde Kongrenin Fujimorist kanadından büyük tepki gördü. Ekim ayında da sabık diktatör Fujimori’nin kızı ve Fujimorist cephenin lideri durumunda olan Keiko Fujimori para aklama ve yolsuzluk suçlamalarıyla tutuklanınca ipler iyice koptu. Her şeye rağmen Vizcarra’nın yasa önerileri Aralık ayında yapılan referandumda kabul edildi. Ancak Fujimoristlerin elindeki Kongre bu reformları hayata geçirmeyi sürekli erteledi. Bunun üzerine Vizcarra da yetkisini kullanarak Kongreyi feshetti ve Ocak 2020’de yapılan seçimlerde Fujimoristler çoğunluğu kaybetseler de merkez sağ partilerin ağırlıkta olduğu Kongre Vizcarra’nın reformlarına karşıtlığını sürdürdü. Böylece Vizcarra ile Fujimorist cephe arasındaki çatışma da iyice şiddetlenmiş oldu.
Bu çatışmanın arka planında, Vizcarra’nın siyasi kimliğinin rol oynadığını da kaydetmek gerekir. Vizcarra’nın babası, APRA’nın (Amerikan Halklarının Devrimci Birliği) üyesi bir belediye başkanı ve 1978 Peru Kurucu Meclisinin üyesiydi. APRA Sosyalist Enternasyonal üyesi bir birlik olarak tüm Latin Amerika ülkelerinde etkin olan “sosyal demokrat” bir birliği temsil ediyordu. 1924 yılında Meksika’da kurulan birlik hızla Latin Amerika’nın sol siyasi arenasındaki yerini almıştı. Böylesi bir siyasi gelenekten gelen Vizcarra, 2006’da APRA adına kendi bölgesinde (Moquegua) valilik seçimlerine girmiş ama kıl payı kaçırmış, 2008’de aynı bölgedeki madenci protestolarına öncülük etmiş ve madencilerin ücretlerinin kısmen düzeltilmesini sağlamış, buradan kazandığı popülerlik sayesinde de 2011’de valilik seçimlerini kazanmıştı. Valiliği süresince bölgesinde halkın sosyal şartlarının düzelmesi yönünde birtakım reformlara imza attığı için de The Washington Post gazetesi tarafından “Peru’da sık rastlanmayan bir örnek” olarak lanse edilmişti. Dolayısıyla bugün Vizcarra ile Kongredeki Fujimorist cephe arasında yaşanan çatışmayı, Peru’nun burjuva sol ve sağ kanadı arasındaki çatışmanın devamı olarak görmek gerekir. Fujimori örneğinin yarattığı tahribat sonrasında, uluslararası sermaye çevreleri de gırtlağına kadar yolsuzluğa ve kara para aklama işlerine batmış burjuva siyaset kurumunun temizlenmesi yönünde pozisyon almışlar ve BM, DB yahut IMF gibi kurumlarda görev yapmış teknokrat denebilecek adayların devlet başkanlığına seçilmesine destek vermişlerdir. Vizcarra’nın bir anlamda “partiler üstü” bir pozisyon edinerek ve halkın desteğini (kısmen de uluslararası sermaye çevrelerinin) arkasına alarak giriştiği yolsuzluk karşıtı hareket tam da bu nedenle aşırı sağcı Fujimorist cephe tarafından tepki görmektedir. Daha önce de çeşitli liderleri yolsuzluk suçlamalarıyla deviren ve Kongrede de geleneksel olarak çoğunluğu elinde tutan Fujimoristler, bu kez de aynı yöntemle Vizcarra’yı devirmişlerdir.
Vizcarra görev süresi boyunca yasama ve yargı alanlarında yolsuzluğa karşı reformları teşvik edip 2021’de başkanlığı bırakacağını söylese de özellikle Covid-19 pandemisiyle açılan dönemde ekonominin iyice kötüye gitmesi, GSYH’nin yaklaşık %30 oranında düşmesi, yoksulluk ve işsizliğin muazzam oranda artması desteğini zayıflatmıştır. Ama yine de Fujimoristlerin bir tür politik darbeyle Vizcarra’yı görevden almaları ve ordu destekli bir yönetim tesis etmek istemeleri, zaten bıkkınlık içindeki halkın tekrar sokaklara dökülmesine neden olmuştur.
Peru’daki süreci, arka bahçesi olarak gördüğü Latin Amerika’ya nicedir tekrar dönme çabasında olan ABD emperyalizminin müdahalelerinden, örneğin Brezilya’da Lula’nın ve selefi Rousseff’in, yakın zamanda Bolivya’da da Morales’in benzer gerekçelerle iktidardan uzaklaştırılmasından bağımsız görmemek gerekiyor. Aslında tüm Latin Amerika ülkeleri ABD emperyalizmini destekleyen ve ona karşı çıkan burjuva sağ ve sol siyasetlerin çatışmasına sahne olmaktadır. Nitekim Venezuela, Arjantin, El Salvador gibi ülkeler Vizcarra’yı desteklerken, Brezilya, Şili, Paraguay, Uruguay gibi ülkeler ise Fujimoristleri desteklemişlerdir.
Latin Amerika’nın yoksulluktan kırılan emekçi sınıfları ve ezilen yerli halkları, her ne kadar burjuva sol iktidarlardan umduklarını bulamamış olsalar da bu tür girişimlerle iradelerinin yok sayılmasına izin vermek istememektedirler. Ayrıca burjuva sağ iktidarlar altında yoksulluklarının daha artacağının ve özgürlüklerinin daha azalacağının da farkındadırlar. Bu sebeple de hemen her örnekte ABD yanlısı burjuvazinin girişimlerine karşı halk kitleleri sokakları doldurmaktadır.
Peru halkı ne istiyor?
Peru’da son haftalarda yaşanan protestoların arka planını, zaten halkın haklı nefretini kazanmış olan, ordu ve ABD destekli Fujimorist cephenin darbe girişimi oluşturmaktadır. Ancak temelde yatan nedenler onyıllardan beri değişmeyen, hatta katlanarak artan sefalet ve yoksulluk koşulları, kronik işsizlik, baskıcı yönetimler, nüfusun %40’ını oluşturan yerli halka yönelik baskılar, hiç bitmeyen yolsuzluklar ve siyasi çürüme, burjuvazinin iç çatışması ve siyasi krizlerdir. Bu sebeple de bugünkü protestoları geçici görmemek gerekiyor. Peru halkı ülkeye daha fazla demokrasi gelmesini, işsizliğin ve yoksulluğun çözülmesini, yolsuzlukların ve siyasi çürümenin sona ermesini istiyor.
Zaten protestocuların Vizcarra’ya sahip çıkmalarının temel nedeni de onun yolsuzluğa karşı hayata geçirmeye çalıştığı yasal düzenlemeler ve geçmişte madencilere yönelik olumlu tutumudur. Ama halkın önemli bir kesimi artık siyasi sistemin kökten değişmesi gerektiğini düşünmekte ve yolsuzluklara boğulmuş iki kademeli meclisin dağıtılmasını istemektedir. Gösterilere katılan emekçi kitlelerin gözünde başlangıçta Vizcarra’nın yerine geçen Merino, Fujimori’nin adamıdır ve neoliberalizmin simgelerindendir. Kitleler neoliberal ekonomi politikalarına son verilmesini, yeni ve daha demokratik bir anayasa yapılmasını talep ediyorlar. Protestocuların asıl talebi Vizcarra’nın göreve iade edilmesinden öte siyasi rejimin demokratikleşmesi ve yolsuzlukların üzerine gidilmesidir. O yüzden de Sagasti’nin göreve başlamasıyla hız kesmiş olsa da protestoların sonlanacağını düşünmemek gerekir. Aksine bu protestoları, önceki yıllarda yaşanan protesto dalgalarının devamı, tüm Latin Amerika’yı kapsayan hoşnutsuzluk ve isyan halinin bir parçası olarak görmek gerekiyor.
Nitekim tam da şehirlerde gösteriler durulmuş gibi görünürken bu kez de tarım işçileri eylemleriyle ateşi tekrar harlamıştır. Kapitalist çiftliklerdeki kötü çalışma koşullarının düzeltilmesini ve ücretlerinin yükseltilmesini isteyen tarım işçileri ürünleri toplamayı reddettiler, otoyolları bloke ettiler ve mal akışını durdurdular. On binlerce tarım işçisi (ki bu sayı ülkenin kuzeyindeki neredeyse tüm büyük çiftliklerde çalışan işçileri kapsamaktadır) günlerdir grev ve eylem halindeler. Göstericiler bir an önce polis şiddetinin son bulmasını, göstericilerin ölümüne ve yaralanmasına neden olan polislerin cezalandırılmasını da istiyorlar.
Mevcut Sagasti yönetiminin göstericilere yönelik tavrı, burjuvazinin içinde bulunduğu duruma da ayna tutmaktadır. Vizcarra ve Merino’nun ardından gelen ve aslında burjuvazinin kendi içindeki geçici bir uzlaşmanın ürünü olan Sagasti, bir yandan sermaye çevrelerine “her şeyin düzeleceği” mesajını verirken diğer yandan da göstericilerle iyi geçinmeye çalışarak tansiyonu düşürmeye uğraşmaktadır. Ancak sonuçta, birkaç polis şefinin açığa alınması dışında, kitlelerin taleplerinin karşılanması yönünde en ufak bir adım atılmış değildir. İşin aslı, birçok Latin Amerika ülkesinde olduğu gibi Peru’da da burjuva demokrasisi sadece kâğıt üstündeki bir kavramdan ibarettir. Çokuluslu tekellerle, emperyalist güçlerle, mafyayla iç içe geçmiş olan burjuva siyaset kurumundaki çürümeyi, kriz içinde debelenen ekonomiyi, Vizcarra veya Sagasti gibi “solcu”, liberal veya teknokrat politikacıların düzeltebileceğini ummak saflıktır.
Ne var ki, devrimci bir siyasi örgütlülüğe sahip olmayan kitle hareketinin de sınırları bellidir. Protestolarda en çok öne çıkan taleplerden biri Fujimorist anayasanın değişmesidir. Kitle hareketinin başını çekenlerden CGTP sendikası (Peru İşçileri Genel Konfederasyonu) “yeni bir cumhuriyet için yeni bir toplumsal sözleşme ve kurucu meclis” çağrısı yapmıştır. Merkez solda duran Frent Amplio (Geniş Cephe) da burjuva liberal ve merkez sağ bir politikacı olan Sagasti’ye destek vermiş, bunun karşılığında da Kongre başkanlığını almıştır. Açıktır ki düzen içi hiçbir çözüm, kısıtlı ve geçici bir demokratikleşmenin ötesinde bir sonuç doğurmayacaktır.
Anlatılan tüm emekçilerin hikâyesidir
Çok açıktır ki bugün Peru’da yaşanan durum sadece oraya özgü veya orasıyla sınırlı değildir. Tarihsel bir tıkanıklık ve ekonomik kriz içindeki kapitalizm tüm dünyada işçi-emekçi kitleleri aynı bataklığa sürüklüyor. İçinde bulunduğu derin krizden bir türlü kurtulamayan sermaye, faturayı sürekli işçi ve emekçilere kesiyor, bu da hak gasplarının artmasını, işsizliği ve yoksulluğu körüklüyor. Buna öfkelenen işçi ve emekçilerin tepkisinin düzenin sınırlarını zorlamasından korkan burjuvazi, çareyi baskıcı uygulamaları arttırmakta, rotayı daha otoriter rejimlere kırmakta buluyor. Bu da tersinden kitlelerin daha fazla sokaklara dökülmesinin zeminini doğuruyor. 2019’da tüm dünyayı saran kitle hareketleri dalgasının önü her ne kadar 2020’de Covid-19 salgınıyla kesilmişse de şimdilerde bu dalganın tekrar canlanmaya başladığının emarelerini dünyanın her yerinde görmek mümkündür.
Sermayenin tepesindekilerin dahi artık köklü reformlardan bahsettiği günümüz dünyasında burjuvazi, kitle hareketleri hepten raydan çıkıp bir salgın gibi yayılarak tüm dünyayı sarmadan ve düzenlerini altüst etmeden bir çıkış yolu bulmak için çırpınmaktadır. Ancak burjuvazinin bu çırpınışlarının onun düzenini ilelebet sürdürmesini sağlaması olanaksızdır. Bunun da ötesinde burjuva düzen süreğen bir siyasi kriz girdabına kapılmıştır ve artık burjuvazi için ekonomik istikrar gibi uzun dönemli bir siyasi istikrar da mümkün değildir. Peru’da olduğu gibi Latin Amerika’da yaşanan çeşitli örnekler bu gerçekliği çarpıcı biçimde ortaya koymaktadır.
Bugün Latin Amerika’nın hemen her ülkesinde yaşanan ekonomik ve siyasi krizler, burjuvazinin sağ ve sol kanatları arasındaki çatışmayla ve bununla iç içe geçen kitle hareketleriyle karakterize olmuş durumdadır. Devrimci bir siyasi önderliğe sahip olmayan kitleler bir yandan bu burjuva kanatların kendi kapışmalarına taraf olmakta ama öte yandan kendi taleplerini dile getirmekten ve yer yer de düzenin sınırlarını zorlamaktan geri durmamaktadırlar. Kitle hareketinin taşıdığı bu potansiyel burjuva solunu da ürkütmekte, burjuva sol partiler veya liderler tam anlamıyla hareketin önüne düşüp onu ileriye çekmekten kaçınmaktadırlar. Bolivya’dan Peru’ya, Brezilya’dan Arjantin’e, Venezuela’dan Kolombiya’ya hatta yine son haftalarda olduğu gibi Guatemala’da kitleler hep aynı ikilemin içindedirler.
Guatemala’da da Kasım’ın sonlarına doğru başlayan protestoların sebebi, halk kasırga gibi doğal afetlerden ve Covid-19 salgınından dolayı kırılırken burjuva iktidarın tamamen halkın aleyhine bir bütçe tasarısını meclisten geçirerek eğitim, sağlık ve yargı harcamalarında kesintiye gitmesiydi. Bu arada milletvekillerinin harcırahları ise arttırılmıştı. Ayrıca yolsuzluğa bulaşmış siyasilerin soruşturulmasını isteyen hâkimlerin dokunulmazlıklarının kaldırılmasına yönelik girişimler söz konusu olmuştu. Göstericiler devlet başkanını, başbakanı ve milletvekillerini istifaya çağırıp Ulusal Kongre binasını da ateşe verdiler. Halk yolsuzlukla mücadelenin önünün kesilmemesini ve ülkedeki yoksulluğa çare bulunmasını istiyor. Burjuvazinin belli kesimleri de aslında göstericilere destek veriyor, örneğin Katolik Kilisesi de başkanı bu bütçe tasarısını veto etmeye davet etti. 2015 yılında yine yolsuzluğa karışan siyasilerin temizlenmesi için yapılan gösteriler sonucu o zamanki devlet başkanı ve kabinesi istifa etmek zorunda kalmış, başkan ve yardımcısı da hapse atılmıştı.
Guatemala örneğinin de gösterdiği gibi bugün Latin Amerika’nın neredeyse tamamında ve dünyanın pek çok ülkesinde burjuvazi artık içinde bulunduğu ekonomik-siyasi krizlerle baş edemeyecek noktaya gelmiştir. Bu açmaz çoktan beridir sadece o ülkelerin burjuvalarının sorunu olmaktan çıkmıştır. Küresel sermaye çevrelerinin tepe mahfillerinde pişirilip önümüze konan “büyük reset” tam da Latin Amerika’da çarpıcı biçimde görüldüğü gibi kapitalizmin ömrünü bir dizi reformlar ve değişimler eşliğinde uzatmayı hedeflemektedir. Kitlesel protestoların hatta ayaklanmaların yaşandığı hemen her örnekte, kitleler devrimci bir siyasi önderliğe henüz sahip olmadıklarından, şimdilik şu veya bu burjuva lideri veya politikacıyı desteklemekle, kimi siyasilerin alaşağı edilmesi ve/veya içeri tıkılmasıyla yetinmektedirler. Ama gittikçe ağırlaşan yoksulluğa ve işsizliğe geçici dahi olsa çare bulamayan burjuva sol veya sağ iktidarlar, her seferinde kitlelerin tekrar ve tekrar sokaklara dökülmesinin de fitilini ateşlemektedirler.
Sonuç olarak, tüm olup bitenler göstermektedir ki gerek Perulu gerek Guatemalalı gerekse de dünyanın kalan kesiminde yaşayan işçi ve emekçi sınıflara lazım olan bir işçi devrimidir. Yoksa hiçbir burjuva politikacı ister solcu olsun ister sağcı, halkın ihtiyaçları doğrultusunda kalıcı bir düzelme sağlayamayacaktır. Çünkü sorun şu veya bu partide yahut siyaside değil bir bütün olarak kapitalist sistemdedir. Kapitalizm yıkılmadıkça emekçi halkların yaşantısında kalıcı hiçbir düzelme olmayacaktır. Kitleler şimdilik bunu bilince çıkartmaktan uzaklar ama burjuvazinin yaptıkları onları adım adım bu gerçekliğe yaklaştırmaktadır.
link: Kerem Dağlı, Peru’ya Bir Devrim Gerek!, 8 Aralık 2020, https://marksist.net/node/7126
İngiltere: Salgın Dalgasından İşsizlik Dalgasına
Askıda Pizza!