Kitlesel protestolar yaklaşık 3 aydır Hong Kong sokaklarını teslim almış durumda. Polisin müdahalesi giderek sertleşse ve yoğunluğu bir miktar azalsa da gösteriler kısa vadede sona erecekmiş gibi görünmüyor. Haziran ayında başlayan protestoların sebebi, Çin destekli Hong Kong yönetiminin kimi zanlıların/suçluların ve Hong Kong’a kaçmış muhaliflerin Çin’e iadesini düzenleyen bir yasa tasarısını gündeme almasıydı. Bu yasa tasarısının geri çekilmesini isteyen göstericiler, gelinen noktada bu taleplerine yönetimin başı olan Carrie Lam’in istifasını, Hong Kong yönetiminin serbest ve genel seçimlerle halk tarafından belirlenmesini, gösteriler süresince gözaltına alınmış veya tutuklanmış kişilerin serbest bırakılmasını, göstericilere karşı “orantısız şiddet” kullanan polislerin ve yine göstericilere saldıran çeşitli paramiliter grupların tespit edilip cezalandırılmasını da eklemiş durumdalar.
Mevcut Hong Kong yönetimi, gösteriler başladıktan bir süre sonra bahsi geçen yasa tasarısını askıya aldıklarını açıklamış, ancak göstericiler bunun yeterli olmadığını, tasarının tamamen geri çekilmesini istediklerini ifade ederek protestoları sürdürmüşlerdi. Göstericilerin taleplerini kabule yanaşmayan yönetim ve Çin, bir türlü önünü alamadıkları protestoların artık “geri dönülemez bir noktaya” yaklaştığını, hareketin “Batı emperyalizmi tarafından idare edildiğini” ve gösterilere son verilmezse Çin askeri güçlerinin duruma müdahale etmek zorunda kalacağını söylüyor. Zaten Çin’e bağlı ağır silahlarla donatılmış ordu kuvvetleri Hong Kong sınırında hazırda bekletiliyor.
Batı medyasının “baskıcı Çin’e karşı özgürlük ve demokrasi hareketi” olarak alkışladığı, Hong Kong ve Çin yönetimlerinin ise “dış güçlerin oyunu” olarak niteledikleri protestoların temelinde hiç kuşkusuz Hong Kong halkının Çin anakarasındaki baskıcı ve despotik rejime yönelik tepkisi yatıyor. Halk, baskıcı Çin yönetiminin adım adım Hong Kong’a müdahale ettiğini, bu müdahalelerle Hong Kong’u Çin’in geri kalanına benzetmeye çalıştığını düşünüyor ve protestolara konu olan yasa tasarısı gibi girişimleri de bu doğrultuda yorumluyor. Halkın mevcut durumu daha da ağırlaştıracak baskıcı Çin tarzı bir rejime geçmek istemediği açıktır. Çin’in sinsi hamlelerle Hong Kong’da kendi istediği türden bir siyasi ortam yaratmayı amaçladığı ve giderek artan oranda Hong Kong’u her yönden kontrolü altına almak istediği de açıktır. Ancak öte yandan, hareketi Çin’e muhalif pozisyondaki Batı yanlısı burjuva ve liberal güçlerin yönlendirdiği, özellikle ABD-İngiltere-Almanya üçlüsünden oluşan Batılı emperyalist güçlerin de el altından desteklediği ve Çin’e karşı yürüttükleri emperyalist mücadele kapsamında kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaya çalıştıkları da ortadadır.
Hong Kong’da 3 aydır devam eden mevcut protestoları da, 2014 ve 2016 yıllarında yaşanan benzer kitlesel hareketleri de hep bu bağlamda ve yerli yerinde ele almak önem taşımaktadır. Mevcut protestoları, halkın kitlesel katılımına ve bazı sendikaların desteğine bakarak “sınıf hareketi” yahut “devrimci hareket” olarak nitelendirmek yanlıştır. Diğer taraftan, bu kitlesel protestoları emperyalist güçlerin kendi hedefleri doğrultusunda kullanma niyetleri, ortada halk kitlelerinin bir tepkisi olmadığı anlamına gelmiyor.
Bir yanda otoriter rejimlerin ve baskıcı politikaların yaygınlaştığı ve kapitalizmin krizine bağlı olarak çeşitli toplumsal sorunların (işsizlik, yoksulluk, yolsuzluklar, siyasi yozlaşma, emperyalist savaştan kaynaklı göçmen problemleri vb.) ağırlaştığı; diğer yanda da devrimci önderliklerin yokluğu koşullarında genelde burjuva ve liberal güçlerin yönlendirdiği halk hareketlerinin, kitlesel protestoların giderek yaygınlaştığı bir dönemden geçiyoruz. Örgütsüz ve sınıfsal temelden yoksun bu hareketler maalesef kalıcı başarılar kazanamıyorlar ama baskıcı ve otoriter iktidarlar da toplumsal hareketlerin önünü kalıcı olarak alamıyorlar. Bu bakımdan, Hong Kong’daki hareketin niteliğini doğru biçimde açıklamak ve dünyadaki genel gidişatla bağını kurmak, içinden geçtiğimiz dönemin özelliklerini kavramak açısından elzemdir.
Hong Kong’daki duruma dair kısa bir hatırlatma
Hong Kong’da bugün devam eden gösteriler Haziran ayında başlamış olsa da, yıllardır süregelen ve siyasi rejime dönük reform talep eden hareketlerin devamı niteliğindedir. O yüzden hem önceki sürece hem de Hong Kong’un özel siyasi durumuna dair kısa hatırlatmalar yapmak yerinde olacaktır.
1898’de İngiltere’ye “kiralanmış” olan Hong Kong, 1997 yılından beri Çin’e bağlı “özerk yönetim bölgesi” statüsünde bulunuyor. Hong Kong’un tekrar Çin’e devri gerçekleşirken, Çin ile İngiltere arasında 50 yıllık bir geçiş süreci anlaşması da yapılmıştı. Buna göre Çin, 2047 yılına kadar Hong Kong’un temel yasalarını ve ekonomik sistemini, idari modelini koruyacak; buna mukabil savunma ve güvenlik konularında egemenlik hakkına sahip olacak, Hong Kong yöneticisinin seçilmesini de belirleyecekti. Buna “tek ülke, iki sistem” modeli deniliyordu.[1]
Ne var ki Çin, kâğıt üstünde bu anlaşmaya uyuyor görünse de, en başından itibaren bazen örtük bazen açık biçimde Hong Kong’a müdahale etmeye ve kendi lehine bir siyasi durum yaratmaya çalıştı. Bunun birinci ayağını, Çin’in istemediği birinin Hong Kong’a yönetici olarak seçilememesi oluşturuyor. Göstericilerin “serbest ve genel seçim” talebini ileri sürmelerinin nedeni de bu durum. Özetle ifade edersek, Hong Kong yönetiminin başını doğrudan halk değil, 1200 kişilik bir “seçici komite” belirliyor ve seçilen kişiyi Çin atıyor. Bu da Çin’in işine gelmeyen birinin seçilememesi demek. Ayrıca bu 1200 kişilik “seçici komite” de dört farklı sektöre ayrılmış ve her birine 300 kişilik kontenjan tanınmış karmaşık bir seçim sistemi tarafından belirleniyor. Yönetimi oluşturan yasama ve yürütme konseylerinin belirlenmesinde de durum farklı değil. Hepsinde de Çin’in ciddi bir etkisi söz konusu ve mevcut sistemde, Çin etkisinin aşılması neredeyse imkânsız.
Aslında Hong Kong’daki İngiliz döneminden kalma bu sisteme karşı tepkiler 70’lerin sonundan bu yana devam ediyor. 1979’da ve 1986’da ciddi kitleselliğe ulaşan gösteriler sonucu, dönemin İngiliz yönetimi reform yapmayı kabul etse de, Çin’in devreye girmesiyle bundan geri adım attı ve mevcut siyasi rejim bugüne kadar devam etmiş oldu. İngiliz döneminde bu sisteme itirazı olmayan Batı yanlısı burjuvazi ise, şimdi Çin aynı sistemden yararlanarak Hong Kong üzerindeki hâkimiyetini pekiştirmeye dönük adımlar attığından demokrasi havarisi kesilmiş durumda.
1997’de Hong Kong’un Çin’e devri sırasında İngiltere ile Çin arasında yapılmış anlaşmaya göre, en kısa zamanda genel oy hakkının kabul edilmesi gerekiyordu. Fakat işine gelmediği için bu hakkı hayata geçirmeyen Çin, bilakis 2014’de mevcut rejimi daha da ağırlaştıran düzenlemeleri dayattı. Çin’in bu tutumu nedeniyle 2004’ten bu yana her seçim döneminde kitlesel gösteri ve kampanyalar düzenleniyor. Hatta her yılın 1 Temmuz günü reform yanlıları bir araya gelerek gösteriler yapıyor ve Çin’i protesto ediyorlar. Çin ve ona bağlı Hong Kong yönetimi ise her seferinde protestoları atlatmaya ve 50 yıllık anlaşmanın süresini doldurmaya odaklı bir politika izliyor. Böylece 2047’den itibaren Hong Kong tamamen Çin’in despotik yönetimi tarafından yutulabilecek. Çin ekonomik nedenlerle Hong Kong’un özerk bölge olma statüsünü sürdürse de, siyasi açıdan şimdiki durumu mumla aratan bir rejimin hâkim olacağını görmek için kâhin olmaya gerek yok.
Gelinen noktada halkın haklı demokratik talepleri ve bu uğurda yaptıkları eylemler, Çin ve ona bağlı Hong Kong yönetimiyle Batı yanlısı burjuvazi ve Batılı emperyalist güçler arasındaki çekişmenin aracı haline gelmiş durumda. Çin, 2000’lerden bu yana yaşadığı muazzam ekonomik büyüme sürecinde Hong Kong’un dünya kapitalizmiyle entegrasyonu ve küresel bir finans merkezi olması durumundan azami ölçüde faydalanmıştı. Çin’de yatırım yapan Batılı tekellerin birçoğunun yönetim merkezinin Hong Kong’da bulunması da bu bölgenin özel konumunu pekiştiriyordu. Ancak kapitalizmin küresel krizine paralel olarak ekonomik büyümenin yavaşlaması ve Hong Kong’un bu özel konumunun sürekli olarak Batılı emperyalist güçlerce kullanılmaya müsait olması karşısında Çin ipleri daha da geren bir politika izliyor. Bu da Hong Kong halkı için demokratik hakların daha da kısıtlanması, Çin despotizminin daha fazla dayatılması demek.
“Şemsiye devrimi”nden “balık köftesi devrimi”ne, Hong Kong’un düzen içi isyanları
Çin yönetiminin, 1997’de Hong Kong’u devralırken söz verdiği reformları yapmaması ve bilakis 2014’te seçim sistemini daha da güdükleştiren bir düzenlemeyi dayatması sonucu, o dönemde adına “şemsiye devrimi” denen kitlesel protesto gösterileri patlak vermişti. Halkın demokratik taleplerinin yanı sıra, Çin’i en çok ürküten de bazı muhalif grupların bağımsızlık talebini ileri sürmeleriydi. 2016’da da Çin’in yılbaşında izinsiz sokak satıcılarını hedef alan bir yasayı geçirmeye çalışmasına tepki olarak başlayan gösteriler hızla sokak çatışmalarına dönüşmüştü. Milliyetçi ve bağımsızlık yanlısı sloganlar bu gösterilerde de öne çıkmıştı. “Balık köftesi devrimi” olarak adlandırılan gösterileri Hong Kong yönetimi “isyan” olarak nitelendirmişti ki, bu da göstericilerin 20 yılla yargılanmaları anlamına geliyordu.
Son aylarda gerçekleşen ve göstericilerin kask takmasına istinaden “kask devrimi” olarak adlandırılan protestoları işte bu arka plan üzerinden kavramak gerekiyor. Hong Kong yönetiminin gündeme getirdiği yasa tasarısına tepki olarak başlayan gösterilere ilk etapta 1 milyona yakın insan katıldı. Yaklaşık 7 milyon nüfusu olan Hong Kong için bu çok önemli bir katılım anlamına geliyordu. Hizmet sektöründe çalışan işçilerden kamu çalışanlarına, avukatlardan ve öğretmenlerden öğrencilere, dini gruplardan çeşitli insan hakları aktivistlerine kadar geniş bir yelpazeden katılım alan gösterilerde tasarının geri çekilmesine ilişkin talepler ve sloganlar yer alıyordu. Zaman zaman polisle arbede çıksa da ilk haftalarda gösterilerin daha “barışçıl” geçtiğini söylemek yanlış olmayacaktır.
Gösterileri bastıramayan Hong Kong yönetimi, bunun üzerine tasarıyı askıya aldığını duyurmuş ama yasanın tamamen geri çekilmesini isteyen göstericiler protestoları devam ettirmişti. İkinci büyük dalgaya 2 milyona yakın gösterici katıldı. Söylem düzeyinde geri adım atar görünen açıklamalar yapsa da, Hong Kong yönetiminin başı olan Carrie Lam’ın tasarıyı tamamen geri çekmemesi protestoların sürmesine ve taleplere Carrie Lam’ın istifasının da eklenmesine yol açtı. Bu noktada göstericilerin içindeki bazı grupların İngiltere sömürgesi döneminde kullanılan bayrağı açmaları ve bağımsızlık taleplerini yükseltmeleri de, Çin ve Hong Kong yönetiminin gösteriler için kullandığı “dış güçlerin oyunu” yakıştırmasının zemin bulmasına hizmet etti. Nitekim Trump’ın hareketi destekleyen açıklamalar yapması, İngiltere’nin insan haklarının kısıtlandığına dair eleştirilerde bulunması da bu algıyı pekiştirdi. Bu da gösterilere kitlelerin desteğinde görece bir azalmaya yol açtı. Ancak Hong Kong yönetiminin göstericilere yönelik tavrını sertleştirmesi ve bazı paramiliter grupların polisin gözü önünde hiçbir engellemeyle karşılaşmaksızın göstericilere saldırması gibi olaylar, gösterilerin tekrar kitleselleşmesinde önemli rol oynadı.
Ağustos ayının başlarında, sendikaların da desteğiyle 24 bin kişinin katıldığı bir “genel grev” düzenlendi. Özellikle ulaşım sektöründe etkili olan grev Hong Kong yönetimi üzerindeki baskının artmasında etkili oldu. Bunu avukatların ve daha sonra da öğretmenlerin yürüyüşü takip etti. Polisin yüzlerce kişiyi gözaltına alması da göstericileri durdurmaya yetmedi. Göstericiler yaptıkları oturma eylemiyle Hong Kong uluslararası havalimanını işgal ettiler. Bu esnada Çin de göstericileri “terörist” olarak niteledi ve Hong Kong sınırına ağır silahlarla donanmış askeri birlikleri yığmaya başladı. Hong Kong burjuvazisinin kendi kontrolü dışındaki bu havalimanı işgaline hiç de sıcak bakmadığını da belirtelim. Bu finans merkezinde yüzlerce uçak seferinin iptal edilmesi sermayenin doğrudan damarına bastığı için, Çin’in ve hükümetin yanı sıra sermayeden de tepkilerin yükselmesi gecikmedi.
Çin’in askeri müdahale tehdidinde bulunması, Batı yanlısı burjuvaları ve liberalleri ürkütmüş olsa da gösterilerin önünü kesmiş değil. Aslında gösterilerin “Hong Kong’u özgürleştirin”, “Hong Kong Çin değildir” gibi sloganlarla devam etmesine yol açmış durumda. Ne var ki, bizzat göstericilerin kendilerinin itiraf ettiği gibi protestolar yeterince örgütlü değil ve ortak bir programdan yoksun. Bu yüzden de daha ziyade yönetimin adımlarına göre tavır belirlenmesi söz konusu. Bu da hareketi çeşitli burjuva ve liberal odakların daha kolay yönlendirmesine olanak sağlıyor.
Genel olarak bakıldığında, göstericilerin bileşimi ve gösterilerin niteliği 2014 ve 2016’dakinden pek bir değişiklik göstermiyor:
“Göstericilerin önemli bir kesimini oluşturan üniversite öğrencileri, protestoların da lokomotifi konumunda. Öğrencilerin yanı sıra yine üniversitelerde görev yapan akademisyenleri ve hizmet sektöründe çalışan beyaz yakalı işçileri de saymak gerek. Hong Kong Sendikalar Birliği, çeşitli sol, liberal grup ve partiler de hareketi destekliyorlar. Sokak gösterilerine aktif katılım çoğunlukla öğrenciler ve beyaz yakalı işçilerle sınırlı kalsa da, kendilerini Çinli değil Hong Konglu gören halkın çoğunluğu demokratik reform taleplerini destekliyor. Halkın çoğunluğu, Çin’in baskıcı ve anti-demokratik rejimini bir tehdit olarak gördüğünden, seçim sisteminin demokratikleşmesini ve Çin’in güdümünde olmayan bir hükümetin seçilmesini istiyor.”[2]
Benzer şekilde, 2014 ve 2016 yılındaki gösteriler için yaptığımız değerlendirmeler de geçerliliğini korumaktadır:
“Hong Kong’da yıllardır devam eden bu mücadelenin temel talebinin (genel oy hakkının tanınması) son derece meşru ve haklı olduğu, genel anlamda halkın desteğine sahip olduğu açıktır. Ancak hareketin liderliğini üstlenen Batı yanlısı burjuva kesimlerin temel derdi daha fazla demokrasi olmayıp, Hong Kong’un Çin’den olabildiğince bağımsızlaşmasını sağlamaktır. Bunun için de çoğu zaman el altından kitle gösterilerini desteklerken diğer taraftan Çin’le pazarlıklar yürütmektedirler. Ayrıca burjuvazinin önemli bir kesimi de Çin’le arayı bozmak istememektedir.
“(…) Ezici çoğunluğu hizmet sektöründe çalışan beyaz yakalı işçilerden oluşan Hong Kong işçi sınıfı ise henüz bu burjuva kesimlerden medet ummaya devam etmektedir. Devrimci bir sol hareketin olmaması, güya sosyalist kimi grupların «Maocu» geleneği devam ettirerek Çin’i desteklemeleri, sendikaların ve diğer işçi örgütlerinin demokrasi mücadelesine aktif olarak sahip çıkmamaları ve destek vermekle yetinmeleri temel sorunlardır. Bu da süregiden gösterilere yansımaktadır.
“(…) Hong Kong’da yaşanan süreç, gittikçe daha da gericileşen emperyalist-kapitalist sistemde burjuvazinin, kitlelerin demokratik taleplerini ve özlemlerini kendi çıkarları doğrultusunda suiistimal etmelerinin örneklerinden birisini oluşturuyor. Burjuvazinin derdi emekçi halkın yakıcı sorunlarına çözüm bulmak değildir. Kendi işine gelen hususlarda kontrollü bir kitle seferberliğini hayata geçirebilen burjuvazi, kapitalist sömürünün yarattığı sorunları tümüyle görmezden gelmekte, bu doğrultudaki mücadelelerin önünü kesmektedir. İşçi-emekçi kitleler kendi bağımsız örgütlenmelerini yaratarak düzeni hedef alan bir mücadeleye atılmadıkları sürece, en iyi ihtimalle artık tiridi çıkmış burjuva demokrasisinin dar sınırlarına hapsolmaya mahkûmdurlar.”[3]
[1] Hong Kong hakkında detaylı bilgi için bkz. Kerem Dağlı, Hong Kong’da Neler Oluyor, Ekim 2014, marksist.com
[2] age
[3] age
link: Kerem Dağlı, Hong Kong’da Protestolar Devam Ediyor, 2 Eylül 2019, https://marksist.net/node/6735
İngiliz Kapitalizminin Sancısı
Keşmir’de Gerilim Tırmanıyor