Sabahın erken saatlerine kadar uyuyamadım[1]
Ve bu beni yavaş yavaş tüketiyor
Kim sorumlu ve kimi suçlamalıyım bilmiyorum
Bu hayattan yorulduk artık
Kim sorumlu ve kimi suçlamalıyız bilmiyoruz
İlk seferinde izin verdik ve “terörle mücadele” diye 10 yılımızı harcadılar
İkincisinde senaryo belliydi: La Casa del Mouradia
Üçüncüsünde ülkeyi çıkarları için aç bıraktılar
Dördüncüsü şu: aptallık bitti ve mücadele devam ediyor!
Dünyanın her yerinde, her daim, en güzel şarkılar ezilenlerin ve sömürülenlerin başkaldırdıkları zaman hep bir ağızdan söyledikleri mücadele, özgürlük ve devrim şarkılarıdır. Bu şarkılarla haykırır milyonlar acılarını, umutlarını ve kavgalarını. Bu şarkılar güç verir kitlelere, cesaret verir; birlik olmanın, tek ses tek yürek olmanın ne büyük bir şey olduğunu, bir arada oldukça önlerinde hiçbir gücün duramayacağını hissettirir. Gelecekteki güzel günleri anlatır bu şarkılar, zulmedenleri lanetlerken. Tıpkı Şili halkının yıllar geçse de dilinden düşürmediği Victor Jara şarkıları gibi… Yahut Cezayir’in işçilerinin, emekçilerinin, gençlerinin aylardır söylediği özgürlük ve direniş şarkıları gibi…
Cezayir halkı 2019’un ilk günlerinden bu yana sokaklarda. Ayağa kalkmış kitleler önce onyıllardır kendilerine kan kusturan, iliklerine kadar soyup soğana çeviren egemenlerin temsilcisi ve en az düzenin kendisi kadar köhnemiş diktatör Buteflika’yı devirdiler. Bir avuç para babasının, eli kanlı generalin ve emperyalist gücün desteklediği Buteflika’dan kurtulmak yeterli değildi elbet. Buteflika’yı feda ederek düzenlerini kurtarmak derdindeki egemenler, seçimlerin yeniden yapılacağını ve “her şeyin düzeleceğini” söyleyerek kitleleri yatıştırmaya çalışsalar da protesto gösterileri devam etti. İşçilerin, emekçilerin ve özellikle de gençlerin başını çektiği gösterilere halkın her kesiminden yoğun katılım vardı.
Buteflika’nın devrilmesiyle tatmin olmayan kitleler, her hafta Cuma günü sokaklara dökülerek rejimin diğer unsurlarının da gitmesi için eylemler yapmaya devam ediyorlardı. Göstericiler, Buteflika’nın yerine gelen geçici devlet başkanı Ben Salah’ın seçim çağrılarını da kabul etmiyor ve seçimlerin rejimden bağımsız şekilde yapılmasını istiyorlardı. Nitekim Nisan ayında çok sayıda sendika ve sivil toplum örgütü ortak bir bildiri yayınlayarak demokratik bir geçiş için birlikte davranma çağrısı yapmışlardı. Muhalefetin bastırması sonucu, Ben Salah önceden açıkladığı şekilde seçimleri Temmuz ayında yapamamış ve ertelemek zorunda kalmıştı. Emekçi kitleler “bu ülke bizim, biz egemen olmalıyız” sloganlarıyla sokakları doldururken, gençlik örgütleri ve daha radikal muhalefet örgütleri ise rejim unsurlarıyla diyaloga girilmesine karşı çıkıyor ve rejim yıkılana kadar mücadelenin devam etmesi gerektiğini savunuyorlardı.[2]
Egemenler, emekçi halkın uyanışından korktukları için seçimlerin demokratik bir biçimde yapılacağı yalanını tekrarlamaktan bıkmasalar da, Aralık ayında yapılan seçimler gerçeğin hiç de öyle olmadığını bir kez daha ortaya koydu. Bir kez daha tarih, sömürücü egemenlerin köhnemiş ve artık halka bıkkınlık veren rejimlerinin seçimlerle veya diğer düzen içi yollarla değişmeyeceğini göstermiş oldu. Sadece rejimin tepesinden gelen 5 adaya izin verilen seçimlerin bir oyundan ibaret olduğu en başından belliydi. Bu 5 adaydan birisi, zaten Buteflika döneminde bakanlık ve başbakanlık yapmış olan, rejim yanlısı ve ordunun adamı Abdülmecid bin Tebbun’du. Diğer adayların da tamamı ya geçmişte başbakanlık veya bakanlık ya da iktidar partisinin yöneticiliğini yapmış kişilerden oluşuyordu. Neticede, katılımın %40’larda kaldığı, hiçbir meşruiyeti olmayan düzmece seçim oyununda güya %58 oy alan Tebbun devlet başkanı ilan edildi.
Ancak rejimin bu seçim oyunundan sözde başarılı bir sonuç elde etmesiyle ülkeye “istikrar” geldiği söylenemez. Halkın seçimlere ilgisi ve güveni o kadar düşüktü ki bazı bölgelerde seçimlere katılım %10 düzeyinde kaldı. Çok açıktır ki Cezayir halkı bu uyduruk seçimlerden ve birbirinin tekrarı olan burjuva politikacılardan bıkmış durumdadır. Seçimler sona ermesine rağmen protesto gösterileri kitlesel şekilde devam etmektedir. Halk, rejimin adamı Tebbun’un başa geçmesiyle kendisi açısından bir şey değişmeyeceğinin farkındadır. Rejim tamamen değişmeden daha fazla özgürlük ve demokrasi elde edemeyeceğini, ağır ekonomik sıkıntılarının bir nebze bile olsa hafiflemeyeceğini görmektedir.
12 Aralık seçimlerinin gösterdikleri
2019 Şubatından beri göstericilerin temel ve ortak talebi “şu anki egemen rejime son vermek, yeni yüzlerle yeni bir Cezayir oluşturmak” idi. Kitlelerin bu talebi açısından 12 Aralık seçimlerinin bir tür sınav olduğunu söylemek mümkündür. Hem rejimin merkezindeki “çete” hem de protestocular hareketin sınırlarını, kitle desteğinin sürüp sürmeyeceğini, toplumdaki etkisinin boyutlarını, rejimin kitle hareketini sönümlendirmeye gücünün yetip yetmeyeceğini görmüş oldular. Kasım ayının başından itibaren kitleselliği ve yoğunluğu tekrar artan protestolar, buna eklenen 4 günlük genel grev ve nihayet başarılı seçim boykotu açık biçimde göstermiş oldu ki, Hirak[3] olarak anılan kitle hareketi halen güçlü ve etkilidir ve rejimin bunu kırması da o kadar kolay değildir.
Kitle gösterileri, 1 Kasımda düzenlenen Devrim Günü[4] yürüyüşleriyle tavan yapmıştı. Rejimin 12 Aralıkta seçimlerin yapılacağını ilan etmesiyle birlikte sokaklara akan göstericiler, yüz binler halinde seçimleri protesto etmişlerdi. Rejim güçlerinin kentlerin girişini kapatması tehdidine karşın, on binlerce gösterici organize olarak birkaç gün öncesinden itibaren farklı şehirlere dağılmış ve sokakları tutmuştu. Bunun anlamı açıktı, rejimin belkemiğini oluşturan ordunun ve FLN’nin ülkenin “kurtarıcısı ve kurucusu” olmalarından aldıkları saygınlık ve dokunulmazlık, halkın gözünde artık yerle bir olmuştu. Burjuva muhalefetin “ikinci cumhuriyet” sloganlarıyla iç içe geçen “rejimi yıkacağız” sloganları, halk hareketi karşısında şimdilik direnen bu köhnemiş rejimin ölüm çanları niteliğindeydi. 1954-1962 yılları arasında sürmüş olan kurtuluş savaşına katılmış birçok “halk kahramanı” da bu süreçte harekete katıldı ve rejimin artık değişmesi gerektiğini söylediler. Bunlardan bazıları rejim güçlerince gözaltına alınmalarına ve hareketi kötülemeye zorlanmalarına rağmen geri adım atmadılar. Bu durum da rejimin Fransız sömürge güçlerine benzetilmesine yol açtı ve elini daha da zayıflatan faktörlerden biri oldu. Hâkimlerin 27 Ekimde başlattıkları greve ve Adliye işgaline karşı 3 Kasımda içişleri bakanlığının talimatıyla polisin saldırması da toplum genelinde tansiyonu iyice yükseltti. 5 Kasımda düzenlenen gösterilerde “adalet bakanı istifa” sloganları her yeri kapladı.
Yine Kasım ayı içinde (5-8 Kasım) yapılan ve özellikle ülkenin kuzeyinde, Berberilerin yoğun yaşadığı bölgelerde çok daha etkili olan ve hayatı durma noktasına getiren 4 günlük genel grev ise seçim öncesi yükselişe geçen kitle hareketinin tepe noktasını oluşturdu. UGTA’nın (Cezayir İşçileri Genel Birliği) rejim yanlısı üst yönetimine rağmen, COSYFOP (İmalat İşçileri Sendikaları Konfederasyonu) seçimlere karşı ve tüm siyasi mahkûmların serbest bırakılması için genel grev çağrısı yaptı ve ülke çapında bunu uyguladı. Benzer şekilde SNAPAP (Bağımsız Kamu İşçileri Sendikası) ve SATEF (Bağımsız Öğretmenler Sendikası) de bu genel grev çağrısına katıldılar. Cezayir’in tüm büyük şehirlerinde genel grev süresince işçiler çeşitli gösteriler düzenlediler. Üniversite ve lise öğrencileri de kitlesel biçimde bu genel greve destek verdiler ve gösterilere katıldılar. Hatta bazı şehirlerde, greve katılan işçiler ve çeşitli yerel örgütlenmeler halka yönelik temel kamu hizmetlerinin aksamaması için komiteler oluşturdular. Kasım ayı gösterilerine eklemlenen bu genel grev, işçi sınıfının Hirak’ın merkezinde ve etkin biçimde yer aldığının da göstergesiydi. Bu da, Cezayir’deki halk ayaklanmasının sürekliliğini ve dirençli olmasını sağlayan en önemli faktördür. Tam da bu sebeple Cezayir’deki süreç, “Arap Baharı”nı oluşturan diğer örneklerin çoğundan farklı biçimde gelişmiştir ve halen de devam etmektedir.
Kasım ayı gösterilerini, Aralık ayında seçimlere karşı yapılan boykot çağrıları ve devam eden kitle gösterileri izledi. Seçimlerden bir önceki gece protestolara katılan göstericilerin sayısı milyona ulaştı. Ülkenin her yanında kitleler “Gaid Salah[5] defol! Bu sene seçim olmayacak!”, “Bu çeteyle seçime hayır!” sloganları eşliğinde polisle çatıştılar, boykot çağrılarını haykırdılar. Polisin yasaklamasına rağmen seçimin yapıldığı 12 Aralıkta da kitlesel gösteriler devam etti. Göstericiler bütün gün polisle çatışmaya devam edip, bazı yerlerde karakolları bastılar, seçim sandıklarının konulduğu binaları ablukaya aldılar. Pek çok yerde polis göstericilerin kalabalıklığı ve öfkesi karşısında geri çekilmek zorunda kaldı. Bazı şehirlerde grevciler ve göstericiler mahallelerin girişlerine barikatlar kurarak seçim sandıklarının içeriye sokulmasını engellediler. Protesto hareketinin kalbi sayılabilecek Kabylie kentinde seçimler hiç yapılamadı.
Seçim sonuçları açıklandıktan sonra da yüz binlerin katıldığı gösteriler devam etti. Rejim ve polis, göstericileri dağıtmak ve gösterileri bastırmak için her yolu deniyor. Devlet kontrolündeki medya gösterilerin aleyhinde kara propaganda yapmaya devam ediyor ve “dış güçlerin oyunu”ndan bahsediyor. Ama bunların hiçbirinin işe yaradığı söylenemez. Sonuçta boykot başarılı olmuş ve kitleler sokaklardan çekilmemiştir. Hirak yaklaşık 50 haftadır her Cuma sokakları doldurmaktadır.
Rejim değişmeli, ama nasıl?
Tam da bu noktada, göstericilerin sıklıkla attığı bir slogan, sorulması gereken asıl soruyu ortaya koymaktadır: “Ülkeyi kim yönetecek? Tebbun mu, ordu mu, Hirak mı?” Mart 2019’da Cezayir: Rejim Krizde, Kitleler İsyanda adlı yazımızda yaptığımız değerlendirmede, asıl sorunun Buteflika’nın gitmesi değil, Buteflika sonrası sürecin neye ve kime göre, nasıl şekillendirileceği olduğunu söylemiş ve kitle hareketinin de bir değerlendirmesini yapmıştık. Rejimin restorasyonu veya yıkılması ikileminin ortada durduğunu, buna iktidar içi bir kapışmanın ve ekonomik krizin eşlik ettiğini belirtmiştik.
Aradan geçen sürede yaşananlar, kitle hareketinin sürekliliği ve geldiği düzey itibariyle, rejimin restorasyonunun pek kolay olmayacağını ortaya koymaktadır. Ülkedeki “devrimci durum” sürmektedir ve rejimin kitleleri yatıştırma olanakları da tükenmiş durumdadır. Ancak hareketin temel sorunları ve eksikleri de henüz aşılabilmiş değildir.
Düzen içi muhalefetin bir kısmı rejimle ipleri koparmadan, daha tedrici bir geçişle mevcut rejimden kurtulmanın yollarını arasa da, bu partilerin seçimlerde aldıkları son derece düşük oy oranları, kitlelerin bu çabaya prim vermediğini açık biçimde gözler önüne sermiştir. Burjuva muhalefetin önemli bir kısmı ise Hirak içinde yer almakta ancak onu, “gülümseyen devrim” gibi adlandırmalardan da anlaşılacağı üzere, “tamamen barışçıl yöntem ve gösterilerle, hukuksal düzene zarar vermeden” rejimi değiştirecek bir “demokratik devrim” sınırları içinde tutmaya çalışmaktadır.
Oysa gerek dünyanın içinde bulunduğu durum, gerek emperyalist savaşın tekrar kızışmaya başladığı Kuzey Afrika’daki genel durum, gerekse de Cezayir’in içinde bulunduğu siyasi ve ekonomik koşullar, burjuva muhalefetin “yumuşak geçiş” hayallerinin bir karşılığı olmadığını ortaya koymaktadır. Hirak’ın devrimci bir önderliğe sahip olmaması, bu noktada muazzam belirleyici ve olumsuz bir rol oynamaktadır. Kitle hareketinin bir devrimci önderliğe sahip olmadığı, bu boşlukta hareketi yönlendirmeyi başarabilen burjuva muhalefetin aslında bir çıkışsızlık içinde bulunduğu, rejimin ise güç belâ ayakta kalmayı sürdürdüğü koşullarda yarın ne olacağını söylemek zordur. Sürecin bir süre sonra daha kaotik bir hal alması ve devrimci bir önderlik çıkana kadar inişli çıkışlı bir hal içinde devam etmesi yüksek olasılıktır.
Kitle hareketine önderlik edebilecek bir devrimci örgütün hareketin içinden “kendiliğinden” çıkmayacağı aşikardır. Ancak kitle hareketi sürdükçe ve giderek daha geniş halk kesimlerini içine kattıkça, devrimci bir örgütlülüğün kitle hareketinin önderliğini kazanmasının nesnel zemininin de oluştuğu göz ardı edilmemelidir. Örneğin Hirak’ın yaklaşık 50 haftadır devam etmesi, ister istemez bazı yerel örgütlenmelerin, komitelerin oluşmasını sağlamıştır. Farklı bölgelerde birbirinden bağımsız olarak patlak veren gösterilerin birleşmesi ve aralarında bir koordinasyon sağlanması ihtiyacı, şimdilik burjuva muhalefet güçlerinin etkin olduğu, birtakım genel örgütlenmeler oluşmasını sağlamıştır. Genel grev aracılığıyla işçi sınıfını hareketin merkezine oturtan sendikalar, özellikle yerellerde ve şubeler düzeyinde, rejimin kontrolündeki UGTA’nın “uzlaşmacı” çizgisinden tamamen kopmuş ve kendi aralarında bir koordinasyon sağlama ihtiyacına binaen çeşitli organizasyonlara girişmiş durumdadırlar. Buna çeşitli işyerlerinde, üniversitelerde, mahallelerde ve şehirlerde oluşmuş komitelerin varlığını da eklemek gerekir. Son derece çeşitlilik arz eden bu yerel ve/veya genel örgütlenmeler henüz sovyetik bir karaktere sahip olmaktan şimdilik uzaktırlar.
Otoriter ve faşizan rejimler ve eğilimler tüm dünyada burjuvazi tarafından giderek artan oranda tercih edilir hale geliyor. İçinden geçtiğimiz tarihsel dönemin özellikleri ve baskıcı rejimlerin esnekliklerini yitirmeleri nedeniyle bu tür rejimlere karşı ayağa kalkan kitlelerin mücadelesi, düzen sınırlarını zorlayan bir noktaya doğru ilerlemektedir. Cezayir’de de kitleler eski rejimin kökten yıkılmasını istiyorlar, ama bunun yerine neyi nasıl geçireceklerini bilmiyorlar. Rejimin yıkılmasının ancak bir devrimle mümkün olduğunu ve bunun da sadece rejime değil kapitalist düzene de kökten karşı çıkmakla son derece ilintili bir hale geldiğini henüz göremiyorlar.
Son birkaç yıldır dünyanın pek çok ülkesinde gözlemlediğimiz gibi, kitleler değişim isteğiyle sokaklara dökülmelerine ve ellerinden geleni yapmalarına rağmen çoğu örnekte tepedeki burjuva politikacıların veya hükümetlerin değişmesini sağlamaktan öteye geçememektedirler. Eksik olan değişim istekleri değil devrimci bir önderliğe sahip olmayışlarıdır. Öte yandan baskıcı ve çürümüş rejimler de halkın dalga dalga gelen hareketini yok edememekte, yaptıkları zaman kazanmaktan öteye geçmemektedir. İşçi ve emekçi kitlelerin eninde sonunda düzeni kökünden değiştirmeye yöneleceklerinden ve bunu sağlayacak devrimci önderliklerin tarih sahnesindeki yerini alacağından kuşkumuz yoktur. Gittikçe kaotik hal alan dünyamız eninde sonunda işçi ve emekçilerin ellerinde yeni bir düzene kavuşacaktır.
[1] Cezayir’de protesto gösterilerine katılan kitlelerin dillerinden düşürmedikleri La Casa del Mouriadia (Başkanlık Sarayı) marşının sözleri. İlk olarak futbol taraftarlarının statlarda söylemeye başladığı ve başkanlık sarayı üzerinden rejimi eleştiren bu marş, hızla göstericilerin en çok söyledikleri marş haline gelmiştir. https://www.youtube.com/watch?v=xEisebu1dN0
[2] Detaylı bilgi için bkz. İlkay Meriç, Cezayir ve Sudan’da Zorlu Süreç, Mayıs 2019, MT
[3] Hirak Arapçada “hareket” anlamına geliyor. 22 Şubattan beri özellikle Cumaları yapılan ve halkın hemen her kesiminden insanların katıldığı protesto hareketi bu adla anılıyor. İçinde sol/sosyalist partilerden liberallere kadar farklı örgütler ve gruplar, sendikalar vb. yer alıyor. Burjuva muhalefetin bir kısmının rejimle fazla ters düşmemeye gayret gösterdiği Cezayir’de, yine burjuva muhalefetin görece “radikal” ve rejim değişikliği isteyen unsurları ise bu hareketi destekleyip içinde yer alıyorlar ve önemli ölçüde belirleyici de oluyorlar.
[4] Devrim Günü, Cezayir’in bağımsızlığını kazanmasını sağlayan kurtuluş savaşının başlangıç günü olan 1 Kasım 1954 tarihine binaen kutlanan resmi bir bayramdır.
[5] Buteflika’nın devrilmesinin ardından rejimin bir numaralı ismi olarak öne çıkan Genelkurmay Başkanı ve Savunma Bakanı.
link: Kerem Dağlı, Cezayir’de “Seçim” Bitti, Protestolar Sürüyor, 7 Ocak 2020, https://marksist.net/node/6816
Köklerimiz Çelikten
“Boyun Eğdirenler Boyun Eğdi!”