Bir yıl önce Kıbrıs Cumhuriyeti'nin AB'ye tam üye olmasıyla farklı bir boyut kazanan Kıbrıs süreci, 17 Nisanda Kuzey'de gerçekleştirilen cumhurbaşkanlığı seçimleriyle bir dönüm noktasına daha girdi. Bu seçimlerde, statükocu-devletçi güçlerin Kıbrıs'taki baş temsilcisi konumundaki Rauf Denktaş artık tahta dönüşen koltuğunu Mehmet Ali Talat'a devretti. Annan Planının oylanması, parlamento seçimleri, erken seçimler derken, son bir yıl içinde seçim atmosferinden bir türlü kutulamayan adanın kuzeyinde, Mehmet Ali Talat %55,6 oy oranıyla cumhurbaşkanı seçildi. Üstelik TC'nin statükocu güçlerinin ve Denktaş'ın ellerindeki tüm olanakları kullana-rak var güçleriyle yürüttükleri karşı kampanyalara rağmen.
Hatırlanacağı üzere eski İngiliz sömürge savcısı Denktaş ilkin 1975'te kurulan kukla federe devletin başına oturtulmuş, ardından 1983'te bu kez KKTC adı verilen bir tiyatro oyununun baş aktörü olmuş ve son 30 yıllık süreçte 'devlet' başkanlığı görevini kimselere kaptırmamıştı. Tüm bu dönem boyunca, Kuzey Kıbrıs, ilan edilen 'devlet'e rağmen Türkiye'nin bir vilayeti gibi görülürken, Denktaş da bu vilayetin valisi olarak görev yapmıştı.
şu an gelinen noktada dikkatlerin üzerinde yoğunlaştığı konu, değişimin 'vali'yle sınırlı kalıp kalmayacağıdır. Türkiye'de liberal burjuva basın son seçimin sonuçlarını sevinçle karşılayıp Denktaş devrinin bittiğini ilan etti. Liberallerin Denktaş devrinin bitmesiyle kastettikleri şey açıktır: AB sürecinin, dolayısıyla Annan Planının önündeki baş engellerden biri olan Denktaş'ın bertaraf edilmesi.
Bugün TC hükümetinin Kıbrıs politikası, tüm sancılı gidişata rağmen AB ve Annan Planı doğrultusunda belirleniyor. Talat da bu çizgiyle örtüşen bir 'devlet' başkanı. Dolayısıyla gerek Türkiye'de gerekse Kuzey Kıbrıs'ta hükümette olanların politikaları AB-ABD eksenli Kıbrıs politikasıyla örtüşüyor ve bu anlamda Denktaş devri bugün için sona ermiştir. Ne var ki bütün bunlar Talat'ı yeni 'vali' olmaktan çıkarmaya yetmiyor.
Kıbrıslı Türklerin en yakıcı şekilde ihtiyaç duydukları şey, Rumlarla birleşik bir Kıbrıs yaratma arzusunu hayata geçirebilecek bir iradedir. Ve bu irade kuşkusuz TC'den tümüyle bağımsız, ada halkının çıkarlarını ön plana alan bir politika gütmeyi gerektirir. Oysa Talat gerçekten Kuzey'in bağımsız iradesini mi temsil ediyor? İşte sorun buradadır. Kıbrıs'taki politik figürler de TC burjuvazisi içindeki çatışmanın taraflarına göre saflaşmış bulunuyorlar. Talat'ın Kuzey'in bağımsız iradesinin temsilcisi olmadığı, AB yanlısı TC burjuvazisinin Kıbrıs'taki politik temsilcisi olduğu açıktır. Talat sırtını AB yanlısı politikalar izleyen AKP hükümetine dayamıştır, nasıl ki Denktaş statükocu-devletçi TC hükümetlerine dayamışsa. Belli periyotlar halinde incelesek, bugüne dek Kuzey Kıbrıs'ın TC'nin yönelimlerinden ve TC burjuvazisinin çıkarlarından bağımsız bir politikasının hiçbir zaman olmadığını görürüz.
Türkiye'nin AB sürecine adım atmasıyla birlikte adanın kuzeyinde Denktaş muhalifleri hızlı bir atağa geçmiş ve Talat öne fırlamıştır. TC'nin bu süreçteki gelgitlerinin Talat'ın tutumunu çok yakından etkileyeceği açıktır. Bunun yanı sıra Kuzey'in gerici-tutucu-milliyetçi güçlerinin aldığı son darbe Güney'in bunu pekiştirecek birtakım adımlarıyla birleşmezse, Talat'ın ve CTP'nin aldığı halk desteğinin uzun vadede bu şekilde sürmesi de mümkün değildir.
AKP ve Kuzey Kıbrıs hükümeti bugün Annan Planını revize edilmiş biçimiyle tekrar masaya getirmek istiyor. Ancak Türk askerlerinin adadan çekilmesi, adaya sonradan adeta çıkartma yapan on binlerce Türkiyeli yerleşimcinin geri gönderilmesi, Rumların kuzeydeki mülklerinin geri verilmesi vs. sağlanmaz ve Güney'den de plana evet yanıtı çıkmazsa, Kıbrıs konusundaki liberal politikaların zora düşeceği ve Talat'ın pozisyonunun sarsılacağı açıktır. Nitekim Kuzey'de çeşitli sol muhalif yazarlar Talat'ı köşeye sıkıştırabilecek gidişata dikkat çekmeye ve onu uyarmaya başlamışlardır. Bu kesimler, Talat'ın ayağını denk almasını, aksi halde TC boyunduruğundan kurtulacak cesaret ve güçten yoksun olduğunu göstereceğini vurguluyorlar. Belirtmek gerekir ki, Talat TC boyunduruğundan kurtulma iradesini gösterebilecek olsaydı bile, bir burjuva politikacı olduğu için emperyalist burjuvazi içindeki çatışma ve saflaşmalardan muaf olamazdı.
Paranı da, paketini de, memurlarını daâ?¦
Hatırlayalım, uzun zamandan beri adanın kuzeyi, özel üniversiteler, kumarhaneler ve kara para aklama makinesi haline gelen bankalar dışında hiçbir gelir kaynağı kalmayan, uyuşturucu ticareti de dahil her türlü pis işin üssü haline getirilen ve Denktaş sülalesinin diğer TC işbirlikçileriyle birlikte buradan beslendikleri bir yer haline gelmişti.
TC ordusunun 1974 yazında 'Barış Harekâtı' adı altında başlattığı işgalin ardından ada halkının tüm geçim kapıları bir bir kapandı. TC Elçisine sormadan küçücük bir adım dahi atamayan KKTC adlı sözde bağımsız 'devlet'te, nüfusun büyük bir kesimi TC'den gönderilen paralarla maaşı verilen memurlar haline getirildi. 2000'lerin başında Türkiye'de yaşanan ekonomik kriz, Kıbrıs Türklerini katmerli bir şekilde vurmuştu. Ekonominin iflas etmesiyle, memurların maaşları dahi ödenemez hale gelmiş, Kıbrıslı Türkler güneydeki Rumlardan beş kat düşük bir gelir düzeyine mahkûm edilmişlerdi. Tam da bu süreçtedir ki, on binler, 'Ankara, paranı da, paketini de, memurlarını da istemiyoruzâ?¦ Köle olmak istemiyoruz' diye isyan ederek sokaklara döküldüler.
Halkın bu haklı tepkisinin rüzgârına yelken açan Talat'ın yıldızının parlaması da bu sayede oldu. Adanın kuzeyinde tam bir hükümranlık kuran, her türlü muhalif sesi kontr-gerilla yöntemleriyle bastıran, Kıbrıs'ı TC'nin karanlık güçlerinin yatağı haline getiren Denktaş'a karşı, AB yolunu açan Annan Planı ve bu planın savunucusu Talat, Kıbrıslı Türklerin tek kurtuluş çaresi olarak gösterildi.
Kendi sınıfsal çıkarları doğrultusunda bir çözüm üretecek örgütlülükten yoksun olan ada işçi ve emekçileri, geçmişte olduğu gibi bugün de burjuva 'çözüm'lerin ya da 'çözümsüzlük' politikalarının peşine takılıyorlar. Kıbrıslı Türklerin Annan Planını desteklemeleri de, Kıbrıslı Rumların AKEL tarafından tümüyle sağ bir bakış açısıyla ve milliyetçi temellerde bu plana hayır demeye yönlendirilmeleri de aynı nedenden kaynaklanıyor: bağımsız bir sınıf bakışından ve örgütlülükten yoksun oluş.
Annan Planı çözüm mü?
1878'de Osmanlı'nın İngiltere'ye kiraladığı, Birinci Emperyalist Savaşın ardından İngilizlerin ilhak ettiği ve ardından emperyalistlerin, TC'nin ve Yunanistan'ın ellerinin hiç eksik olmadığı Kıbrıs'ta, gerek Kuzey gerekse Güney'de ada halkının iradesi yüzyıllardır yok sayılmıştır.[1] Bugün de değişen bir şey yoktur. Burjuva liberallerin adaya kalıcı bir çözüm getireceği yanılsamasını yaydıkları Annan Planı da diğer tüm planlar gibi Kıbrıs halkının önüne tepeden dayatmalarla getirilen, ada halkının çıkarlarını, barışını değil, emperyalistlerin çıkarlarını esas alan bir plandır.
İki halkın, iki parçalı birleşik bir devlet altında barış içinde yaşamalarına dayandırıldığı iddia edilen bu emperyalist planın özü, ada halkının ikiye bölünmesidir. Ortaya atıldığı günden bu yana pek çok kez revize edilen bu planda, ada kâğıt üzerinde çeşitli şekillerde bölünmüş, sınırlar sürekli değiştirilmiş, fakat bütün bunlar yapılırken adalı işçilere, emekçilere hiçbir söz hakkı tanınmamıştır. Onlar adına sınırlar tayin edilmekte, nüfus kotaları getirilmekte, giriş-çıkışlar sınırlandırılmakta, mal mülk edinme koşullara bağlanmaktadır. Onlara biçilen görevse, emperyalist-kapitalist devletlerin kapalı kapılar ardında hazırladıkları planları, yapılan referandumlarda onaylamaktır.
Annan Planı, Kıbrıs Rumlarının ve Türklerinin çok belirgin sınırlarla birbirinden ayrılması üzerine inşa edilmiştir. Emperyalistlerin dilediklerinde ada halkını birbirine düşürmelerinin, eski yaraları kaşımalarının zemini bu planın öngördüğü yapıda fazlasıyla mevcuttur.
Fakat özellikle Kıbrıslı Türklerin içinde bulundukları açmaz, onların bütün bunlara rağmen bu planı bir kurtuluş çaresi olarak görmelerine yol açıyor. Avrupa Birliği Sorununda Marksist Tutum adlı broşüründe Elif Çağlı'nın da çok doğru bir şekilde belirttiği gibi, 'Türkiye ya da Kuzey Kıbrıs'ta işçi ve emekçi kitlelerin çoğunluğu, içinde bulundukları berbat duruma bakıp hiç değilse Avrupa demokrasisi kadar bir demokratik işleyişin özlemini çekiyorlar. â?¦ AB üyeliğine demokratik hakların genişletilmesi bakımından olumlu yaklaşan Türkiyeli ya da Kuzey Kıbrıslı kitlelerin bu yanılsamalarına son verecek en güçlü faktör, son tahlilde yaşayarak öğrenecekleri gerçekler olacaktır.'[2]
Marksistler kitlelerin bu ruh halini gayet anlaşılır bulmakla birlikte, yegâne gerçek ve kalıcı çözüme ancak kendi güçleriyle kuracakları birleşik bir devletle ulaşılabileceklerini işçilere yorulmadan anlatmak zorundadırlar.
'Türk, Kürt, Kıbrıslı, Filistinli, Iraklı vb. örneklerinde olduğu üzere, emekçi kitlelerin içinde bulundukları koşullardan kurtulabilmeleri için bir umut diyerek sarıldıkları AB ya da Birleşmiş Milletler benzeri emperyalist birliklerin «çözüm planları» bir oyalamacadır. Bu tür planlar, işçi ve emekçilerin bugün için olanaksız gördükleri devrimci çözüm yolunun önüne dikilmiş birer engelden başka bir şey değildir. Dolayısıyla, işçi sınıfı ve emekçi kitleler kendi çıkarlarını temsil eden devrimci bir planı yaşama geçirmek üzere örgütlenip seferber olmadıkları sürece, burjuva seçenekler arasında sıkışıp kalmaktan ve sürekli olarak zaman yitirmekten kurtulamayacaklar. İçinde bulundukları olumsuz koşulları değiştireceğini sandıkları burjuva planlara destek vererek kendilerini kandırdıkları sürece, hem bugünlerini hem de yarınlarını emperyalist güçler arasındaki çıkar çatışmalarına kurban edecekler.'[3]
Kıbrıs'ın kaderini Kıbrıs halkı tayin etmelidir
Bugüne dek kendi kaderini hiçbir zaman kendisinin tayin etmesine izin verilmeyen ada halkının barış içinde yaşayacağı kalıcı bir çözüme ulaşmasının yolu her şeyden önce, hiçbir dış müdahale olmaksızın kendi kaderini tayin edebilmesinden geçiyor. Her türlü emperyalist ve dışardan dayatılan plana karşı, adalı Rum ve Türk işçilerin, kurdukları ortak komiteler aracılığıyla tüm sorunlarına çözüm üretmek üzere bir araya gelmeleri bunun baş koşuludur. Kıbrıslı işçilerin ilk savunmaları gereken şey, sınırların kaldırılması, dolaşım ve yerleşim özgürlüğünün sınırsız şekilde hayata geçirilmesi ve ortak bir sendikal örgütlenmeye gidilmesi olmalıdır. Bu sağlanmadığı sürece, işçilerin bölünmüşlüğünün ve birbirlerine düşman edilmelerinin önüne geçilmesi mümkün değildir. Gerek Rum gerekse Türk burjuvazisi de bunu gayet iyi bilmekte ve işçilerin birliğini engellemek için elinden geleni yapmaktadır.
Emperyalist müdahalenin temel unsuru olarak kullanılan yabancı ordular (BM, NATO, İngiliz, TC ve Yunan ordusu) ve üsler adada var olmaya devam ettiği sürece, Kıbrıs halkının bağımsız iradesini kullanması mümkün değildir. Tüm yabancı üsler kapatılmalı, Türk ve Yunan askerleri de dahil olmak üzere tüm yabancı askerler derhal adadan çekilmelidir.
Bugün adanın kuzeyi de güneyi de istihbarat örgütlerinin ve mafyanın kol gezdiği, her türlü provokasyona gebe bir ortam arz ediyor. Faşist ve milliyetçi örgütlenmeler halklar arasındaki düşmanlığı kışkırtmak için fırsat kolluyorlar. Adadaki tüm faşist ve milliyetçi örgütlenmeler derhal dağıtılmalı, istihbarat örgütleri ve mafya adadan def edilmelidir. Kumarhaneler, kara para aklama merkezleri haline gelen bankalar derhal kapatılmalıdır.
Kıbrıs sorununun kapitalizm altında kalıcı bir çözüme ulaşmasının, yani adaya istikrarlı bir barışın gelmesinin olanaksız olduğunu adalı işçilere anlatmak ve kavratmak biz komünistlerin görevidir. Emperyalistlerin ve sözde anavatanların devrede olduğu tüm çözümler, yarın sorunun yeniden hortlatılmasının kilit unsurlarını da içinde barındıracaktır.
Sözde anavatanların burjuvazisi de dahil olmak üzere Kıbrıs'ta barışın garantörü hiçbir zaman kapitalistler ve onların birlikleri-devletleri olmamıştır, olamaz. Adalı Türklerin, Türkiyeli işçi ve emekçilerin kurtuluş gözüyle baktıkları Avrupa Birliği de böyle bir barışı güvenceye alamaz. AB ne yoksulluğu ortadan kaldıracaktır ne de kapitalizmin yarattığı kronik sorunlara derman olacaktır. 'O nedenle, kapitalistlerin «Avrupa Birliği» programı karşısında, enternasyonalist komünistler işçi sınıfının birlik programını savunur ve Avrupa Birleşik İşçi Sovyetleri sloganını yükseltirler.'[4]
Yunanistan, Türkiye ve Kıbrıs halklarının da dahil olacağı bu Avrupa Birleşik İşçi Sovyetleri, halkların barışının da refahının da tek garantisi olacaktır. Gerek adalı, gerek Yunan, gerekse Türkiyeli komünistlerin en büyük görevi, sovyetik temellerde oluşturulacak bir birleşik işçi devleti yaratma mücadelesini ortaklaştırarak yürütmektir. Ada halkının ve dünya halklarının kâbusu milliyetçiliktir, bu kâbustan kurtulmanın yolu ise enternasyonalizmden geçiyor.
[1] Kıbrıs sorununun tarihçesine ve Annan Planına ilişkin daha geniş bilgi için Zeynep Güneş'in www.marksist.com sitesinde yer alan Kıbrıs Sorununa Marksist Yaklaşım ve Kıbrıs'ta 'Çözüm' Arayışları adlı yazılarına bakınız.
[2] Elif Çağlı, Avrupa Birliği Sorununda Marksist Tutum, Tarih Bilinci Yayınları, Haziran 2004, s. 45
[3] age, s.54-55
[4] age, s.56
link: İlkay Meriç, Kıbrıs'ta Gerçek Çözümün Yolu, Mayıs 2005, https://marksist.net/node/7176
Kara Elmas İçin Ölüm
Burjuvazinin “Anneler Günü”