Kayseri’nin Melikgazi ilçesinde 30 Haziran akşamı korkunç bir ırkçı saldırı yaşandı. Ertesi gün Suriye’nin kuzeyinde TSK’nın kontrolü altında bulunan kentlerde Türkiye karşıtı gösteriler yapıldığı, Türk bayrağına ve kurumlarına saldırıldığı haberlerinin gelmesiyle ırkçı saldırılar dalga dalga Antep, Adana, Antalya, Hatay, Konya, Urfa, Bursa gibi kentlere de yayıldı. Antep’te işçi servisleri durdurulup Suriyeli işçi avına çıkılırken, Antalya’nın Serik ilçesinde 17 yaşındaki bir Suriyeli çocuk işçi sokakta bıçaklanarak öldürüldü, arkadaşı olan iki çocuk işçi ise ağır yaralandı.
Kayseri’deki linç girişimi, 6 yaşında bir çocuğun cinsel tacize uğradığı ve bunu yapanın Suriyeli olduğu haberinin yayılmasıyla başladı. Yüzlerce kişi sokağa dökülüp Suriyelilerin evlerini, işyerlerini ateşe verdi, otomobillerini iş makinesinin kepçesiyle hurdaya çevirdi, yaktı. Bu faşist güruhun çıkardığı yangınlara müdahale için gelen itfaiye ekiplerinin sokaklara girmesi engellenirken polis bu vandallığa uzun süre seyirci kaldı. Valisiyle, kaymakamıyla devlet ricali de sokağa dökülen faşist güruha, “zaten tecavüz edilen çocuk Türk de değil” diyerek eve dönme ricasında bulunmakla yetindi. İçişleri Bakanı Yerlikaya da ertesi gün, “kıymetli vatandaşlarım; provokasyonlara gelmeyelim. İtidalli davranalım. Hukuk dışı yollarla, insanlara, çevreye ve mallara zarar vererek suç işlemeyelim” sözleriyle bu ricacı tonu sürdürdü. Son olarak, Kayseri’de 855 kişinin gözaltına alındığını duyuran Yerlikaya, bunların 468’inin elli farklı suçtan adli kaydının olduğunu açıkladı.
Saatlerce dehşeti yaşayan Suriyeliler o gece canlarını zor kurtardılar. Fakat Suriyeli mülteciler üzerinde teröre dönüştürülen saldırılar pek çok kentte daha dar gruplarla halen sürdürülüyor. Aslında Yerlikaya’nın açıkladığı sabıka kayıtları söz konusu güruhun siyasi meşrebini de, bunların devlet güçleriyle ilişkilerini de ortaya koyuyor: Göçmen kaçakçılığı, yaralama, kişiyi hürriyetinden yoksun bırakma, uyuşturucu, cinsel taciz, yağma, hırsızlık, dolandırıcılık, parada sahtecilik… Bu “kıymetli vatandaşlar”ın bir çocuğa yapılan cinsel saldırı karşısında gösterdikleri hassasiyet doğrusu göz yaşartıcıdır! Neredeyse her gün tarikat hocalarından, askerlerden, polislerden, eşraftan, mahalledeki lümpenlerden, hatta “yerli ve milli” ailenin reisi olan babalardan kızlı erkekli çocuklara tecavüz haberlerinin geldiği bu ülkede, bir tecavüz söylentisi üzerine ayağa kalkan “mahallelinin” bu sebeple böylesi bir vandallığa girişmesi herhalde ki inandırıcılıktan yoksundur. Faşist rejimin milliyetçilik gazıyla şişirilmiş cürufun, Kürt düşmanlığının yanı sıra korkunç bir Suriyeli ve Afgan düşmanlığı güttüğünü biliyoruz. Ama şunu da biliyoruz ki, bu nitelikteki hiçbir kriminal olay, devlet güçlerinin göz yumması, hatta çoğu kez de kışkırtıp organize etmesi olmaksızın bu boyutlara ulaşamaz. Askeriyle polisiyle devlet “höt” dedi mi, onun karşısında kıldan ince olan boyunlar anında bükülüverir; aynı devlet ön açtığında ise tebaa birden aslan kesilir!
Bu ırkçı histeri dalgasını köpürtenlerin devlet içindeki hangi güç odakları olduğunu bilmiyoruz. Karşımızda, Erdoğan liderliğinde olmakla birlikte, farklı siyasi anlayışları kimi ortak çıkarlar temelinde birleştirmiş bir faşist rejim bulunmaktadır. Ancak son dönemlerde her zamankinden daha fazla dışa yansıdığı gibi, ortaklaşılamayan çıkarlar bu güçler arasındaki çatışmaları şiddetlendirmektedir. Ekonomik yıkımın önüne geçemeyen AKP’nin kan kaybetmesi rejimin geleceği için bir tehlike unsuruyken, bu süreçte muhalefetle ilişkilerde makas değiştirmeler ya da vites düşürmeler küçük ortak MHP’yi fazlasıyla rahatsız etmektedir. Bugünlerde duruşmalarına başlanan Sinan Ateş davasındaki sıkışmışlık da MHP’nin karın ağrılarından biridir. Rejimin diğer siyasi bileşenlerinin ve devlet içindeki çeşitli güçlerin de rahatsızlıkları artmaktadır. Sonuçta bu tür ciddi olayların siyasi iktidara mesaj vermek ya da ayar çekmek üzere provoke edilme potansiyeli yüksektir. Fakat asıl görülmesi gereken, bu ırkçı histerinin toplumsal zeminini döşeyen kanlı Suriye politikasında rejimin tüm bileşenlerinin elinin bulunmasıdır.
Bu emperyal politika, beslenen cihatçı katiller sürüsüyle, işgal edilen Suriye kentleriyle ve dizginsiz mülteci akınıyla, her alanda devasa bir sorun yumağı yaratmıştır. Erdoğan’ın “bir gece ansızın” “katil Esed”den “sayın Esed”e geçiş yapması da bu iflası alenen tescillemektedir. Tam da bu yüzden Suriye’deki besleme ordu, bekasına yönelik çok ciddi bir tehdit algısı içindedir ve eylemleriyle buna açıktan tepki göstermektedir. TC beslemesi kimi cihatçı gruplar Afrin, El Bab, Cerablus, Azez gibi TSK kontrolü altındaki kentlerde askeri araçlara, PTT binalarına, valilik binasına, bayraklara, Türk tırlarına vs. silahlı saldırılarda bulunmuşlardır. Çıkan çatışmalarda 10’a yakını ölmüş, çok daha fazlası yaralanmıştır.
Sonuçta Kayseri’deki saldırının hemen ertesi günü başlayan bu kalkışmayla birlikte Erdoğan’a çift taraflı mesaj verilmiştir. Fakat Suriye’de duvara toslayan Erdoğan metazori Esad’a el açmak zorunda kalmıştır.Üstelik Esad’ın müzakere için Türkiye’nin pılısını pırtısını toplayıp gitmesini önkoşul olarak dayatması, Erdoğan’ın işini iyice zorlaştırmaktadır. Türkiye’nin güney sınırının öte yanında 30 kilometre derinliğindeki bir şeridi “güvenli bölge” adı altında kopuşsuz bir şekilde işgal etmek üzere yapmayı planladığı askerî harekâtı da gerek Rusya, gerek Amerika, gerekse Irak yönetiminden yeşil ışık alamadığı için en azından kısa vadede gerçekleştiremeyeceği anlaşılmaktadır. Nitekim Erdoğan, Astana dönüşünde uçakta kendisine yöneltilen “askeri harekât hâlâ gündemde mi” sorusunu şöyle yanıtlamıştır: “Şu an itibariyle bunu bölgedeki olayların akışı belirleyecek. Gelişmeler olgunlaşmadan, belli bir noktaya gelmeden şu anda böyle bir adımı atacağız demek yanlış olur. Fakat gelişmeler ışığında eğer böylesi bir adım atmak gerekiyorsa bu yapılır.” Görüldüğü gibi, birkaç ay önce “bir gece ansızın” diye efelenen Erdoğan bir kez daha geri adım atmıştır.
Rejim, Suriye politikasının iflasını yalanla, manipülasyonla, demagojiyle örtmeye çalışmaktadır. Dışişleri Bakanlığının, son yaşananlar üzerinden Erdoğan rejiminin Suriye politikasına yönelik eleştiriler karşısında yaptığı açıklamada, “Türkiye, yıllardır taammüden ateş çemberine dönüştürülmüş bir coğrafyada huzur ve istikrar adası olmayı başarmıştır. Ülkemiz bölgede yaşanan savaşların dışında kaldığı gibi milletimizin huzur ve güvenliğini perçinlemiş, refahını artırmıştır. Bu süreçte savunma yeteneklerini de geliştiren ülkemiz, kendi coğrafyasında akamete uğrattığı terörle sınır ötesinde de mücadele edebilir hâle gelmiştir” denmektedir. Peki sormak gerekmez mi, mevcut iktidar yıllardır o coğrafyayı taammüden ateş çemberine dönüştürenlerin bu işte başlıca iş ortağı değil miydi? Türkiye, bıraktık cepheye sürülen binlerce askeri, Türkiye topraklarında patlatılan bombalar yüzünden yüzlerce insanını kaybetmedi mi? Kürtlere ve Suriyelilere yönelik linç girişimlerinin ardının arkasının kesilmediği, savaşa milyarlarca liralık bütçeler, örtülü ödenekler ayrılırken işçilerin, emekçilerin sefalet koşullarında yaşadığı Türkiye mi huzur, güvenlik, istikrar ve refah adasıdır? Savunma yetenekleri denen şeyse, tüm bunlar pahasına militarizmin körüklenmesi, savaş sanayinin gazlanmasıdır.
AKP iktidarının Suriye’de 2012’den bu yana izlediği savaş politikası milyonlarca Suriyelinin yaşadıkları toprakları terk edip başta Türkiye olmak üzere dört bir yana dağılmalarına neden olmuştur. IŞİD ve türevleri orada savaştırılan paralı askerler olarak kullanırken Ezidilere, Kürtlere zulmün en büyüğü yaşatılmış, Suriye’nin kuzeyinde Kürt anasını görmesin diye yapılmadık eziyet bırakılmamıştır. Bugün Rojava denen Suriye Kürdistanı’nın batı tarafı Türkiye’nin kontrolü altındadır. Antep’te Suriye Geçici Hükümeti diye oluşturulan kukla organizasyon, Esad rejimi karşısında kendisinin asıl Suriye hükümeti olduğu iddiasındadır. Ama her ne hikmetse kuzeydeki “kurtarılmış” bölgelerde PTT’den “valilik”lere, okullardan hastanelere tüm kurumlar TC’ye bağlıdır. Tüm bunlara rağmen Erdoğan “bizim kimsenin topraklarında da, egemenliğinde de gözümüz yok, Suriye’nin içişlerine karışmıyoruz” diyerek Esad’a sözde zeytin dalı uzatmaktadır. Ama o “zeytin dalı” bile Afrin’in yağmalanan zeytinliklerinden koparılmadır! Ayrıca Erdoğan’ın Suriye’nin kuzeyinde Kürtlerden gasp edilen yerleşim yerlerine 670 bin Suriyelinin “geri döndüğü”, Katar’ın desteğiyle hayata geçirilen konut projeleri tamamlandığında bu sayıya 1 milyon kişinin daha ekleneceği yönündeki açıklaması da rejimin o bölgeyi terk etmek gibi bir niyetinin olmadığını, orada kendi denetimindeki cihatçılar üzerinden egemenlik kurmak istediğini açıkça göstermektedir.
Suriyeli göçmenler konusunun bir de “ucuz işgücü” ayağı bulunmaktadır ki, Erdoğan rejimi bunu alenen dile getirmekten çekinmemektedir. Erdoğan son açıklamalarında “sığınmacılar konusunu önyargılar ve korkular temelinde değil, ülkemizin ve ekonomimizin gerçekleri temelinde akıllı, insani, vicdani bir çerçevede çözüme kavuşturacağız” diyerek meselenin bu boyutuna değinmekten de geri durmamıştır. Sanayiden tarıma milyonlarca Suriyeli işçi kölelik koşullarında çalıştırılarak dizginsizce sömürülmektedir. Üstelik yerli işçiler bu koşullarda çalışmak istemedikleri için “iş beğenmemekle” suçlanmaktadır.
Görüldüğü gibi rejimin Suriye politikası çok boyutlu sorunlara yol açmıştır. Peki “yerli ve milli” muhalefetimiz bu meselede “Esad’la görüşülmeli” dışında bir şey söylemekte midir? Elbette hayır. Suriye’ye asker gönderilmesi konusunda 12 yıldır uzatılan tezkerelere bir iki mızıldanma dışında tam destek verilmiştir. “Güvenli bölge” adı altında işgal alanının genişletilmesi konusunda Erdoğan koşulsuz desteklenmekte, hatta “bu neden yapılmadı” diye eleştirilmekten geri durulmamaktadır. CHP’siyle, İYİP’iyle, Ümit Özdağ faşistiyle burjuva muhalefetin tek yaptığı, koro halinde “Suriyeliler gönderilsin” çığırtkanlığı yapıp ırkçılığı körüklemekten ibarettir. Dolayısıyla karşı karşıya olduğumuz ırkçı histeri dalgasının oluşmasında iktidar kadar muhalefetin de payı vardır. Hatta Ümit Özdağ’ın başında olduğu ırkçı faşist Zafer Partisi yangına körükle gidenlerin en başında yer almaktadır. Yaşananlar bir kez daha gösteriyor ki, iktidarıyla muhalefetiyle egemenler ateşle oynuyorlar ama o ateş Türküyle, Kürdüyle, Suriyelisiyle, Afganıyla hep emekçileri yakıyor.
“Gerçek şu ki ne rejimin ne de burjuva muhalefetin bu sorunun gerçek çözümüne dair bir niyeti vardır. Kimden gelirse gelsin çözüm olarak «mültecileri ülkelerine geri göndereceğiz» demek gerçekçi değildir, içi boş propagandadan ibarettir. Bu tür söylemler pek çok emekçinin kulağına hoş gelebilir ama mülteci sorununun böyle «basit» bir çözümü yoktur. (…) Suriye’deki savaş bitmeden, Türkiye ve emperyalist güçler Suriye’den elini çekmeden, ülke ekonomik olarak ayağa dikilmeden, gerekli sosyal ve demokratik koşullar oluşturulmadan milyonlarca insanın geri dönmesi mümkün değildir. Emekçiler bu gerçeği görmeli ve başta Türkiye olmak üzere tüm emperyalist ve bölgesel güçlerin derhal Suriye’den elini çekmesini talep etmelidirler. (….)
“Türkiye’de rejim Suriye savaşına müdahil olurken, sınır ötesi operasyonlar yaparken alkışlayanlar bugün «Suriyeliler gitsin» diyor. Bu gerçeği görmezden gelerek «beni ilgilendirmez, gitsinler ülkelerine» demek açıkçası aymazlıktır. Çok açık ki emekçiler, göçmenlerden önce bu sorunu yaratan bugünkü rejime ve Türkiye egemenlerinin izlediği ırkçı ve yayılmacı emperyal politikaya karşı çıkmalıdırlar.”[*]
[*] Demet Yalçın, Göçmen Sorunu: Gerçekler, Açmazlar, Hedef Saptırmalar, 19 Mayıs 2022, https://marksist.net/node/7645
link: İlkay Meriç, Irkçı Histeri Dalgası ve Rejimin Yıkıcı Suriye Politikası, 4 Temmuz 2024, https://marksist.net/node/8306
Kapitalizmin Vahşi Yüzü: Çocuk İşçilik
İşçiler Öfkesini Asıl Kime Göstermeli?