Kapitalizmin sınır tanımaz yıkıcılığı karşısında emekçilerin tepkisi giderek büyürken, düzen karşıtı tek gerçek hareket olan komünist hareketin güçlü bir varlık gösteremediği koşullarda, kendilerini kurtarıcı olarak pazarlayan faşist liderlere gün doğuyor. Trump’ıyla, Putin, Orban, Meloni, Wilders, Erdoğan ve benzerleriyle, siyasal arena nicedir adeta faşist bir geçit törenine sahne oluyor.
“Kitleleri büyük umutlardan derin hayal kırıklıklarına sürükleyen çalkantılı süreçler faşizmin kitle tabanı bulmasına elverişli bir ortam sunar. Demokrasi ve yaşam standardının yükselmesini beklerken, bastıran kriz ve savaş hali kitlelerde endişe ve huzursuzluk yaratır. İçine düştüğü durumun gerçek müsebbibini ve kurtuluş yolunu göremeyen örgütsüz kitleler her türlü aldanmaya açık hale gelirler. İçindeki öfkesini doğru yere kanalize edemeyen kitle, şoven ve faşist odakların yarattığı «ortak düşman» yalanına kanarak öfkesini egemen güçlerin işine yarayacak şekilde kardeş halklara yöneltebilir. Toplumda milliyetçilik bu temelde yükseltilir. Bonapartlar, Führerler kitlelerin cehaletini kendi mutlak diktatörlük emelleri için en bayağı şekilde kullanarak, toplumun kurtarıcısı pozuna bürünüp iktidara tırmanırlar. Böylesi dönemlerde, işçi sınıfına ve emekçi kitlelere bıkıp usanmaksızın gerçekleri açıklamak, yalan, demagoji, provokasyon ve katliamlar eşliğinde kendi zalim diktatörlüklerini kurmaya çalışan Bonapart ve Führerlerin gerçek içyüzlerini kavratmak; işçileri-emekçileri bu sınıf düşmanlarına karşı mücadeleye yönlendirmek yakıcı bir önem taşır.”[1]
Elif Çağlı’nın dile getirdiği gibi, kapitalizmin tarihsel krizinin toplumda yarattığı çıkışsızlık ve umutsuzluk ruh halini istismar eden faşist demagoglar buradan güç ve iktidar devşiriyorlar. Bunların politik eleştirilerinde, argümanlarında, vaatlerinde kullandıkları dil de büyük bir benzerlik taşıyor. Rakiplerine elitist etiketi yapıştırıp, sahte bir düzen dışı söylemle işçileri peşlerine takmaya çalışıyorlar. Toplumu yapay temellerde kutuplaştırarak bölme ve bu sayede bir kesim üzerinde mutlak otorite kurup diğerini pasifize etme stratejisi güdüyorlar. Sözde ortak çıkarlar ve hedefler temelinde bir “biz” aidiyeti yarattıkları kitleleri hem histerik bir coşkuyla hem de keskin bir öfkeyle doldurarak seferber ediyorlar. Görkemli geçmiş mitleştirmesiyle örülü “altın çağ” vaatleriyle, güçlü devletten, güçlü liderden, güçlü politikalardan dem vuruyorlar. Faşist liderler kendilerini radikal savaşçılar, istihdamın ve ekonomik büyümenin tek garantörleri olarak lanse ediyorlar. Anti-komünizm, göçmen/yabancı düşmanlığı, LGBTİ düşmanlığı, kürtaj karşıtlığı da bu demagojik dilin daimi unsurlarını oluşturuyor. Tüm bunlar aile ve dini-manevi değerlerin yüceltilmesiyle harmanlanıyor.
Burjuva sol partilerin kapitalist saldırı politikalarını hayata geçirmekte, göçmen düşmanlığında, militarizm ve milliyetçilikte sağ ile yarışır hale gelmesi, faşist hareketlerin meşrulaştırılmasına zemin hazırladığı gibi, işçi sınıfının faşist demagojiden korunma zırhını da alabildiğine zayıflatıyor. Burjuva sağ ve solun farksızlaşıp merkezde toplanması, kapitalist politikalara duyulan tepkinin radikal uçlara kaymasına yol açıyor. Fakat kriz sarmalı içindeki kapitalizme devrimci bir karşı duruşun örgütlenemediği koşullarda, aşırı sağ ucu temsil eden faşizm, burjuva devletlerin ve büyük sermayenin tüm olanaklarını da kullanarak, giderek daha fazla güç kazanıyor.
Örneğin Trump, tüm skandallarına ve hatta faşist darbe girişimine rağmen ABD’de bir kez daha başkanlık koltuğuna oturma hakkı kazandı. Demokratları “sıradan Amerikalıların sorunlarından uzak, seçkinci bir parti” olarak nitelendiren bu faşist demagog, kendisini ise sıradan Amerikalıların, işçilerin çıkarlarının savunucusu bir savaşçı olarak lanse etmektedir. “Çin bizi mahvedecek”, “LGBT’ler aile yapımızı çökertiyor”, “kürtajcılar nüfusumuzun azalmasını ve büyük devlet olmaktan çıkmamızı istiyor”, “işimizi elimizden alan, mahallelerimizi işgal eden göçmenler her yere pislik ve suç yayıyor” propagandasıyla korkulara da oynayan Trump, emekçilerin tepkilerini ve öfkelerini faşizmin zehirli kanallarına akıtmayı hedeflemiş ve bunda önemli ölçüde başarılı olmuştur. Fakat bu noktada yaygın bir yanlışa, faşist demagojinin sadece bu zehirli dil üzerinden prim topladığı anlayışına kapılmamak gerekir. Zira işçi sınıfını asıl harekete geçirenler, en yakıcı sorunlarına yönelik vaatlerdir ki, bu da her yerde ve her devirde ekonomide somutlanmaktadır. Tam da bu yüzden Trump işçilere içine sürüklendikleri yıkımın sorumlusunun “büyük şirketler ve Washington’daki küreselleşmeci seçkinler” olduğunu ve bunu değiştireceğini söyleyerek seslenmektedir. Onlara her vesileyle, kimseye duyuramadıkları seslerinin kendisi tarafından duyulduğu mesajını vermektedir. Adil olmayan serbest ticaret anlaşmalarının iptalini, dışarıya kayan sanayiyi yeniden ülkeye getirmeyi, üretimi arttırmayı, Amerika’yı “yeniden büyük” yaparak “altın çağa” ulaşmayı vaat etmektedir.
İşçi sınıfıyla onu sömürmek dışında bir ilişkisi olmayan Trump gibi bir büyük kapitalistin, şu sözleri söylerken kalbinin en derinlerinden çıkıyormuş pozlarını takınması, faşist demagogların ortak özelliklerindendir:
“Biliyorsunuz, bana «Gerçekten çok zenginsiniz. Sizin bu insanlarla [işçi sınıfı] nasıl bir ilişkiniz olabilir?» diyorlar. Babam evler inşa etti, ben bu evlerde çalıştım ve elektrikçileri tanıdım. Tüm bu insanları tanıdım. Tesisatçıları, kalorifer tesisatçılarını tanıdım. Hepsini tanıdım. Ve onları, tanıdığım zengin insanlardan daha çok sevdim.”
Aşağıdaki sözler de yukarıdakiler gibi, Trump’ın seçim konuşmalarından birine aittir:
“Rakibim sizi aşağılık ve ıslah edilemez olarak karalarken, ben sizi ülkenizi seven ve tüm halkımız için daha iyi bir gelecek isteyen çalışkan Amerikalı vatanseverler olarak adlandırıyorum. Sizler anneler ve babalar, askerler ve denizciler, marangozlar ve kaynakçılarsınız.”
Trump, “Washington’daki seçkinler”, “Wall Street baronları” gibi ifadelerle, kendisini tekellerin değil emekçi halkın sözcüsü olarak yansıtmaya çalışmaktadır. “Ülkeyi şu anda gerçekten kontrol eden insanlarla varacağımız bir uzlaşma olduğunu düşünmüyorum, onları bir şekilde devirmediğimiz sürece kaybetmeye devam edeceğiz” diyen Senatör JD Vance (kendisi Trump’ın yardımcısı olacak) da aynı algıya oynamaktadır. Üstelik “büyük sermayenin kontrolü altına girmeyen, sendikalı ve sendikasız işçilere hesap veren bir lidere; çokuluslu şirketlere kendini satmayacak bir lidere ihtiyacımız var” diyerek çok daha radikal bir söylem kullanmaktadır.
“Onyıllar boyunca, Washington’da güç ve konfora sahip azınlık ile geri kalanımız arasındaki uçurum sadece genişledi” sözleriyle pekiştirilen bu söyleme göre ortada bir Trump karşıtı sermaye kesimleri vardır, bir de geri kalan “çoğunluk”! Böylece Trump yanlısı sermaye kesimleri, büyük bir hokuspokusla işçilerin, emekçilerin oluşturduğu çoğunluk içine karıştırılıp kaynatılmaktadır. İşçilerin akıllarında kalması istenen şey, Cumhuriyetçi Partinin ve Trump’ın “güç ve konfora sahip azınlık” karşısında sınıflarüstü bir bütünü temsil ettiği algısıdır. Demokratlar ise küresel sermayeye sadakatle hizmet eden seçkinlerdir! Oysa Trump’ın hedef tahtasına oturtmuş gibi gösterdiği bu kesimle aralarında sadece politik farklılıklar bulunmaktadır; hepsi de tekelci sermayenin has unsurlarıdır. Fakat bu demagojik dil onun, son 40 yıldır işçi sınıfından en fazla destek alan Cumhuriyetçi aday olarak seçim yarışını tamamlamasına büyük katkıda bulunmuştur.
Faşist liderlerin kullandığı dilin temel çatısının aynı metin yazarlarının elinden çıkmışçasına benzerlik göstermesi dikkat çekicidir. Nitekim benzer demagojik söylemleri Trump’ın bu topraklardaki “dostundan” da sıkça duyuyoruz. İktidara geldikten bir süre sonra ayrı düştüğü TÜSİAD sermayesini “Anadolu sermayesini aralarına almak istemeyen seçkinci İstanbul sermayesi” olarak nitelendiren Erdoğan da tıpkı Trump ve diğerleri gibi kendisini her zaman kadim “işçi dostu”, “kimsesizlerin kimsesi”, “mazlumların sesi” olarak lanse etmiştir. HAK-İş genel kurulunda yaptığı konuşmada dillendirdiği ve benzerlerini defalarca tekrarladığı şu sözlere bakalım:
“Kendimizi ülkemizdeki 16 milyonluk büyük emekçi ailesinin bir ferdi olarak görüyoruz. Ailesinin rızkını kaptanlık yaparak temin etmiş bir babanın evladıyım. Gençlik yıllarında İETT’de işçi olarak çalışmış bir kardeşinizim. Daha sonra ticarete atılmış, esnaflık yapmış, rızkını ticarette aramış biriyim. Şafakla beraber uyanmanın, kışın soğuğunda otobüs beklemenin, kalabalıklar arasında işe gitmenin, gazete kâğıtları üzerine serilmiş bir sofrada yemek yemenin ne demek olduğunu çok iyi bilirim. Alın teriyle kazanılan paranın ne kadar kıymetli, ne kadar bereketli olduğunu hamdolsun çok iyi bilirim. İşçi kardeşlerimizin evlerine ekmek götürmek için zorluklara nasıl göğüs gerdiklerini de çok iyi bilirim.”
“Sizin aranızdan çıktım”, “sizin dostunuzum” söylemi, geçmişten bugüne faşist demagojinin temel unsurlarından biri olagelmiştir. Bu “sizden biriyim” sahtekârlığının şahı elbette Hitler’dir. Siyasi faaliyetini başlattığı ilk partinin adının “işçi” ve “sosyalist” sözcüklerini içermesi elbette son derece bilinçli bir tercihtir.[2] Doğrudan Marksizmi hedef alan bir politik söylemle kurulan bir partinin bu ismi seçmesi, o dönemde devrime yürüyen işçi sınıfını komünist hareketten koparmak için nasıl kumpaslar kurulduğunun çarpıcı bir göstergesidir.
Hitler iktidara gelişinin ilk yılında Siemens fabrikasında işçilere yaptığı konuşmada (Kasım 1933) şöyle diyordu: “Hemşehrilerim, Alman işçi kardeşlerim. Sizin saflarınızdan geliyorum, sizden biriydim, dört yıllık savaşta yanınızdaydım. Sonra, kendimi eğitme konusundaki azmim sayesinde ve büyük açlığa katlanarak, adım adım kendimi yukarı çektim. Ama derinlerde, aynı kaldım.”
Devamında, son derece sinsi ifadelerle, “halkları birbirine düşüren, her yerde yaşayan ve işlerini yürüten, köksüz, vatansız, uluslararası gruplar” diyerek işaret ettiği Yahudileri hedef tahtasına oturtuyor ve ardından sözlerini şöyle sürdürüyordu: “Ama halk onları takip edemez. Halk toprağına bağlı, vatanına bağlı, devletin, milletin sunduğu yaşam olanaklarına bağlı. Bana bu devasa görevi üstlenme cesaretini verenler aydınlar değildi ama cesareti buldum diyebilirim çünkü sadece iki tip insanla karşılaştım, çiftçi ve Alman işçi. Belki bazılarınız Marksist Partiyi defettiğim için beni affedemeyeceksiniz. Ama ben ayrıca diğer tüm partileri de defediyorum. İktidara ilk geldiğimde Almanya’da 6.200.000’den fazla işsiz vardı ve bugün bu sayı 3.710.000. Dokuz ay için bu kendi başına inanılmaz bir başarıdır…”[3]
Fabrikanın ortasına kurulan platformdan höykürerek işçilere seslenen Hitler, çevresindeki Naziler tarafından çılgınca alkışlanırken işçilerden ateşli bir destek alamıyordu henüz. Fakat sosyal demokrat ve komünist hareketin ezilmesinin ardından özellikle gençlikten aldığı destek artacaktı. İnşa edilen yıkım makinesi, refah vaatleri ve ulusal gururun yeniden diriltilmesi demagojisiyle parlatılmaktaydı. Tümüyle militarize edilmiş[4] bir sanayinin robotları haline getirilen ve böylelikle “işlendirilen” işçiler ise çok geçmeden korkunç bir savaş cehnneminin içine sürülecekti.
Hitler, yukarıdaki konuşmadan yedi yıl sonra (Aralık 1940), Berlin’deki işçilere bu kez İkinci Dünya Savaşının alevleri arasında sesleniyordu. Bu konuşmada ve daha pek çoklarında görüldüğü gibi, işçilere hitap ederken Marksizmden apartılmış doğruları demagojik söylevlerinin temel malzemeleri haline getiriyordu. Söz konusu konuşmada, Fransa ve İngiltere gibi düşman emperyalist güçler hedefe konurken, bu ülkelerdeki demokrasinin ne menem bir şey olduğu çarpıcı bir şekilde teşhir ediliyordu örneğin. Ya da özgürlüğün, basın özgürlüğünün vb. nasıl sahtekârlıktan ibaret olduğu… Bu ajitatif teşhir, düzen partileri, sınıflar arasındaki uçurumsal farklar, işsizlik, yoksulluk gibi konularda da yapılıyordu. Ama tüm bunlar Almanya’daki faşist rejimi meşrulaştırmak üzere dillendiriliyordu. Sanki orada kapitalizm ve sınıflar ortadan kaldırılmış, yoksulluk son bulmuş, halkın özgür düşüncesi varmış ve dikkate alınıyormuş gibi!
Bunun yanı sıra konuşma metninin ağırlıklı bölümü, İngiltere ve Fransa gibi sömürgeci güçler çok geniş topraklara sahipken, sömürgesi olmayan Almanya’nın dar sınırlara hapsolduğunu, “nüfus başına sahip olunan toprak” mukayesesi ile kanıtlama çabasından oluşuyordu. Böylelikle Alman emekçilere, özgürlük, demokrasi, eşitlik gibi aslında hiçbir ülkede olmayan değerlerin peşinden koşmak yerine yeni topraklar ele geçirip geleceğin refah toplumunu yaratmak üzere savaşmak gerektiği anlatılıyordu. “Endüstrimizin bir kısmını Almanya’nın geleceği için mücadelede zafere ulaşmamızı sağlayacak savaş üretimine ayırmak için satın alma kapasitesini sınırlamak zorundaydık” diyerek işçilerden sabır isteyen Hitler, onlara savaş sonrasında cenneti vaat ediyordu:
“Alman halkı gelecekte yaptığı her şey için zengin bir şekilde ödüllendirilecek. Bu savaşı kazandığımızda, birkaç sanayici veya milyoner, birkaç kapitalist veya aristokrat, birkaç burjuva veya başka biri tarafından kazanılmış olmayacak. … Tüm planlarımızın tek bir amacı var: Büyük Alman Devletini daha da geliştirmek, o büyük Alman ulusunun varlığının giderek daha fazla bilincine varmasını sağlamak ve aynı zamanda ona yaşamı yaşamaya değer kılan her şeyi vermek. Bireylerin yeteneklerini geliştirmelerinin ve hak ettiklerini elde etmelerinin önüne geçen engelleri giderek artan bir şekilde ortadan kaldırmaya karar verdik. Yaşamın her alanında mükemmelliğin bir modeli olması gereken ve olacak bir sosyal devlet inşa etmeye kararlıyız. Bu savaş sona erdiğinde, Almanya ciddi bir şekilde çalışmaya başlayacak. … Sonra Alman ulusu top üretmeyi bırakacak ve barışçıl işgallere ve milyonlar için yeni bir yeniden inşa çalışmasına girişecek. Sonra dünyaya ilk kez gerçek efendinin kim olduğunu göstereceğiz, kapitalizm mi yoksa çalışma mı. Bu çalışmadan büyük şairlerin hayalini kurduğu büyük Alman Reich’ı büyüyecek. Her bir oğlunun fanatik bir bağlılıkla tutunacağı Almanya olacak, çünkü en yoksullara bile bir yuva sağlayacak. Herkese hayatın anlamını öğretecek.”[5]
Kitle psikolojsini derinlikli olarak çalıştığı anlaşılan Hitler, toplumun bilinçsiz ve örgütsüz geniş kesimlerinin aslında ergen psikolojisiyle hareket ettiğini biliyordu. Kitlelerin “tahakküm edeni yalvarana tercih ettiği”ni, her zaman “gücün, sertliğin etkisi altına girdiği”ni söylüyordu. Öfkeli yığınları akla değil duygulara, korkulara, önyargılara seslenen bir demagojik propagandayla peşine takma stratejisi izlemişti. Nazi ideolojisini teorize ettiği “Kavgam” adlı kitabında şöyle diyordu Hitler: “Siyasi veya dini sahada büyük tarihi çağları harekete geçiren kuvvet, bilinen en eski zamanlardan beri, sadece ve sadece ağızdan çıkan esrarlı, otoriter sözler olmuştur. Bir milletin büyük çoğunluğu daima sözün gücüne inanır. Bütün büyük hareketler, insan ihtiraslarının ve ruhi durumlarının yanardağ patlamalarını andırmıştır. Estetikçilerin ve salon kahramanlarının limonata kamışları hiçbir zaman bu görevi görememiştir.”
Eğitimsiz büyük halk kesimlerinin basında gördüğü her şeye inandığı tespitinden hareket eden Hitler, basını rejimin yalanlarının biteviye tekrar edildiği bir propaganda makinesine dönüştürmüştü. Bu amaçla, insanların en geri, en ilkel yönlerine seslenerek onları seferber etmeye odaklanan bir propaganda aygıtı da oluşturulmuştu. “Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanlığı” adındaki bu aygıtın başındaki kişi, Hitler’in en yakınındaki isimlerden biri olan Goebbels’ti. Propaganda tekniklerinde sadece faşist ideolojinin servis edilme biçimleri değil, örneğin bir konuşmacının halka hitap ederken hangi pozisyonda duracağı, el hareketlerinin, mimiklerin hangi duyguyu doğurmak için kullanılacağı da incelikle çalışılmıştı.
Nazilerin bu sayede emekçileri ağlarına taktıklarını gayet iyi bilen günümüz faşist liderleri de, bu taktiklerle ve yöntemlerle yetkinleştirilmiş bir faşist propagandayı başarılı bir şekilde kullanmaktadırlar. Kendilerini halkı tanıyan, onun sorunlarını, yoksunluklarını, ihtiyaçlarını bilen ve bu sorunları çözebilecek yegâne kurtarıcılar olarak sunmaktadırlar. Toplumun en alt kesimlerini çekebilmek için ajitatif, basit, fakat otoriter bir dil kullanmaları, iddialarını aynı sözcüklerle sürekli tekrarlamaları, yalanları ortaya çıksa bile ısrarla tekrar etmeye devam etmeleri, kriz psikolojisine seslenmeleri, korkular yaratıp bunları kullanmaları yeni nesil faşist liderlerin de ortak özellikleridir. Buna karşı şu nokta hep akılda tutulmalıdır: faşist demagoji bilimsel argümanlarla çürütülerek boşa çıkarılamaz, o ancak örgütlü mücadeleyle alt edilebilir!
Bugün dünya tarihinin büyük kırılma noktalarının birinin içinden geçiyoruz. Milenyum dönemecinden bu yana yaşanan büyük tarihsel kriz ve onun bir uzantısı olarak yaşanan Üçüncü Dünya Savaşı çok daha büyük sarsıntılara ve yıkımlara yol açarak ilerliyor. İşçi sınıfının geniş kesimleri bu döneme ne yazık ki son derece örgütsüz ve bilinçsiz bir şekilde yakalanmış durumdalar. Bu aynı zamanda milyarlarca emekçinin faşist demagojiye de silahsız, zırhsız yakalanmaları anlamına geliyor.
Söz konusu durum, faşist bir rejimin 2016’dan bu yana iktidarda olduğu Türkiye açısından çok daha büyük bir yakıcılık taşımaktadır. Zira içinden çıkamadığı ekonomik kriz nedeniyle çok daha saldırgan hale gelen faşist rejim, yeni cephelere yayılan Ortadoğu savaşına da daha aktif bir şekilde müdahil olmanın hesaplarını yapıyor. Tüm bunların anlamı, bu rejimi yıkmak üzere ayağa kalkmadığı müddetçe Türkiyeli emekçileri önümüzdeki dönemde çok daha büyük yıkımların beklediğidir. O yüzden gün, boş beklentilere ve rehavete kapılma değil, işçi sınıfını sabırla örgütleyip faşizme ve kapitalizme karşı mücadeleye yönlendirme günüdür.
[1] Elif Çağlı, Faşist Tırmanışa Karşı Mücadeleye!, 27 Ocak 2016, https://marksist.net/node/4873
[2] 1919’da Alman İşçi Partisi (DAP) olarak kurulan parti, 1920 Şubatında Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi (NSDAP) adını almıştır.
[4] Hitler’in iktidara gelişini takip eden ilk beş yılda ağır sanayi üretimi %160’lar oranında artarken, tüketim malları üretimi yalnızca %36 oranında artmıştır. Bu arada reel ücretler düşürülürken, sanayi ve banka sermayesi ihya edilmiştir.
link: İlkay Meriç, Faşist Demagoji Ancak Örgütlü Mücadeleyle Alt Edilebilir, 22 Kasım 2024, https://marksist.net/node/8385
Trump’ın Galibiyeti ve Kapitalizmin Krizi
Rejimin Kayyum Saldırısı Dersim’e Uzandı