Kuzey Afrika’da başlayan isyan dalgasının ciddi ölçüde sarstığı ülkelerden biri olan Suriye’de, rejim karşıtı protestolar kitleselleşerek devam ederken, Esad yönetimi halk isyanını kanla bastırma politikasını terk etmiyor. Suriye’de katliamların yanı sıra, kitlesel tutuklamalarla, gözaltında kayıplarla ve işkencelerle tam bir devlet terörü uygulanıyor. Muhalif kitlelere azgınca saldıran Baas diktatörlüğü, “dış mihrakların oyununa gelen silahlı teröristler” söylemiyle Mart ayından bu yana 2200’den fazla insanı katletti, binlercesini yaraladı.
1963’ten bu yana hüküm süren totaliter Baas diktatörlüğünün Hafız Esad’dan sonraki temsilcisi olan Beşar Esad, rejimin şimdiye dek karşılaştığı en kitlesel isyan karşısında acımasız bir saldırı stratejisi güderken, göstermelik reform vaatlerinde bulunmayı da ihmal etmiyor. Ancak nasıl devrilmeden önce Tunus’ta Bin Ali’nin, Mısır’da Mübarek’in iktidarlarını korumak için verdikleri reform sözleri sadece lafta kaldıysa, Suriye’de de aynı durum yaşanıyor. Önce, sayıları 250 bini bulan ve on yıllardır kendilerine kimlik verilmediği için hiçbir vatandaşlık hakları bulunmayan Kürtlere kimlik verileceği açıklandı. Fakat Kürtleri isyandan uzak tutmak ve rejime yedeklemek üzere verilen bu sözün hayata geçirilmediği kısa sürede ortaya çıktı. 1962’den bu yana yürürlükte olan olağanüstü hal uygulaması, reform vaatleri çerçevesinde geçtiğimiz aylarda kaldırıldı. Ancak yüzlerce ölü, ev baskınları, gözaltılar ve artan baskılar, kâğıt üzerindeki bu değişikliğin mevcut “hal”de bir değişikliğe yol açmadığının somut göstergeleridir.
Esad rejimi sıkıştığı her noktada bir başka vaatle kitleleri oyalamaya çalışmaktadır. Baas’ın dayattığı “cephe”nin dışında kaldıkları için yasal sayılmayan siyasi partilere izin verileceği, tek partili sistemin terk edilip serbest seçimlere gidileceği yolundaki son sözler de bu yalanlar silsilesinin birer parçasıdır. Reform vaatlerinin üzerinden birkaç gün geçmeden Hama ve Lazkiye’de gerçekleştirilen son katliamlar, Esad’ın, iktidarını ve rejimi korumak uğruna vahşet yöntemlerini terk etmemekte kararlı olduğunu ve demokratikleşme doğrultusunda hiçbir ciddi adıma niyetli olmadığını bir kez daha kanıtlamıştır. Suriye anayasası “Arap Sosyalist Baas Partisi devlete ve topluma önderlik eder” diyerek Baas Partisini devlet partisi olarak kutsamaktadır. Cumhurbaşkanı aynı zamanda partinin genel sekreteri ve Ulusal İlerici Cephe hükümeti olarak adlandırılan sözde koalisyon hükümetinin lideridir. Dayatmayla oluşturulan bu “cephe”, Baas rejimini ve Baas Partisinin önderliğini kabul eden irili ufaklı partilerden (çeşitli sosyalist ve komünist partiler de dahil) ve sendikacılardan oluşmaktadır. Cephe dışında kalan partiler ise yasadışı sayılmaktadır. Bu uygulamanın amacı, çok partililik maskesi altında tek parti diktatörlüğünü gizlemek ve tüm muhalefeti bu sözde cephe içinde eritip yok etmektir. Nitekim bu amaca önemli ölçüde ulaşılmıştır da. Onyıllardır rejimle iç içe geçmiş olan sözde sosyalist partilerin, altı aydır devam eden halk isyanını desteklememeleri, uzun bir geçmişe sahip bu tip partilerin varlığına rağmen emekçi kitlelerin son derece örgütsüz oluşları, muhalefetin amorfluğu ve dağınık yapısı, tam da bunun göstergesidir.
Aslına bakılacak olursa, Beşar Esad’ın reform vaatleri yeni değildir. Hafız Esad 2000 yılında öldüğünde, anayasanın devlet başkanlığı için zorunlu kıldığı 40 yaş kuralı apar topar değiştirilip 34 yıla indirilerek oğlu Beşar Esad’ın cumhurbaşkanı seçilmesinin önü açılmıştı. Yapılan halk oylamasında yüksek bir oy oranıyla cumhurbaşkanı seçilen Beşar Esad, yenilik vadeden genç bir devlet başkanı olarak Suriye halkı için büyük bir umut kaynağı oldu. 37 yıllık Baas diktatörlüğünün reforme edileceği ve demokratik taleplerinin karşılanacağı beklentisi içindeki kitleler, bu umutla çeşitli forumlar ve toplantılar örgütlemeye başladı ve bu bir dalga halinde Şam’dan diğer kentlere yayıldı. Ancak bu umut fazla uzun sürmedi. Hareketin başını çeken aydınlara yönelik yoğun tutuklama dalgasıyla hareket bastırıldı. Bununla birlikte, ilerleyen süreçte, tüm reform vaatlerine rağmen demokratik haklara ve özgürlüklere dair hiçbir ciddi adım atmayan Esad, ekonomik alanda neoliberal dönüşüm sürecini başlatmaktan geri durmadı. Devletin ekonomideki ağırlığını kırmaya dönük adımların atılması, özelleştirmelere ve piyasanın serbestleştirilmesine ilişkin kararların alınması, yabancı yatırımların önünün açılması, özellikle son dört-beş yıldır hızlanarak ilerledi. Ancak demokratikleşmeye hiç sıra gelmedi.
Tunus’tan Yemen’e, Mısır’dan Bahreyn’e, Libya’dan Suriye’ye geniş bir coğrafyada yaşananlar, sorgulanamaz ve hesap sorulamaz otoriter tek parti rejimlerine dayanarak türlü ayrıcalıklarla ve her türlü yolsuzlukla muazzam servetler edinen burjuva egemenlerin ve bu sınıfın bir parçasını oluşturan asker-sivil bürokrasinin, iktidarlarını tehdit eden köklü reformlara kendiliklerinden girişmelerinin boş bir beklenti olduğunu göstermektedir. Yaşadığımız bu örneklerin gösterdiği bir başka olguysa, işçi sınıfının örgütlü bir güç olarak varlık gösteremediği koşullarda, burjuva güçlerin devrimci durumları kolaylıkla pörsütüp kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirebildikleri gerçeğidir. Emekçi kitlelerin bağımsız sınıf çıkarları temelinde harekete geçememeleri halinde, dizginler emperyalist güçlerin ve onların yerli burjuva işbirlikçilerinin eline geçmektedir. Bugün Baas diktatörlüğünün anti-demokratik karakterini öne çıkaran emperyalist güçlerin amacı elbette Suriye halkını demokrasi ve özgürlüğe kavuşturmak değil, kendi çıkarlarıyla uyumlu politikalar izleyecek bir yönetimin işbaşına gelmesini sağlamaktır.
Emperyalist planlar ve tertipler
Yoğun bir nüfusun yanı sıra zengin enerji kaynakları da barındıran bir coğrafyayı oluşturan Ortadoğu, bu özellikleri nedeniyle emperyalist güçlerin göz diktiği alanların başında geliyor. Emperyalist güçler, bir yandan bu geniş pazara daha etkin bir şekilde nüfuz edebilmek, öte yandan enerji kaynaklarını kendi çıkarları doğrultusunda rahatça kullanabilmek amacıyla, söz konusu coğrafyada kapitalist pazar ekonomisinin önündeki engelleri kaldırmaya ve bunun için zorunlu olan dönüşümleri gerçekleştirerek uygun üstyapı kurumlarını yerleştirmeye çalışıyorlar. 2000’lerin başından bu yana daha aktif bir şekilde uygulamaya sokulan bu doğrultudaki planlar adım adım hayata geçiriliyor. Irak’ın işgaliyle ivmelenen süreç, Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesinde ilerliyor.
Bu yıl patlak veren halk isyanlarını mevcut aşamada düzen içine hapsetmeyi beceren burjuva güçler, bir yandan da bunları kendi dönüşüm planları doğrultusunda kullanmaya çalışıyorlar. Mısır ve Tunus’ta diktatörlerin def edilmesinin ardından ipleri kendi ellerinde tutmayı başaran yerli ve yabancı burjuva güçler, Libya’da ortaya çıkan hareketi tümüyle kontrollü bir şekilde ilerletmeyi başardılar. Bilindiği gibi Libya diğer örneklerden farklı olarak, burjuva muhalefetin hâkimiyetindeki silahlı isyanın, emperyalist koalisyonun her türlü askeri desteği ve NATO’nun hava bombardımanları eşliğinde yürümesiyle öne çıkıyordu. Emperyalist güçlerin de el atmasıyla Mart ortalarından bu yana şiddetli bir iç savaşın yaşandığı Libya’da, 42 yıllık Kaddafi diktatörlüğü 22 Ağustosta fiilen yıkıldı ve emperyalist güçlerin ve ülke içindeki muhalif burjuva kesimlerin öncülüğündeki Ulusal Geçiş Konseyi iktidarı ele geçirdi. Emekçi halk kitlelerinin bağımsız ve örgütlü bir güç olarak sahneye çıkamadıkları mevcut durumda, sürecin bundan sonra nasıl ilerleyeceğini kuşkusuz gerek bu konsey içindeki burjuva güçlerin kendi aralarındaki mücadele, gerek bunların emperyalist güçlerle olan ilişkileri, gerekse emperyalist güçlerin birbirleri arasındaki mücadele belirleyecek. Ancak sivilleri katliamdan koruma bahanesiyle Libya’ya askeri operasyon düzenleyen emperyalist güçlerin ve ülke içindeki burjuva işbirlikçilerinin şimdiden petrol pazarlıklarına başlamış oldukları bir gerçek. İtalya ve Fransa’nın en güçlü payı almak üzere hareket ettiği, Rusya ve Çin’inse, Libya halkına destek vermedikleri gerekçesiyle pazarlık sürecinin dışına itilmeye çalışıldığı görülüyor.
Benzer tertipler şimdi de Suriye için devrede. Emperyalist cephenin Esad rejimini sıkıştırma operasyonu yoğunlaşarak devam ediyor. Obama’nın ve ardından Almanya, İngiltere ve Fransa’nın Esad’a ilk kez “istifa et” çağrısında bulunmaları, olası bir askeri müdahale öncesinde önemli bir aşama olarak öne çıkıyor. Başını ABD’nin çektiği ve Türkiye’nin de aralarında bulunduğu emperyalist güçler, bir yandan Libya’dakine benzer bir askeri müdahale seçeneğini daha yakından değerlendirirken öte yandan koşulların daha elverişli hale gelmesi için zaman kollamaktadırlar. Ne var ki, ABD ve NATO’nun Afganistan ve Libya’ya yoğunlaşması, Rusya’nın sert çıkışları, Çin’in muhalif tutumu ve İran faktörü, Türkiye’nin de içinde yer aldığı emperyalist kampın askeri bir harekâta girişmesini zorlaştırmaktadır. Böylesi bir harekâtın Irak, İran, Lübnan başta olmak üzere tüm bölgeyi ateşe vereceği gayet iyi bilinmektedir ve henüz tam olarak hazır olmadıkları böylesi geniş ölçekli bir savaş emperyalist güçleri daha ince hesaplara ve ağır hareket etmeye itmektedir. Bununla birlikte, emperyalist güçlerin tam da Esad’a “istifa et” çağrılarını yükselttikleri günlerde Libya’da Kaddafi’nin devrilmesinin, emperyalist koalisyonun elini güçlendirdiği de açıktır.
Libya’da ölü sayısı çok daha düşük aşamadayken BM’den “uçuşa yasak bölge” ve ağır yaptırım kararları çıkartan emperyalist güçlerin Suriye’de işi daha ağırdan almalarının önemli bir nedeni de, Suriye içindeki burjuva muhalif grupların uzun süredir birleşik bir güç haline gelememeleridir. Ancak bu tablonun değişmesi için tüm olanakların seferber edildiği de görülüyor. ABD, İsrail, Türkiye ve Suudi Arabistan, silahlı isyancı grupları el altından desteklerlerken, maddi-askeri yardımda bulunarak yoğun bir yönlendirme faaliyeti içindeler. Hudson Institute raporuna göre ABD yoğun görüşmeler sürdürdüğü Müslüman Kardeşler’i iktidara hazırlamakta ve bu konuda Türkiye ile ortak hareket etmektedir. Müslüman Kardeşler Suriye’de İslamcı güçler arasında en örgütlü ve en güçlü yapıyı oluşturuyor ve bu örgüte bağlı silahlı milislerin çeşitli kentlerde etkin oldukları ifade ediliyor. Bu arada liberallerle İslami grupların mutabakata vardıkları da söyleniyor. Geçtiğimiz günlerde İstanbul’da toplanan muhalif grupların Esad sonrasında yönetimi üstlenmeyi planlayan bir “geçici konsey” kurma kararı almaları bu iddiayı güçlendiriyor. Söz konusu toplantıda bir araya gelen gruplar, Suriye içindeki muhalefeti koordine edebilmek için birkaç haftaya daha ihtiyaçları olduğunu dillendirdiler.
Muhalif saflarda yaşanan önderlik boşluğu sürecin oldukça yavaş ilerlemesine yol açmaktadır. Bu boşluğun yarattığı belirsizlikten, mevcut rejimin yıkılmasının İslamcı bir iktidara ya da kaosa yol açmasından korkan geniş bir halk kitlesi (Nusayri, laik Sünni, Hıristiyan vb.,) isyancılara açıktan destek vermekten geri durmaktadır. Bu yüzden isyan hâlâ Şam ve Halep gibi merkezi kentlerde güçlü bir etkiye sahip değildir.
Emperyalistleri ve muhalefeti zora sokan bir diğer husussa şimdiye kadar Esad yönetiminde Libya’da olduğu gibi bir çatlağın yaşanmamış olmasıdır. Türkiye de dahil olmak üzere emperyalist güçlerin tüm çabalarına, silah ve para desteğine rağmen, dağınık bir görüntü sergileyen muhaliflerin isyanı Libya’dakine benzer bir silahlı ayaklanmaya da evrilmemiştir.
Tunus, Mısır, Yemen gibi Batı emperyalizmiyle yakın işbirliği içinde olan ve bu güçler tarafından desteklenen ülkelerdeki diktatörlerin daha kısa süre içinde devrilmelerinin bir nedeni de, yaşanan büyük isyan karşısında tehlikeye giren düzeni diktatörleri feda ederek kurtarma telkininin yapılabileceği iktidar odaklarının ve kurumlarının olmasıdır. Emperyalist efendiler, kendi “çocuklarına”, yeter artık git mesajını vermiş ve askeri bürokrasi de bunu dikkate alarak diktatörü feda edip ipleri kendi eline almıştır. Suriye ve Libya’da ise Rusya ya da Çin gibi emperyalist odaklarla yakın ilişki içinde olan rejimlerin işbaşında olması, sürecin farklı bir seyir izlemesiyle ve uzamasıyla sonuçlanmıştır.
Türkiye’nin emperyalist hesapları
Türkiye, emperyalist hesapları doğrultusunda bir yandan muhalif güçlere destek verirken öte yandan ABD öncülüğündeki emperyalist koalisyonun karar alacağı olası bir askeri saldırıda vurucu güç olmaya hazırlanmaktadır. Bir yıl önce, “komşularla sıfır sorun” söylemiyle geliştirdiği yakın ilişkiler çerçevesinde Suriye’yle vizeleri kaldıran, ortak bakanlar kurulu toplantıları düzenleyen, sınırların kalkmasından, bölgesel entegrasyondan bahseden ve tüm bunlarla övünüp şişinen AKP hükümeti, şimdi “sıfır sorunlu komşu”yla savaşın eşiğine gelmiştir. Kısa bir süre öncesine kadar “kardeşim” dediği Esad’la her fırsatta samimi pozlar veren Erdoğan, “söz bitti”, “sabrımızın sonuna geldik” diyerek eski dostuna esip gürlemeye başlamıştır.
AKP hükümeti Erdoğan’ın ağzından “Suriye bizim iç işimizdir” diyerek, sınıra askeri yığınak yapıp olası bir askeri harekâta aktif katılım sağlayacağını gösterirken, Türkiye’deki savaş lobisi de var gücüyle savaş çığırtkanlığı yapmaktadır. Hatırlanacağı üzere, Libya’ya saldırı öncesinde, emperyalist güçler planladıkları askeri harekâtı meşrulaştırmak üzere medya aracılığıyla içinde her türlü yalan ve çarpıtmanın da bolca bulunduğu yoğun bir kampanya düzenlemişlerdi. Şimdi kampanyaya konu olan Suriye’dir. Halkı Suriye’yle savaşa hazırlama emrini alan burjuva basın, PKK’nin Suriye tarafından korunup kollandığı ve oradan gelen militanların Türkiye topraklarında eylemler yapıp geri kaçtığı yolundaki haberleri bu aralar sıkça servise sokmaktadır. Benzer şekilde İran da hedef tahtasına oturtulmuştur. Aslında büyük hedef İran’dır ve Suriye’ye saldırı İran’a saldırının ilk ayağı olarak planlanmaktadır.
Bilindiği gibi, uzun süredir ABD’nin çeşitli bahanelerle sıkıştırdığı bu iki ülkeye ilişkin emperyalist planlar, dönem dönem gündemdeki yeri silikleşse de aslında sürekliliğini koruyarak hayata geçirilmeye çalışılıyor. Türkiye son dönemlere kadar, ağır yaptırımları ve savaş seçeneğini engellemeye çalışan, sorunu diplomatik yollarla ve ikna çabalarıyla çözmeye uğraşan bir devlet görüntüsü sergiliyordu. Türkiye’nin hedefi Suriye’yi kapitalist dünya ekonomisine daha fazla entegre etmek, bu şekilde Batı’ya yaklaştırmaktı. Hatta bu doğrultuda atılan adımlar nedeniyle, çeşitli burjuva kesimler tarafından, ABD’ye kafa tutup İran’a yaklaşmakla, “ekseni” kaydırmakla suçlanıyordu. İran’ın nükleer programına yönelik yaptırım kararlarının hafifletilmesi ve geciktirilmesi, Suriye’ye ilişkin ne zamandır gündemde olan sert tedbirlerin ertelenmesi, bu süreçte Türkiye’nin büyük emperyalist plan çerçevesinde görece bağımsız inisiyatifler alarak zorladığı girişimler oldu. Türkiye bu sayede bölgedeki nüfuzunu arttırma planlarını hayata geçirmek için elverişli bir zemin de yakaladı. “Komşularla sıfır sorun” barışçıl söyleminin ardına gizlenen emperyalist politika, Suriye’yle çok yakın ilişkiler kurulması, Irak Kürdistanı’nın önemli bir ticari faaliyet üssü durumuna getirilmesi, Filistin sorununun hamiliğine soyunulması, pek çok ülkeyle vizelerin kaldırılması ve çeşitli ekonomik ve ticari anlaşmaların imzalanmasıyla adım adım hayata geçirildi. Ancak “Arap Baharı”, Türkiye burjuvazisinin baharına soğuk yeller üfledi.
Tunus ve Mısır’da ikircikli tutumlar takınan, Libya’ya müdahale sürecinde son derece çelişkili bir politika izleyip sonunda NATO operasyonunun merkezi karargâhı haline gelen Türkiye, sıra 900 küsur kilometrelik bir sınır komşuluğu olan ve aralarından su sızmayan kan kardeşler görüntüsü çizdiği Suriye’ye geldiğinde çok daha ikiyüzlü bir tutum izledi. Bir yandan aralarındaki “hukuka” dayanarak reform tavsiyeleriyle Esad’ı ikna etme girişimlerinde bulunurken, öte yandan alttan alta muhaliflere kucak açtı. Ortadoğu’da başlayan sürecin durmayacağını, isyan dalgasının üzerine binen Batılı emperyalist güçlerin bölgedeki siyasal düzenlemeleri kendi çıkarları temelinde yapacağını, Türkiye’nin bölgedeki etkisini kaybedebileceğini gören AKP, eski önerilerini bir kenara atarak “dost” Suriye’nin karşısına dikildi. Son haftalarda Esad’a yönelik dil oldukça sertleşti ve ipler kopma noktasına geldi. Sömürgeci rejime karşı isyan eden Kürtleri “terörist” ilan edip, onlara karşı otuz yıldır tanklarla, toplarla, ölümcül silahlarla donanmış savaş uçaklarıyla saldıran TC, şimdi isyancı kitleleri aynı söylemle katleden Esad’ı canilikle suçlamakta, yapılanları “kabul edilemez” ilan etmektedir. Genelkurmay’ın 90-100 PKK’li öldürdük açıklaması (daha sonra sayıyı 145-160’a çıkardı) yaptığı sıralarda Erdoğan’ın Esad’a yönelik olarak “zulümle abad olmaya gayret edenler, akıttıkları kanda boğulurlar” demesi, ikiyüzlülüğün ve çiftestandardın doruğudur.
Türkiye’nin Suriye’ye yönelik tutumunu sertleştirmesinde Kürt sorunu da önemli bir unsurdur. Bugünlerde 90’ların diline dönüş yaparak kanlı savaşı yeniden tırmandırmaya girişen AKP hükümetinin, ABD’yle, “ben PKK’ye saldırırken sen sessiz kal, ben de Suriye’de seni destekleyeyim” türünden gizli bir anlaşmaya varmış olması kuvvetle muhtemeldir.
Türk egemen sınıfı, isyan dalgasının sınır tanımadığı bir ortamda Suriye’den bu topraklara sıçrayacak bir isyan hareketine ket vurmanın en güvenceli yolunu müdahalede aktif rol almak olarak görmektedir. Kürt halkı nice zamandır zaten ayaktayken, Suriye Kürtlerinin de ayağa kalkmasının bu isyanı iyice güçlendireceğini bilmekte ve buna engel olmaya çalışmaktadır. Sınıra tampon bölge kurulmasından söz edilmesi bu kaygının doğrudan ifadesidir. Nitekim savaş çığırtkanlığı yapan burjuva ideologlar sıkça Irak örneğini hatırlatmaktadırlar. Türkiye gazetesi yazarlarından ve eski bürokratlardan Yılmaz Öztuna’nın aşağıdaki sözleri, gerek Kürt sorununa ilişkin kaygıları gerekse emperyal niyetleri özetler niteliktedir:
“1. ve 2. Irak savaşlarında Türkiye’nin pasif kalması, bize çok pahalıya mâl oldu: Kuzey Irak’ta ilk Kürt devleti kuruldu. Kerkük davamız acıklı şekilde sona erdi. Türkmenler ezildi. PKK, Irak’ta dağ ve kale gibi üsler verilerek Türkiye’ye salıverildi. (…) Amerika, Doğu Akdeniz’de Lübnan’a el atıp yeni üsler edinecektir. Türkiye tarafsız kaldığı takdirde, İskenderun Körfezi’ne kadar Suriye’nin kuzey şeridini Erbil’e açacaktır.” (10/08/2011)
Savaş hazırlıkları tam gaz devam ederken, saflar da netleşmektedir. Türkiye’nin yanı sıra, İsrail, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar gibi Ortadoğu ülkeleri ABD emperyalizminin safında yerlerini alırlarken, bölgedeki tüm devletler de bu safa davet edilmektedir. Karşı safta ise İran, Hizbullah, Hamas gibi güçler bulunmaktadır. Lübnan Hizbullahı Suriye’nin yanında olduğunu açıklamıştır. ABD’ye rağmen işbaşına gelen ve Şiilerin politik lideri olarak İran’dan da destek bulan Irak başbakanı Maliki ise, Suriye’ye yönelik bir askeri müdahaleye karşı olduğunu ifade etmiştir. Bu açıklamayla zamandaş bir şekilde Irak’ta bir gün içinde 12 farklı kentte patlatılan bombalarla 89 kişi katledilmiş, 300’ü aşkın insan yaralanmıştır. Bu patlamalardan sonra, ABD’nin daha önce Aralık ayına kadar çekeceğini açıkladığı 50 bin kişilik ordusunu çekmekten vazgeçebileceğini söylemesi, bu ve benzeri katliamlarda kimlerin parmakları olduğunun da ipucunu vermektedir.
Emperyalist plan dahilinde ABD, İsrail, Türkiye ve Suudi Arabistan tarafından başvurulan oyunlardan biri de mezhep ayrılıklarının kışkırtılmasıdır. Suriye’de Müslüman Kardeşler başta olmak üzere irili ufaklı Sünni İslamcı çevreler de bu oyunda aktif rol almaktadırlar. Esad rejiminin Alevilerin egemenliğinde bir azınlık rejimi olduğu, Sünnilerin zulme uğradığı yolundaki söylemler her fırsatta tekrarlanmaktadır. Oysa ideolojik hamurunu Arap milliyetçiliğinin oluşturduğu Baas rejiminin Alevilik ya da Şiilik üzerine inşa edildiği tam bir yalandır. Daha önce kimsenin dillendirmediği bu unsuru, Irak işgalinden sonra Ortadoğu’da İran’a karşı Şii-Sünni kutuplaşması çerçevesinde bir saflaşma yaratmak isteyen ABD öne çıkarmaktadır. Nitekim Suriye’ye yönelik saldırgan dilin ucu İran’a da uzatılmakta, Suriye ile İran arasındaki yakın ilişki Şiiliğe bağlanmakta ve Esad rejiminin aslında İran’ın maşası olduğu ve katliamların asıl sorumlusunun İran olduğu dillendirilmektedir. Bu iki ülkeyi yakınlaştıran asıl faktörün ABD-İsrail’in izlediği düşmanlık politikası olduğu gerçeğiyse tümüyle es geçilmektedir.
Emperyalist güçler kanlı planlarını, demokrasi, özgürlük, istikrar, insani niyet gibi söylemlerin ardına gizleyerek, demir yumruklarını kadife eldivenle saklayarak hayata geçirmeye çalışıyorlar. İstikrardan söz ettikleri Irak, karakolların, cezaevlerinin işkencehane olarak işlediği, her ay 300’den fazla insanın katledildiği bir ülke olmaya devam ediyor. Emperyalistlerin “özgürlük götürdükleri” Afganistan’da NATO binlerce insanı katletti ve katliam devam ediyor. Yanı başındaki Pakistan da bu katliamdan ve savaştan nasibini fazlasıyla alıyor. Batı ülkelerinde benzer olaylar meydana geldiğinde dünya medyası günlerce buna kilitlenirken, bu ülkelerde neredeyse her gün patlatılan bombalar nedeniyle ölen yüzlerce insan 2 dakikalık haberlerle geçiştiriliyor. Libya’ya sivilleri koruma bahanesiyle saldırıp bombalar yağdıran NATO, yüzlerce sivili katletti, ülke harabeye döndürüldü. Şimdi aynı tezgâh Suriye için çevriliyor.
Diktatörler kendi rejimlerini korumak ve egemenliklerini sürdürmek için halkı katlederken, pazar ve yatırım alanlarını, enerji kaynaklarını ele geçirmek ve buna uygun siyasi rejimler kurmak isteyen emperyalist güçler de “demokrasi” ve “özgürlük” vaadiyle sürece müdahale ediyorlar. Kapitalizm varlığını koruduğu müddetçe bu gerçekten kaçıp kurtulmak mümkün değildir. Dolaysıyla emekçiler emperyalistlerin “insani niyet” söylemlerine kanmamalıdırlar. İşçi sınıfı, kurtuluşu emperyalist güçlere ve burjuvaziye havale ederek, ezilen, sömürülen, baskı ve zulme uğrayan sınıf kardeşlerine yardım edemez. Otoriter rejimlere en ufak bir destek sunmamak ve on yıllardır uğradıkları baskı karşısında ayağa kalkan emekçi kitlelerin yanında yer almak işçi sınıfının enternasyonalist görevidir. Ama aynı görev, emperyalist tertiplere ve emperyalist savaşlara amansızca karşı çıkmayı da gerektiriyor.
link: İlkay Meriç, Baas ve Emperyalizm Kıskacında Suriye, Eylül 2011, https://marksist.net/node/2733
Bölüm 5 - Arnot’da Zafer
Bölüm 6 - Batı Virginia’da Savaş