Arjantin’in faşist yeni devlet başkanı Javier Milei, koltuğa oturmasının üzerinden iki hafta bile geçmeden yayınladığı bir tür OHAL kararnamesiyle, seçimlerden önce dile getirdiği [1] “şok terapisi”nin düğmesine bastı. Göreve başladığı ilk gün bakanlıkların sayısını 18’den 9’a düşüren[2] Milei, birkaç gün sonra Arjantin pesosunun dolar karşısında %50 oranında devalüe edileceğini duyurmuştu. Nitekim 20 Aralıkta yayınladığı kararnameyle, bu devalüasyonu da içeren ağır bir saldırı programına imza attı. Yüzlerce yasal düzenlemeyi iptal eden ya da değiştiren bu kararnameyle ulaşım, su, elektrik ve akaryakıttaki devlet sübvansiyonları kaldırıldı. Bir yıldan az kıdemi olan kamu çalışanlarının sözleşmelerinin uzatılmayacağı açıklandı ve birkaç gün sonra ilk etapta bu durumdaki 5 binden fazla işçi işten çıkarıldı. İşçi ücretlerine ve iş saatlerine yönelik çeşitli düzenlemelerin yanı sıra kıdem tazminatı da ortadan kaldırıldı. Pek çok alan “zaruri iş” kapsamına sokularak grev ve iş bırakma hakkı kısıtlandı. Yüksek enflasyon nedeniyle emekli maaşlarını otomatik olarak arttıran sistem iptal edildi ve zam oranlarının hükümet tarafından belirlenmesi modeline geçildi. Kira artışlarını sınırlayan yasal düzenlemeler ve fiyat kontrolü sağlamak için başvurulan ihracat engelleri kaldırıldı. Küçük üreticileri korumaya ve desteklemeye yönelik düzenlemeler de öyle. Ayrıca kamuya ait tüm altyapı ve bayındırlık ihaleleri iptal edildi. Devlete ait havayolu, petrol, radyo-televizyon, demiryolu, su ve kanalizasyon işletmesi gibi kurumların özelleştirilmesinin önü açıldı.
Milei’nin 350’den fazla “önlem” içeren bu paketi “Gereklilik ve Aciliyet Kararnamesi” gibi olağanüstü bir yola başvurarak gerçekleştirmeye girişmesinin nedeni, partisinin parlamentoda azınlık durumunda olması. İstediği değişiklikleri diğer partilerin desteğini almadan yapmasını olanaksız kılan bu durumu aşmak için parlamentonun devre dışı bırakılması gerekiyor. “Gereklilik ve Aciliyet Kararnamesi”nin kendisine bu yetkiyi tanıdığı iddiasındaki Milei, anayasanın bu yola ancak parlamentonun toplanmasının mümkün olmadığı olağanüstü hallerde izin verdiği yönündeki eleştirileri ise kulak arkası ediyor.
Kararname kısa yolunun tüm faşist ve Bonapartist liderlerce tepe tepe kullanıldığını güncel örnekleriyle de çok iyi biliyoruz. Uzağa gitmeye gerek yok, Erdoğan’ın yedi yıldır, önce darbe girişimi bahanesiyle OHAL kararnameleriyle, ardından da bunu anayasal norm haline getirerek cumhurbaşkanlığı kararnameleriyle meclisi devre dışı bırakarak neler yaptığı ortada. Faşist Milei de aynı yoldan giderek yasal engelleri takmayacağını gayet açık bir biçimde gösteriyor.
Milei’nin IMF’yle koordineli bir şekilde hayata geçirmeye giriştiği şey, emekçilere yönelik vahşi bir saldırı programıdır. Enflasyonu düşürmek ve bütçe açıklarını kapatmak adına işçi sınıfına dört bir koldan saldıran bu program korkunç bir yıkım fermanıdır. Kasım ayında yıllık enflasyonun %160’ı geçtiği Arjantin’de, devalüasyonla birlikte başta akaryakıt olmak üzere pek çok temel ürünün fiyatı ikiye katlanırken enflasyon daha da fırladı. İşyerlerinin kapanması, işsizliğin fırlaması, yoksulluğun artması emekçilerin kısa vadede yüz yüze gelecekleri tablonun kaçınılmaz unsurları olacaktır.
Elbette hazırlanan reçetedeki acı ilaç herkese içirilecek değildir. Emekçiler yoksulluk kuyusunda boğulmaya itilirken, büyük sermayeye acı reçeteler değil şeker şerbet sunulmaktadır. Nitekim aynı paket, devalüasyondan etkilenmemeleri için ithalatçı firmalara, borçlarının devlet tarafından üstlenilmesi garantisi vermektedir. Büyük burjuvazi, gelecek teşvikler, vergi indirimleri ve peşkeş çekilecek özelleştirilmiş şirketler için de el ovuşturmaktadır. Hepsinden öte, kölelik ücretleri ve tırpanlanan ekonomik-sosyal haklarla iliğine kadar sömürülmeye hazır bir işçi sınıfıdır ona altın tepside sunulan. Tüm bunlar “liberter/anarko kapitalist” gibi afili söylemlerle haylaz çocuk pozları keserek iktidara gelen faşist demagog Milei’nin hangi sınıfı temsilen bu adımları attığını çıplak biçimde ortaya koymaktadır. Ekonomiyi kurtarma adına yapılan bu şok “tedavi”sinin kimi kurtarıp kimi öldüreceği bellidir. Nitekim büyük burjuvaziden ve IMF’den birbiri ardına tam destek açıklamaları gelmiştir.
Bu saldırı paketi, emekçilere meydan okurcasına, 2001’deki halk isyanının[3] yıldönümü olan 20 Aralıkta açıklanmış ve o gece on binlerce emekçi sokağa dökülerek ya da evlerinin balkonlarından Milei’ye öfke kusmuştur. Muhalefetin ve sendikaların yargıya başvurmaya hazırlandığı, genel grev çağrılarının yapıldığı Arjantin’de belli ki önümüzdeki dönem sınıf mücadelesi açısından oldukça canlı geçecektir.
Milei, seçim kampanyası esnasında, yapacaklarını elde testere bangır bangır ilan etmiş, ama rezil bir demagoji eşliğinde kitleleri illüze ederek iktidara gelmeyi başarmıştı. Şimdi pervasızca saldırıya geçiyor. Ama bu politikaların bundan 22 sene önce ülkeyi devrimin eşiğine getirdiğini hesaba katarak belli ki işi şansa bırakmak istemiyor. Tam da bu yüzden söz konusu saldırı paketi, yeni yayınlanan “güvenlik protokolü”yle destekleniyor. Milei’nin Güvenlik Bakanı Patricia Bullrich’in açıkladığı “güvenlik protokolü” emekçilerin başının üstünde Demokles’in kılıcı gibi sallandırılıyor. Göstericileri kaldırımdan yürümeye mahkûm eden bu protokol, polise, trafiği engelledikleri bahanesiyle göstericilere ve grevcilere saldırma yetkisi veriyor. Eylemciler fişleniyor, sosyal yardımlardan mahrum bırakılmakla tehdit ediliyor ve her türlü zorbalıkla yıldırılmaya çalışılıyor.
Milei’nin sandıktan galibiyetle çıkmasının hemen ardından kaleme aldığımız yazımızda şöyle demiştik:
“Milei’nin programındaki vaatlerinden hangilerini hayata geçirebileceğini zaman gösterecek. Ama onun önemli bir misyonu var ki bu konuda burjuvazinin tüm kesimlerinin desteğini arkasına alacağı kesin. O da Arjantin’de işçi sınıfını tümüyle kontrol altına almak, sendikaları daha da geriletmek, öğrenci örgütlerini ve mahalli örgütlenmeleri dağıtmak yani burjuvazinin saldırı programını eksiksiz hayata geçirebilmek için toplumsal muhalefetin bütün unsurlarını baskılamak. Çünkü sendikalar, mahalli örgütlenmeler, öğrenci ve meslek örgütlenmeleri her şeye rağmen varlıklarını ve etkilerini sürdürüyorlar ve bu durum burjuvazi için büyük bir ayakbağı oluşturuyor. Askeri cuntanın ezip zayıflattığı sosyalist örgütlerden sonra sıra bu örgütlenmelerin yok edilmesine gelmiş görünüyor. Ki Milei bu işi «layıkıyla» yapacak donanıma fazlasıyla sahip.”[4]
Seçim sonrasında yaptığı zafer konuşmasında, bu süreçte hayata geçireceği politikalara direnenlere sopa sallayıp, “Şiddete başvuranlara, düzeni bozanlara yer yok. Kanunları uygulamada amansız olacağız” diyen Milei öyle görünüyor ki işe hızlı başlamıştır. Düğmesine basılan bu çok yönlü ve çok boyutlu saldırıların “şok terapisi” olarak adlandırılması da boşa değildir.
Kapitalizmin elinde krizleri ortadan kaldıracak bir sihirli değnek yoktur, zira krizlerin nedeni bizzat kendisidir. Burjuva iktisatçıların tek yaptıkları kriz ateşi altında can çekişen sistemi sermaye açısından en az yıkımla ayağa kaldırmak için ekonomi programları içeren reçeteler önermektir. Fakat kapitalizmin tarihsel bir sistem krizi içinde debelendiği bu çıkışsızlık döneminde, elde yeni ya da yenilenebilecek bir reçete bulunmamaktadır. 2020 krizinde devlet harcamalarını arttırarak büyük bir çöküşü engelleme politikasının yüksek maliyeti (yüksek enflasyon, büyüyen bütçe açıkları…), yeniden parlatılır gibi olan Keynesçi reçetelerin kısa sürede çöpe atılmasına yol açmıştır. İşte köhne Friedman modelinin bir kez daha devreye sokulmasının nedeni budur. Bu program Seksenlerden itibaren IMF-Dünya Bankası imzasıyla tüm hükümetlere dayatılmıştı. Fakat Arjantin gibi hiperenflasyonla kavrulup iflasla yüz yüze gelen ülkelerde bu “acı reçete” çok daha ağır dozlarla düzenlenip hastaya zerk edilecekti. Ancak en acı ilaç bir “şok terapisi”yle 70’ler Şili’sine enjekte edilmiş ve faşist Pinochet’ye danışmanlık yapacak olan Milton Friedman adını kapitalist ekonomi tarihine tam da o zaman yazdırmıştı: Burjuvazinin prensi, emekçilerin zebanisi olarak!
“Belli başlı değişiklikleri gerçekleştirmek için yeni bir yönetimin altı-dokuz ayı vardır; eğer bu dönemde kararlı bir şekilde hareket edip fırsatları değerlendiremezse, bir daha böyle fırsatlar yakalayamaz” diyen Friedman, saldırı politikalarının emekçi kitlelerin idrak edip tepki vermeye fazlaca fırsat bulamayacakları kadar ani ve hızlı biçimde hayata geçirilmesi gerektiğini savunuyor ve buna “şok terapisi” diyordu.[5] Şili, özelleştirmeler, sosyal hakların gasp edilmesi, düşük ücretler, güvencesiz çalışma biçimleri, sendikasızlaştırma, dolaylı vergilerin arttırılıp sermaye üzerindeki vergilerin azaltılması gibi uygulamalarla karakterize olan neoliberal kapitalist politikaların laboratuvarı haline getirilmişti.
Bu politikanın “şok terapisi” düzeyindeki bir azgınlıkta uygulanabilmesi ancak otoriter rejimler altında mümkündü ve Şili bunun tek örneği olmayacaktı. Türkiye de, 12 Eylül faşist cuntasının kılıcı altında bu yola sokulan ülkelerden biriydi. İşçi sınıfı ne kadar örgütlü ve güçlüyse reçete o ölçüde askeri-polisiye zoru da içeriyordu. Aksi halde uygulama zamana yayılıyor ve beklenen etkiyi gösteremiyordu. Dolayısıyla, şimdi bu programın, burjuvazi tarafından önü bilinçli bir şekilde açılan faşist Milei liderliğinde gerçekleştirilmek istenmesi tesadüf değildir.
Arjantin 2001 krizinde de aynı reçetelerle “terapi”ye sokulan, ama ayağa kalkan yüz binlerce işçinin on günde iki devlet başkanının ipini çektiği bir ülkedir. Yani Milei’nin de burjuvazinin de işi umdukları kadar kolay olmayacaktır. Nihayetinde Arjantinli emekçilerin geleceğini mücadele ateşinin harı belirleyecektir, elbette Milei’nin de!
[1] Milei, seçim dönemi boyunca, “ülkenin enflasyon belasından ancak dolarizasyonla kurtulabileceğini, merkez bankasını kapatacağını, ekonomik krize yol açan başlıca sebebin kamu harcamaları olduğunu, bu nedenle kamuya ayrılacak bütçeyi azaltacağını, eğitim, sağlık, ulaştırma, çevre, çalışma gibi pek çok bakanlığı kapatacağını, sosyal destek harcamalarını keseceğini, özel şirketlerin üzerindeki vergi «yükü»nü azaltacağını, bunu yaparken de emeklilik maaşlarına ayrılan bütçeyi daraltacağını” dile getiren bir propaganda kampanyası yürütmüştü. (bkz. Selim Fuat, Faşizm Arjantin’de de Mevzi Kazandı, 28 Kasım 2023, marksist.net/node/8134
[2] İçişleri, Dışişleri, Ekonomi, Savunma, Güvenlik, Adalet ve Sağlık Bakanlıkları kalırken; Çalışma, Eğitim, Kültür ve Sosyal Kalkınma Bakanlıkları, Beşeri Sermaye Bakanlığı adı altındaki tek bir bakanlıkta birleştirildi. Ulaşım, Kamu İşleri, Enerji, Madencilik ve İletişim Bakanlıkları yeni kurulan Altyapı Bakanlığı çatısı altında toplandı. Çevre, Turizm ve Kadın Bakanlıkları ise kaldırıldı.
[3] De la Rua hükümeti IMF’yle imzalanan anlaşma sonrasında acımasız bir kemer sıkma programını devreye sokarak 2001 krizinin tüm yükünü işçi sınıfının sırtına yıkmaya girişmişti. Bunun karşısında, 2001 yılının 19-21 Aralık günlerinde sendikaların yaptığı çağrıyla gerçekleştirilen genel grev, krizin bedelini ödemeyi reddeden milyonların isyanına dönüşmüştü. Sıkıyönetim ilanı ve polisin onlarca emekçiyi katletmesine rağmen bastırılamayan bu isyan, ikili iktidar durumuna varan bir devrimci durum yaratacak kadar ileri gitmişti.
[4] Selim Fuat, age
[5] Naomi Klein, age, s.7
link: İlkay Meriç, Arjantin’de “Şok Terapisi”nin Düğmesine Basıldı, 27 Aralık 2023, https://marksist.net/node/8150
Savaş Bütçeleri, Sanayinin Militarizasyonu ve İşçi Sınıfı
Yapacak Çok Şey Var!