Kapitalizmin içinde bulunduğumuz küresel çürüme çağının nasıl bir kaos, kriz ve savaş çağı olduğunu bir kez daha ortaya koyan Ukrayna savaşı tüm dünyayı etkilemeye devam ediyor. Rusya’nın 24 Şubatta Ukrayna’ya saldırmasıyla başlayan bu savaş yıllardır süregelen emperyalist savaşın çok önemli bir halkasıdır. Dolayısıyla savaşın tarafları Rusya ve Ukrayna ile sınırlı değildir. Bu gerçek Marksist Tutum sayfalarında pek çok kez dile getirildi. Rusya tam da Çarlık dönemini andıran büyük bir kibirle ve emperyalist heveslerle Ukrayna’yı kendi arka bahçesi olarak görmekte, Ukrayna üzerinden ABD-NATO’nun kuşatma planlarını daha fazla sineye çekmeyeceğini göstermek istemektedir. ABD-NATO bloku ise savaşı kışkırtarak Rusya’yı tam da sınırlarına kadar ulaşan bir kuşatmayla zayıflatmak istemektedir. Böyle bir durum önemli bir müttefikini yitirecek olan Çin’in ABD-İngiltere emperyalist bloku karşısında tek başına kalması anlamına gelecektir. Bu savaş karşılıklı olarak en yetkin silahların, ekonomileri yıpratmak üzere hamlelerin, şantajların yanı sıra çok tehlikeli, çok yıkıcı bir propagandanın da en etkin biçimde devreye sokulduğu haksız ve emperyalist bir savaştır.
Savaşın daha ilk günlerinden bu yana Rusya’nın da ABD-NATO ittifakının da emperyalist politikalarını, saldırganlıklarını emekçilerin gözünde meşrulaştırmaya çalıştıklarına dikkat çekiyoruz. Her iki tarafın da bu uğurda en sinsi propaganda yöntemlerini hayata geçirdiğini, dezenformasyon, çarpıtma ve algı operasyonlarını gün geçtikçe büyüttüğünü vurguluyoruz. Bu açıdan her türlü kanaldan püskürtülen “bilgi”, “haber” ve yorumlar karşısında ihtiyatlı davranmanın, olgulara Marksizm perspektifinden bakmanın önemi açıktır. “Öte yandan savaş mevzubahis olduğunda kitleleri manipüle etme konusunda yılların deneyimine sahip ABD’nin eline kimse su dökemez. Milenyum dönemeciyle birlikte Üçüncü Dünya Savaşının fitilini ateşleyen ve halka halka ilerleten ABD’nin başını çektiği Batı blokunun yürüttüğü kirli propaganda, bu savaştaki en güçlü silahlardan biri olarak iş görmektedir. Ukraynalı emekçilerin tepesine Rus bombaları yağarken, başta Batılı emekçiler olmak üzere dünyanın tüm emekçileri Batılı egemenlerin yalan bombardımanı altındadır. Batı bloku tüm dünyada Rusya’ya karşı bir nefret dalgası yaratmak için devasa propaganda makinesini harekete geçirmiştir. Rusya nefretini, milliyetçiliği, ırkçılığı «savaş karşıtlığı», «barışseverlik» olarak makyajlayıp piyasaya sürmekte, kitleleri daha büyük savaşlara hazırlamak üzere tehlikeli bir kampanya yürütmektedir.”[1]
Amerikalı siyaset bilimci Harold Lasswell, Dünya Savaşı’nda Propaganda Teknikleri adlı kitabında, “Her savaş tehditkâr, cani bir saldırgana karşı bir savunma harbi verildiği şeklinde algılanmalıdır. Halkın kimden nefret edeceği konusunda hiçbir belirsizliğe yer olmamalıdır” der. Batılı egemenler yürüttükleri kirli kampanya ile tam da bunu hedeflemektedir. Putin ve Rusya özelinde bütün dünyanın nefret edeceği bir “düşman”, bir “şeytan” yaratmaya, ABD-İngiltere-NATO blokunun savaşın bir tarafı ve kışkırtıcısı olduğunu gizlemeye, bu bloku Ukrayna’nın kurtarıcısı ve güvencesi olarak göstermeye çalışmaktadırlar. NATO’nun bölgeye yığdığı silahları “barışın sağlanması için yardım”, Ukrayna’nın neo-Nazi paramiliter örgütü Azov Tugaylarını “vatanlarını savunan kahramanlar” olarak lanse etmektedirler. Putin’in otokrat bir lider olması, Ukrayna’ya saldıran tarafın Rusya olması gibi gerekçeler öne sürerek Rusya’nın bu kirli savaşın tek sorumlusu olduğu algısını yaratmayı amaçlamaktadırlar. Bu kampanyayla Batılı liderler bir çırpıda emperyalist savaş suçundan aklanırken, Putin’le kıyaslandığında Hitler’in bile masum kalacağı iddiaları ortaya saçılmaktadır.
Mesela dünya akademik çevrelerinde tanınan, pek çok düşünce kuruluşunda görev alan İsveçli ünlü ekonomist Anders Aslund şöyle söylüyor: “Hitler Polonya’yı tanımış ama bazı tavizler istemişti. Putin ise absürt bir şekilde Ukrayna’nın bir devlet olmadığını iddia ediyor. Hitler Milletler Cemiyeti’nden ayrılmıştı. Putin ise var olan bütün uluslararası yasaları ihlal ediyor. Hitler kimyasal silah kullanmamıştı. Putin kullanmaya hazırlanıyor. Neticede, Putin, Hitler’den çok daha kötü görünüyor. Hitler, Yahudilere karşı soykırım yapmıştı. Putin bunu Ukraynalılara karşı yapıyor. Yeni bir soykırım başlatıyor.” Yıllardır “Rusya uzmanı” olarak her televizyon programının en muteber konuğu muamelesi gören Rusya doğumlu Amerikalı gazeteci Julia Ioffe ise, “aklıselim”le davranan Amerikalı liderleri takdir ederken Putin için “Herkesin tek çözümün iki kaşının arasına bir kurşun yemesi olduğunu düşündüğünü biliyor ve bu onu daha da tehlikeli kılıyor” diyor. Halkı bu “tehlikeyi bertaraf etmeye” çalışan kendi liderlerine destek vermeye çağırıyor.
Putin’in tehlikeli olduğu, başlattığı savaşın büyük acılara yol açtığı ve bir an önce sona erdirilmesi gerektiği elbette doğrudur. Ancak Batılı liderlerin daha az tehlikeli olduğunu, yaşanan acıları umursadığını düşünmek için hiçbir sebep yoktur. Zaten Batılı merkezlerden yayılan propagandanın esas tehlikesi Putin’i şeytanlaştırması değil tam da bir emperyalist liderin, kampın karşısında ötekini masum göstermesi, onun arkasına dizilme çağrısı yapmasıdır. Bu tehlikeli propagandanın üretildiği merkezler, emperyalist savaşı sürdüren, kışkırtan, Ortadoğu başta olmak üzere nice coğrafyayı kana bulayan, Rusya ile Ukrayna arasında görüşmeleri, olası anlaşmaları engelleyen, Ukrayna’yı, Baltık ülkelerini cephaneliğe dönüştüren, İsveç ve Finlandiya’yı NATO’ya dâhil etmek isteyen Batılı liderleri barış ve demokrasi savunucusu olarak göstermektedir. Dahası sadece Putin’e karşı değil Rusya halkına, kültürüne, tarihine, sanatına karşı da nefreti yaymaktadır. Rusya’nın Ukrayna’da sürdürdüğü kanlı savaşa son vermesini isteyen işçi ve emekçilerle Putin arasındaki farkı silikleştirmeye, halklar arasında nefreti körüklemeye çalışmaktadır. Rusya’yı yalıtmak için ölüp gitmiş, dünyaya, tarihe mal olmuş edebiyatçıları, müzisyenleri bile birer nefret objesi haline getirmektedir.
Tekrar vurgulamak gerekirse bu kampanya emekçi kitleleri emperyalist savaşa karşı değil, Rusya’ya karşı durmaya, Batılı, Amerikalı egemenlerin arkasına dizilmeye yani emperyalist savaşta taraf tutmaya çağırmaktadır. Üstelik Batılı teknoloji şirketlerinin yoğun çabasıyla Rusya’nın kirli propagandasına nazaran çok daha fazla sayıda kanaldan yayılmakta, çok daha büyük kitlelere ulaşmakta ve Ukrayna’da saldırgan tarafın Rusya olması nedeniyle daha inandırıcı görünmektedir. Bu nedenle işçiler, emekçiler açısından tehlike büyüktür. Bu kampanyanın ne denli yıkıcı sonuçları olabileceğini anlamak bakımından Amerikalı egemenlerin geçmişte kitleleri savaşa ikna etmek, kendi taraflarına çekmek için imal ettikleri yalanları, yürüttükleri kampanyaları hatırlamak önemlidir.
Güneşin altında yeni bir şey yok!
Kimileri yürüyen propaganda savaşına bakarak, sanki tarihte benzeri durumlar hiç yaşanmamış gibi, Ukrayna’da yaşanan savaşı “tarihin ilk post-gerçeklik savaşı” olarak adlandırıyorlar. Oysa ABD Ortadoğu başta olmak üzere tüm savaş coğrafyalarında en ileri teknoloji ürünü silahlar kadar propaganda silahını da en etkin biçimde kullanmaktan geri durmamıştır. Birinci Körfez Savaşında ABD emperyalizmi Irak halkının tepesine bombalar yağdırırken, düzen medyası patlayan bombaları canlı yayınlamış ve olup bitenleri bir bilgisayar oyunu oynanıyormuş gibi kurgulayarak vermişti. Avustralyalı gazeteci Caitlin Johnstone, “savaş propagandası başlayana kadar herkes savaş karşıtıdır” diyerek ABD’nin propaganda konusundaki başarısını çarpıcı biçimde anlatmıştır. Post-gerçeklik kavramının ortaya çıkışı ve bugün büründüğü anlam bile ABD’nin propaganda alanındaki “başarılarının” bir örneğidir.
Sırp kökenli Amerikalı oyun yazarı Steve Tesich 1992’de Yalanlar Hükümeti adıyla bir makale yayınlamıştı. Tesich bu makalesinde, o sırada ABD’de işbaşında olan George H. W. Bush (baba Bush) hükümetinin Amerikan halkını Körfez Savaşına nasıl ikna ettiği üzerine düşüncelerini paylaşmıştı. Amerikan halkının, yönetimin yalanlarını sorgulama gereği duymadığını ifade etmiş ve post-truth (post-gerçeklik, gerçeklik ötesi) kavramını ortaya atmıştı: “Biz, özgür insanlar olarak, özgür irademizle bir çeşit post-truth dünyada yaşamaya karar verdik” demişti. Tesich’in bu sözlerle ne anlatmak istediğinden, makalede savunduklarının doğru olup olmadığından bağımsız olarak post-gerçeklik kavramı 2016’da yeniden gündeme geldi ve ABD’den tüm dünyaya yayıldı. Ama önemli bir farkla! Kavramın ortaya atılmasına ilham verenin Başkan Bush ve Körfez Savaşı için yürütülen yoğun kara propaganda olduğu artık neredeyse unutulmuştu.
O dönemde post-gerçeklik kavramının burjuvazinin ideolojik bir çarpıtması, yalanı olduğu Marksist Tutum sayfalarında ifade edilmişti.[2] Nitekim o dönemde Trump gibi bir liderin seçim kazanmış olmasının dehşetini, “irrasyonel kitlelerin” otokrat liderlerin söylemlerine kanmasının şaşkınlığını yaşayanların, “post-gerçeklik çağında yaşıyoruz” feryatları koparanların pek çoğu bugün Ukrayna savaşında Batı blokunun propagandasına sorgusuz sualsiz inanıyor, bu propagandayı yaymaktan çekinmiyorlar. Hatta “post-gerçeklik çağı” kavramına ilham verenin ABD egemenleri olduğunu unutuyor, ABD’nin Ukrayna’daki savaşta esas taraflardan biri olduğunu görmezlikten geliyorlar. Putin’in cani, şeytan ilan edildiği, Rus halkına ve kültürüne karşı nefretin köpürtüldüğü kampanyanın rüzgârına kapılırken Biden’ı ve Batı’yı demokrasi şampiyonu olarak görüyorlar. Oysa güneşin altında yeni bir şey yok. Ukrayna üzerinden yürütülen propaganda savaşının o dönemde Tesich’in söz konusu kavramı ortaya atmasına neden olan kirli kampanyadan farkı yoktur.
Başında Saddam Hüseyin’in olduğu Irak, 2 Ağustos 1990’da Kuveyt’i işgal etti. Aslında ABD, engel çıkarmayacağı izlenimi vererek Saddam Hüseyin’in bu hamlesini cesaretlendirmişti. Çünkü SSCB’nin dağıldığı, dünya dengelerinin dramatik biçimde değiştiği bir dönemde bu saldırıyı Irak’a ve bölgeye müdahale için fırsat olarak görüyordu. Böyle bir süreçte aleyhine olabilecek gelişmeleri engellemek, ön almak isteyen ABD, Kuveyt’in işgalinin başlamasıyla halkını savaşa hazırlamak, müttefiklerini arkasına takmak için kolları sıvadı. Düğmeye basıldı ve propaganda makinesi, Irak’ı ve Saddam Hüseyin’i şeytanlaştırmak, halkı ABD’nin Irak’a savaş açmasının şart olduğuna inandırmak için harekete geçti. Bu makine ABD ve Batı’ya, “demokrasi, insan hakları, barış savunucusu, insanlığın gelişmiş ve ileri medeniyeti” kılığını giydirirken, Irak’a ve Saddam Hüseyin’e cani, şeytan kılığını giydirdi. Yalanlar öyle etkili kurgulanmış ve o kadar çok kanaldan boca edilir olmuştu ki, sadece Amerikan halkının değil tüm dünyada yüz milyonlarca insanın savaşa tepkisiz kalmasını ya da Batı’nın yanında yer almasını sağladı, savaşın kurbanı olan Ortadoğulu emekçilerle empati kurmasını engelledi.
Savaşın ilk günlerinden itibaren insan hakları örgütleri ve ABD Kongresinin İnsan Hakları Komitesi Irak ordusunun Kuveyt’te nasıl bir vahşet sergilediğini dünyaya göstermek için harekete geçti. Komite savaşın, Irak ordusunun uyguladığı vahşetin canlı tanıklarını dinlemeye, raporlar yayınlamaya başladı. Bu tanıklardan biri 15 yaşındaki Nayirah adlı bir kız çocuğuydu. Sözde kendisinin ve ailesinin güvenliği için soy ismi açıklanmayan Nayirah 10 Ekim 1990’da Komitenin toplantısına katılarak tanık sıfatıyla ifade verdi. Kuveyt’ten yeni geldiğini, savaş başladığında annesiyle beraber yaz tatili için Kuveyt’te olduğunu, ablasının savaşın başlamasından birkaç gün evvel doğum yaptığını anlattı. Sonra gözyaşları içinde o yaz yaşadıklarını kimsenin yaşamamasını dilediğini, yaşanan acıların kendisini ve bütün Kuveytli çocukları zamansız büyüttüğünü söyledi.
Nayirah’ın hikâyesi trajik ayrıntılarla doluydu. Savaş başlayınca ablası henüz 5 günlük olan bebeğiyle birlikte güvende olabilecekleri bir yere gitmeye çalışırken kum çölünün ortasında mahsur kalmıştı. Bebek için süt bulunamazken Suudi Arabistan’dan yardım yetişmiş, talihsiz anne ve bebek şans eseri hayatta kalmıştı. Nayirah ise Kuveyt’te kalmayı ve ülkesi için bir şeyler yapmayı seçmişti. “İşgalden iki hafta sonra El Adan hastanesinde 12 kadınla birlikte gönüllü hastabakıcılık yapmaya başladım. En genç gönüllü bendim. Diğerlerinin yaşları 20 ilâ 30 arasındaydı. Oradayken Iraklı askerlerin silahlarıyla hastaneye geldiğini gördüm. Bebekleri kuvözlerden çıkardılar. Kuvözleri aldılar ve bebekleri soğuk beton üzerine bırakarak ölüme terk ettiler. Korkunçtu. Yeğenimi düşünmeden edemedim. Erken doğmuş olsaydı o da ölmüş olacaktı. Hastaneden ayrıldıktan sonra Irak işgaline karşı bildiriler dağıttık. Bize «Iraklılar görürse ölürsünüz» denilene kadar dağıtmaya devam ettik. Iraklılar Kuveyt’te her şeyi yerle bir ettiler. Manavları, süpermarketleri, eczaneleri, sağlık malzemesi üreten fabrikaları, trafoları yıktılar, arkadaşlarıma ve komşularımıza işkence ettiler” diyordu Nayirah. Arkadaşlarına yapılan korkunç işkenceleri ayrıntılarıyla anlatıyor, “15 yaşında olduğum için memnunum. Irak’ı Saddam Hüseyin yok etmeden önceki haliyle hatırlayacak kadar büyük, yeniden inşa edecek kadar genç!” diyerek herkesi gözyaşlarına boğuyordu.
O dönemde bu tanıklık ABD’de gündemin baş maddesi haline getirildi ve infial yarattı. Nayirah’ın anlattıkları başta ABD medyası olmak üzere dünyanın önde gelen televizyon kanallarında, gazetelerinde döne döne verildi. ABD yönetimi bu trajediye sessiz kalmayacağını ilan etti ve tüm dünyaya birlik çağrısında bulundu. Amerikan Kongresindeki tüm tartışmalarda bu tanıklığa atıf yapıldı, Başkan George Bush tüm konuşmalarında bu tanıklığa işaret ederek Irak’a askerî harekât düzenlemenin şart olduğunu söyledi. Nayirah’ın anlattığı şekilde ölen bebeklerin sayısının 312’yi bulduğu haberleri ortalığa yayıldı. Uluslararası Af Örgütü bu sayıyı teyit etti. Böylelikle ABD’nin ve müttefik ülkelerin halkının geneli Nayirah’ın anlattıklarını sorgusuz sualsiz doğru kabul etti. Bu koşullarda ABD’nin “dürüstlüğü ve saygınlığı temsil eden” WASP (Beyaz, Anglosakson, Protestan) başkanı tarafından dile getirilen sözlerin gerçek olduğundan, Ortadoğulu Saddam’ın ve Iraklıların cani olduğundan kimse şüphe etmedi. Artık herkes savaşın kaçınılmaz olduğunda, masum bebeklerin kurtarılması gerektiğinde hemfikirdi. Nitekim üç buçuk aydan daha kısa bir süre içinde, 17 Ocak 1991’de ABD Irak’a savaş başlattı. ABD liderliğindeki uluslararası koalisyonun savaş uçakları Irak’ı haftalarca bombaladı. Bush 28 Şubatta ateşkes ilan ettiğinde bombalar ve tamamen çöken altyapı nedeniyle sayısız masum bebek, çocuk, genç, ihtiyar, kadın ve erkek ölmüştü.
Irak’ın BM Güvenlik Konseyinin şartlarını kabul etmesiyle savaşın resmen sona erdiği Nisan ayında gerçekler çarpıcı biçimde açığa çıkmaya başladı. Middle East Watch adlı insan hakları örgütü ve gazeteciler adı geçen hastaneye giderek Nayirah’ın iddialarını araştırdılar, hastane personeliyle görüşmeler yaptılar. Fakat ne Iraklı askerlerin vahşetini ne de Nayirah’ın tanıklığını doğrulayan biriyle karşılaştılar. Hatta hastane personeli içinde 15 yaşındaki bu gönüllü hastabakıcıyı hatırlayan, tanıyan tek bir kişi çıkmadı. Bir müddet sonra Nayirah’ın ABD Kongresinin karşısına “Özgür Kuveyt Vatandaşları” adlı kuruluş ve bu kuruluşun kiraladığı bir halkla ilişkiler şirketi tarafından çıkarıldığı belirlendi. Kuveyt, Hill+Knowlton Strategies adlı bu şirkete, “ABD’nin Irak’a saldırması yönünde teşvik edici propaganda yapması, kamuoyu oluşturması” için 12 milyon dolar ödeme yapmıştı. Nayirah ise iddia ettiği gibi sıradan bir Kuveytli genç kız değil Kuveyt’in Washington Büyükelçisinin kızı Nayirah El Sabah’tı. Dahası savaş sırasında Kuveyt’te bile değildi! “Bu şirket, uygulanabilecek en iyi propaganda stratejisinin ne olduğunu araştırmak üzere cumhuriyetçi eğilimleriyle bilinen bir siyasi danışmanlık firması olan Wirthington Group ile işbirliğine gitmişti. Wirthington Group ile de kamuoyu algısını savaşa doğru yönlendirmek için 1 milyon dolarlık bir bütçeyle görüşmeler gerçekleştirilmişti. Bu görüşmeler neticesinde bir «vahşet propagandasının» temel dayanakları oluşturulmuş, Büyükelçi’nin kızına da hazırlanan senaryo uyarınca yalanlara dayalı bir beyanatta bulunmasını sağlamak üzere ihtiyaç duyacağı koçluk yapılmıştı.”[3]
Gerçekler açığa çıkınca H+K Strategies firmasının bir yetkilisi katıldığı bir televizyon programında kampanyalarının “Irak ile savaşa destek yönünde bir kamuoyu oluşturmak amacıyla tasarlandığını” açıkça itiraf etti. Bu yetkili büyük bir pervasızlıkla olanları geri almanın artık mümkün olmadığını söyledi. Irak yerle bir edilmiş, on binlerce insan bombalar, füzeler ve yıkıntıların altında hayatını kaybetmişti. Ama egemenlere göre geçmiş artık geçmişte bırakılmalıydı çünkü artık olanları geri almak mümkün değildi! Çünkü artık gerçeklerin açığa çıkmasının hiç önemi yoktu. Kuveyt de ABD de istediğini elde etmişti ve bunun karşılığında ödenen bedellerin, çekilen acıların hesabını sorabilecek bir irade de yoktu. O halde her şey unutulmalıydı! Fakat egemenlerin uğursuz planları burada son bulmayacak, unutulanlar bir gün yine gerçekleşecek ve acı biçimde bedel ödetecekti.
11 Eylül 2001’de İkiz Kulelere yapılan şaibeli saldırının ardından Saddam Hüseyin ABD tarafından yine hedefe konulmuştu. Körfez Savaşından sadece 12 yıl sonra Şubat 2003’te ABD Dış İşleri Bakanı Colin Powell Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyine bir sunum yaptı. Powell Irak’ın kitle imha silahlarına sahip olduğunu, bu silahları uluslararası denetimlerden kaçırmaya çalıştığını “kanıtlayan” ses kayıtları dinletti. ABD istihbaratının başarılarından, ellerinde daha çok sayıda delil olduğundan ve ne yazık ki güvenlik nedeniyle bunların hepsini paylaşamadıklarından bahsetti. ABD ve İngiltere’nin başında bulunduğu koalisyon, bu “güçlü kanıtlar”a dayanarak 19 Mart 2003’te Irak’ın kitle imha silahlarına sahip olduğu ve Saddam’ın El-Kaide ile ilişkileri olduğu gerekçesiyle Irak savaşını başlattı. Ülke yine haftalar boyunca bombalandı. 9 Nisanda başkent Bağdat koalisyon güçlerinin eline geçti ve Saddam Hüseyin rejimi devrildi. 8 ay sonra yakalanan Saddam Hüseyin daha sonra yargılanarak 2006’nın son günlerinde idam edildi.
Bu savaşın ardından da gerçekler birer birer açığa çıkmaya başladı. Irak’ın kitle imha silahlarına sahip olmadığı, sunulan tüm “kanıtların” sahte olduğu anlaşıldı. BMGK önünde ateşli konuşmalar yapan Colin Powell savaştan yıllar sonra, aslında bu yönde bir istihbaratın kendilerine hiç ulaşmadığını, yani savaşın bir yalan üzerine kurgulandığını itiraf etti. Bir kez daha bebek, çocuk, kadın, erkek on binlerce kişi hayatını kaybetmişti ama bu sefer de gerçeklerin hiç önemi kalmamıştı. Saddam, Hitler gibi korkunç bir caniydi ve elbette bu caninin yok edilmesinin bedeli olacaktı! İngiltere Başbakanı Tony Blair ile ABD Başkanı George W. Bush’un (oğul Bush) bu yıkıcı savaş nedeniyle yargılanmalarını talep edenlerin, Irak halkıyla dayanışma gösterenlerin, savaşlara son verilmesini isteyenlerin sesi bir kez daha kısıldı. Oğul Bush’un 19 Mayısta katıldığı bir etkinlikte Ukrayna savaşından bahsederken dilinin sürçmesi sonucunda “bir adamın Irak’ı tamamen gayrimeşru ve acımasız şekilde işgal kararı” demesi suçlarının yıllar sonra gelen bir başka itirafıdır. “Midas’ın kulakları” çınlasın!
ABD, Irak savaşında uyguladığı yöntemleri Yugoslavya’nın parçalanması döneminde de ustalıkla kullandı. H&K’nın Körfez Savaşında üstlendiği role benzer bir rolü Yugoslavya’da Ruder Finn Küresel Halkla İlişkiler şirketi üstlendi. ABD ve Batı, SSCB’nin yıkılışı döneminde ekonomik ve siyasi krizlerle sarsılan Yugoslavya’nın parçalanması için bu krizleri daha da kışkırtmaktaydı. Ruder Finn, ABD’nin, Bosnalı Müslüman egemenlerin ve Hırvat hükümetinin hizmetindeydi. Bu şirket, 1992’nin sonlarında Sırpların 50 bin kadına tecavüz ettiği, tam bir vahşet uyguladığı iddialarını ortaya attı. İnsanların bu iddialara sorgusuz sualsiz inanması için incelikli yöntemler kullandı. “Ruder Finn’in Sırpları canavar gibi göstermeye yönelik projesi, çok yoğun Holocaust (Yahudi soykırımı) imgeleri içerdiği için, bu proje ancak, Yahudi toplumunun önde gelenlerinin bu kampanyayı desteklemeleriyle kamuoyunda güvenilirlik sağlayabilirdi. Şirketin yöneticisi James Harff, Balkanlar’daki çatışmaları sırasında en gurur duyduğu halkla ilişkiler başarısının ne olduğu kendisine sorulduğunda, hiç tereddüt etmeden, «Yahudi kamuoyunu yanımıza çekmeyi becermemizdi» yanıtını verdi. … «Hırvat ve Bosna tarihi somut ve gaddar bir Yahudi düşmanlığıyla bezeliydi» itirafında bulundu Harff. «Geçmişte on binlerce Yahudi, Hırvatistan’daki kamplarda yok edilmişlerdi. Dolayısıyla entelektüeller ve Yahudi kuruluşlarının Hırvatlara ve Bosnalılara düşman kesilmesi için her türlü sebep mevcuttu. Bizim sorunumuz bu tutumu tersine çevirebilmekti. Ve bunu başarıyla gerçekleştirdik. … Bu büyük bir darbeydi. Yahudi kuruluşları, oyuna Müslüman Bosnalıların yanında katılınca, kamuoyunun bilincinde Sırpları Nazilerle eşleştirmeyi başardık.»
“Harff’in dediğine göre, Amerikalıların çoğunun Yugoslavya’da yaşananlardan habersiz oluşu işlerini kolaylaştırıyordu. «Ama küçücük bir müdahaleyle,» diyordu, «iyi ve kötü adamlara dair yalın bir hikâye sunabilirdik, sonrası nasıl olsa kendiliğinden gelirdi. Yahudi izleyicileri hedef almakla doğru bir iş yaptık. Yayın organlarındaki dil hemencecik değişti, ‘etnik temizlik,’ ‘toplama kampları,’ gibi yoğun duygusallık barındıran sözcükler kullanılmaya başlandı. Bunlar da Nazi Almanya’sındaki ve Auschwitz’in gaz odalarındaki görüntüleri akla getirdi. Duygusal saldırı o kadar güçlüydü ki, karşısında kimse duramazdı.» Bir muhabir, Sırplar hakkında hiçbir kanıta dayanmadan, pazarcı mantığıyla anlattıkları hikâyelerin ne denli ahlâki olduğunu sorunca, Harff onu şöyle yanıtladı: «Bizim görevimiz bilgileri doğrulamak değil. Bunun için gerekli donanıma sahip değiliz. Bizim görevimiz işimize yarayacak bilgilerin yayılmasını sağlayıp hedeflerimize en doğru yoldan ulaşmak… Biz profesyoneliz. Yapmamız gereken bir iş var ve onu yapıyoruz. Kimse bize ahlâklı olalım diye para vermiyor.»”[4]
Hatırlanacak olursa ABD’nin Vietnam’da yürüttüğü savaş 1973’te Amerikan halkının savaş karşıtı gösterileri ve büyüyen tepkisi sayesinde sona ermişti. Ne acı ki Amerikan halkının büyük oranda destek verdiği veya duyarsız kaldığı Irak ve Yugoslavya örnekleri, Vietnam Savaşının böyle anlamlı bir mücadele sonucu sona ermesinin üzerinden geçen 20-30 yıllık kısa zaman dilimi içinde yaşanmıştır. Üstelik 10 yıl süren Vietnam Savaşı da tıpkı sözünü ettiğimiz örneklerdeki gibi en adi yalanlar ve uğursuz propagandalarla başlatılıp sürdürülmüştür. Üstelik bu gerçek Irak savaşının devam ettiği günlerde, 2003’te, yetkili ağızlar tarafından itiraf edilmiştir.[5] Bu durum örgütsüzlüğün ve dolayısıyla tarihsel hafızasızlığın kitleler için ne denli acı sonuçları olabileceğini gösteren nice örnekten biridir. Bu nedenle dünya işçi sınıfının aynı zamanda aktarma kayışı, hafızası olan devrimci örgütlülüğünü güçlendirmek günün en önemli görevidir.
[1] Ezgi Şanlı, Savaş Karşıtlığı Kılıfında Nefret ve Milliyetçilik Tuzağı, marksist.com
[2] Bkz Ezgi Şanlı, Post-Gerçeklik mi Çürüyen Kapitalizm mi?, marksist.com
[4] Lenora Foerstel, Gerçekler Nasıl Karartılıyor? Medya ve Savaş Yalanları, Yordam Kitap
[5] ABD, Vietnam kıyılarındaki Tonkin Körfezinde bulunan USS Maddox adlı destroyerinin 2 Ağustos 1964’te, Kuzey Vietnamlılara ait torpido botları tarafından saldırıya uğradığını iddia etti. Tutulan kayıtlarda destroyerin etrafının sarıldığı söyleniyor, bu şiddetli saldırının ayrıntıları anlatılıyordu. Oysa yaşanan it dalaşında ABD destroyeri zarar görmemiş hatta 4 Kuzey Vietnam askeri ölmüştü. Böylesine şiddetli bir saldırıya uğradığını raporlayan USS Maddox her nasılsa sadece iki gün sonra, 4 Ağustosta birkaç düşman gemisiyle sıcak çatışmaya girdiğini raporladı. Dönemin ABD Başkanı Lyndon Johnson aynı gece televizyondan bir açıklama yaparak Kuzey Vietnam’a hava bombardımanı başlattıklarını duyurdu ve Kongreden “Güneydoğu Asya’da barışı, huzuru ve özgürlüğü korumak için gerekli tüm adımları atabilmeleri için” yetki istedi. ABD Kongresi 7 Ağustosta Tonkin Körfezi Kararnamesi adıyla bir kararname çıkardı ve Başkan Johnson’a, “ABD kuvvetlerine karşı yöneltilebilecek herhangi bir silahlı saldırıyı püskürtmek için gerekli her türlü araca başvurma” yetkisi verdi. 4 Ağustos saldırısı tamamen kurguydu ve 1973’te savaş sona erdiğinde artık herkes bu saldırının hiç yaşanmadığını bilmekteydi. Nitekim 1964’te ABD Savunma Bakanı olan Robert McNamara, yıllar sonra 2003’te yayımlanan Savaşın Sisi adlı belgeselde 4 Ağustosta yaşananlara dair şunları söyleyecekti: “Bir kafa karışıklığı söz konusuydu ve sonrasında gerçekleşenler gösterdi ki o gün saldırıya uğradığımıza dair yargımız hatalıydı. Bu gerçekleşmemişti. Öte yandan 2 Ağustosta saldırıya uğradığımıza dair yargı doğruydu. Sonuçta bir kere haklıydık, bir keresinde de yanıldık.”
link: Ezgi Şanlı, Savaş Yalanları, 7 Haziran 2022, https://marksist.net/node/7660
İşte Kapitalizm: ABD’de Bebekler Mama Bulamıyor
Yeni Bir Dünya Düzeni mi Kuruluyor?