Elif Çağlı, bundan 21 yıl önce Büyüyen İşçi Sınıfı kitabının önsözünde, burjuva ideologların proletaryanın öldüğünü ilan etme ve işçi sınıfından topyekûn kurtulma hevesinin gerçekte bir seraptan ibaret olduğunu dile getirmişti. Nitekim aradan geçen yıllarda dünya işçi sınıfı hem hızla büyümeye devam etmiş hem de burjuvazinin yüreğini ağzına getiren eylemleriyle, isyanlarıyla o serapları kâbusa döndürmüştür. Özellikle 2018-2019 boyunca ülkeden ülkeye sıçrayan isyanlar burjuvaziyi feci halde korkutmuş, kapitalizmi ayakta tutma çabasını yoğunlaştırmıştır. Şüphesiz bu isyanların arkasında neoliberal saldırıların, faturası işçi sınıfına kesilen krizlerin, derinleşen eşitsizliğin, adaletsizliğin, artan baskıların yarattığı birikimler vardı. Çağlı’nın o satırları yazdığı günlerden bu yana Türkiye işçi sınıfı da hızla büyümeye devam etmiştir. Milenyum dönemecinin ardından Türkiye uluslararası kapitalizme tam anlamıyla entegre olmuş, ekonomi büyümüş ve bu koşullarda işçi sınıfı da büyüyüp gelişmiştir. Kır büyük oranda çözülmüş, kentlilik oranları hızla yükselmiş, milyonlar proleterleşmiş, kadınların işgücüne katılımı artmış, ucuz ve genç işçi kuşakları fabrikaları, işyerlerini doldurmuştur. Yıllar yılı sürdürülen neoliberal saldırıların, AKP’nin işçi düşmanı politikalarının yarattığı sorunlar iyiden iyiye ağırlaşmıştır. Öte yandan tüm şiddeti ve yıkıcılığıyla büyümeye devam eden ekonomik kriz ise işçi sınıfının sorunlarını eşi görülmedik biçimde derinleştirmekte, öfkeyi mayalamaktadır.
İşte tüm bu faktörler 2018 ve 2019 boyunca onlarca ülkede işçi sınıfını harekete geçiren öfkenin Türkiye’de de olgunlaşmasının zeminini döşemektedir. Bugün için küçük ve önemsiz görünen değişiklikler büyük değişimler, dönüşümler yaratacak şekilde birikmeye devam etmektedir. Küçük-burjuvaca sabırsızlık ve acelecilikle “Türkiye’de bir şey olmaz” sızlanmalarından etkilenenlerin göremediği gerçek budur. Geçmişten bugüne Türkiye işçi sınıfının gelişimini görenler ve saflarını sıklaştırmak için çalışanlar açısından gelecek çok şeylere gebedir.
Büyüyen Türkiye işçi sınıfı
Bugünün Türkiye’sinde geçmişten farklı olarak insanların büyük bölümü kentlerde, metropollerde yaşamaktadır. TÜİK 2019 verilerine göre Türkiye nüfusunun %93’ü il ve ilçe merkezlerinde, %18,7’si ise İstanbul’da yaşamaktadır. Yani geçmişin kapalı, yalıtık, durağan kırsal yaşamı, yerini insanların iç içe yaşadığı, her an etkileşim içinde olduğu hareketli kent yaşamına bırakmıştır. Kentlerde yaşayan insanların çok büyük bir bölümü işçi sınıfının saflarına katılmıştır. İşçi sınıfının bugün toplumun ezici çoğunluğunu oluşturduğu açıktır. Ailelerle birlikte düşünüldüğünde işçi sınıfının Türkiye nüfusunun %60-70’inden az olmadığı görülecektir. Böylesine büyüyen işçi sınıfı geçmişin kalıntılarından, küçük toprak mülkiyetinden ve kırdan da bağımsızlaşmaktadır. Dolayısıyla zihinsel ve kültürel bir dönüşümün de imkânları oluşmaktadır.
Birleşik Metal-İş’in üyeleri arasında yapılan bir araştırmada[1] her iki işçiden biri babasının da işçi olduğunu beyan etmiştir ve genç işçiler arasında köyde büyüyenlerin oranının hızla azaldığı görülmüştür. Öte yandan 2008 araştırmasında babası çiftçi olanların oranı %25 iken bu oran 2017 araştırmasında[2] %18’e düşmüştür. DİSK-AR’ın araştırmasında da[3] Türkiye işçi sınıfı profilinde ikinci kuşak işçiliğin ağır bastığı görülmektedir. “Babanınız çalışma durumunu belirtir misiniz” sorusu sorulduğunda işçilerin yaklaşık %71’i babasının ücretli bir işte çalıştığını ifade etmektedir. Özetle söyleyecek olursak işçi sınıfının genel profilinde önemli bir değişim yaşanmaktadır. Kentlilik ve ikinci kuşak işçilik bu profile damga vurmaktadır.
Aynı araştırmada işçilere “Annenizin çalışma durumunu belirtir misiniz” sorusu sorulduğundaysa annelerini ücretli düzenli işte çalışan olarak ifade eden işçilerin oranı %15,2, ücretli düzensiz işte çalıştığını belirtenlerin oranı ise %2,7’dir. Böylece işçilerin %17,9’u annesinin ücretli olarak çalıştığını belirtmektedir. Ancak 15-24 yaş arası genç işçilerde bu oran %22’ye yaklaşmaktadır. Nitekim farklı araştırmalar da Türkiye işçi sınıfının her iki ebeveynin de aileyi geçindirdiği aile modeline doğru bir dönüşüm yaşadığını ortaya koymaktadır. DİSK-AR’ın araştırmasına katılan kadınların %79,8’i, erkeklerin ise %57,8’i ailede kendilerinden başka bir kişinin daha gelir getirdiğini ifade etmektedir. Öte yandan kadınların %20’den fazlası eve sadece kendisinin gelir getirdiğini söylemektedir. Daha da önemlisi şudur: “Kadın işçiler, kendi ailelerinde –yani bir önceki nesilde– annelerinin çalışıp çalışmadığı sorusuna yüzde 76 gibi büyük bir çoğunlukla annelerinin çalışmadığı yanıtını vermişlerdir. Bir önceki nesilde anneleri ücretli bir işte çalışmayan kadınlar bugün ücrete dayalı çalışan kadın işçiler olarak çalışma hayatında yer almaktadır.”[4]
Bu durum değişen yaşam koşullarının etkisiyle kadınların çalışmasının önünde engel teşkil eden geleneksel kalıpların hızla parçalanmakta olduğunu, insanların yaşamına hükmeden eski referansların aşındığını göstermektedir. Nitekim 1991-92 yıllarında hem kırda hem şehirde yapılan bir ankette kadınların çalışmasına olumlu baktığını söyleyen insanların oranı %30’lar düzeyindedir. 2014’te yapılan bir başka araştırma ise büyük şehirlerde yaşayanların toplumsal cinsiyete, kadının çalışmasına bakışının bariz biçimde olumlu yönde değiştiğini göstermektedir.[5] Kuşkusuz kadınların işçileşmesi çok önemlidir ve bunun her işyerine kreş, eşit işe eşit ücret, daha iyi çalışma koşulları başta olmak üzere bir dizi taleple mücadelede öne çıkmaları, örgütlenme ihtiyaçlarının artması, sendikalarda daha fazla temsil edilmeyi talep etmeleri, sınıf mücadelesinin güçlenmesi gibi sonuçları olacaktır. Kadınların çalışmasına dönük olumsuz önyargılar yok olmaya yüz tuttukça kadın-erkek işçilerin ortak talepleri için omuz omuza mücadelesinin önü daha fazla açılmaktadır.
Son yıllarda sanayi bölgelerinde yaşanan grev ve direnişlerde kadın işçiler ön plana çıkıyor. Bu durum erkek işçilere de güç ve güven veriyor. Kadınlar çeşitli sınıfsal taleplerle ve cinsiyet ayrımcılığına karşı, eylemlere katılmaktan ve tüm baskılara rağmen taleplerinde ısrarcı olmaktan vazgeçmiyor. Emekçi, işçi kadınlar toplumsal yaşamın her alanında var olma isteğini inatla ortaya koyuyor. Öte yandan bugüne kadar yapılan araştırmalar neticesinde kırsal kesimlerde yaşayan kadınların ve ev kadınlarının siyasi iktidara destek verme eğiliminin yüksek olduğu ve kentli, çalışan kadınlar arasında bu eğilimin azaldığı biliniyor. Tabii ki bu durum muhafazakâr, itaatkâr ve sinik bir toplum yaratmaya çalışan, bu hedef doğrultusunda kadını ve aileyi hedef alan siyasi iktidarın planlarıyla hiç uyuşmuyor.
Siyasi iktidar emekçi kadınları bir yandan muhafazakârlık ve itaatkârlık cenderesinde tutmak isterken bir yandan da sermayenin doğasına uygun biçimde ucuz işgücü olarak istihdama çekmeye çalışmaktadır. Yoksulluk ve kent yaşamı nedeniyle çalışma ihtiyacı artan kadınlar fabrikaları doldurmakta ve işsiz kuyruklarını büyütmektedir. “Önceki yıllarda kayıtlı kadın işsiz sayısı kayıtlı erkek işsiz sayısından oldukça azdı. Örneğin 2010 yılında 431 bin kayıtlı kadın işsize karşılık 1 milyon 42 bin kayıtlı erkek işsiz vardı. Kadın ve erkek kayıtlı işsizler arasındaki farkın zamanla kapandığı gözlenmektedir. Hatta 2018 yılında kayıtlı erkek işsiz sayısı 1 milyon 704 bin iken kayıtlı kadın işsiz sayısı 1 milyon 805 bine yükseldi.”[6]
Öte yandan siyasi iktidarın erken evlilik ısrarı büyümekte, üç-beş çocuk siparişlerinin sonu gelmemektedir. Ancak çok çocuk çağrıları tepkiyi büyütmekten başka bir işe yaramamaktadır. Türkiye İşçi Sınıfının Görünümü araştırmasına göre bugün hanehalkı büyüklüğü işçi ailelerinde ortalama 3,5 ve hanedeki çalışan sayısı ise ortalama 2,5 kişidir. Yani işçi ailelerinde çalışan sayısı hanehalkının %70’ine yakındır. Hanehalkı büyüklüğü ülkedeki genel eğilime paralel biçimde azalmaktadır. Örneğin Kristal-İş 1992 araştırmasında cam işçilerinin %40’ından fazlasının 5 ve daha fazla kişilik hanelerde yaşadığı, Birleşik Metal-İş’in 1999 araştırmasında ortalama hane büyüklüğünün 4,1 olduğu belirtilmektedir. Oysa Birleşik Metal-İş 2017 araştırmasında işçilerin yüzde 66’sının 3 ya da 4 kişilik hanelerde ikamet ettiği dile getiriliyor. Bu sayılar TÜİK’in ve DİSK-AR’ın araştırma sonuçlarıyla da uyumludur.
Görüldüğü üzere işçi aileleri yıllar içinde küçülmekte, ortalama çocuk sayısı azalmaktadır. Buna karşılık ailede çalışan sayısı artmaktadır. Bu durum kentleşme ile ilgili olduğu kadar işçiler açısından geçinmenin giderek daha zor hale gelmesiyle de ilgilidir. İşçi sınıfının yoksulluğu giderek büyümekte, sorunları her anlamda ağırlaşmaktadır.
İşçi sınıfının sorunları büyüyor
İşçilerle yapılan tüm anket ve araştırmalar, geçim sıkıntısı içinde olsalar bile işçilerin çalışacak bir işleri olduğu için, başlarını sokacak bir evleri olduğu için ya da borçları olmadığı için şükrettiklerini, “Hayatınızdan memnun musunuz?”, “İşinizden memnun musunuz?”, “Mutlu musunuz?” gibi soruları çok yüksek oranlarda “evet” şeklinde cevapladıklarını gösteriyor. Mesela DİSK-AR’ın Sınıf Görünümleri araştırmasında “işinizden memnun musunuz?” sorusuna işçilerin %77’si “memnunum” şeklinde yanıt vermiştir. Ama sürekli tekrar ettiğimiz gibi, olgulara tek yönlü bakmak ve biriken çelişkileri göz ardı etmek doğru değildir. Nitekim işinden memnun olduğunu belirtenlerin oranının yüksekliğine rağmen aynı araştırmada sorulan ücret, iş saatleri, iş güvenliği ile ilgili daha spesifik sorulara verilen olumlu yanıtlar dramatik biçimde düşmektedir. Mesela “ücretinizden memnun musunuz?” sorusuna olumlu yanıt verenler %58’de kalmaktadır. Ancak bu oran bile yanıltıcıdır. “Yaptığım işe karşılık adil bir ücret aldığımı düşünüyorum” diyenlerin oranı %47’lere gerilemektedir, henüz krizin patlak vermediği 2017’de işçilerin %54’ü ay sonunu zor getirdiklerini dile getirmektedir vs.
Türkiye’de asgari ücretle çalışanların toplam çalışanlara oranı %43 civarındadır. Yani Türkiye’de 10 milyondan fazla işçi asgari ücret civarında bir ücretle yaşamaktadır ve denilebilir ki ortalama işçi ücretleri asgari ücret düzeyine inmiştir. 2017 verilerine göre asgari ücretin satın alma gücü açısından Türkiye OECD ülkeleri içinde 18. sırada yer alıyordu. Ancak o tarihten bu yana ekonomik kriz ve enflasyon nedeniyle asgari ücretlinin alım gücü kaybının, diğer bir deyişle reel ücretlerdeki gerilemenin boyutlarını tahmin etmek güç değildir. Buna rağmen sermaye sahipleri işgücü maliyetlerinin yüksek olduğu yalanını yüksek sesle dile getirmekten geri durmuyorlar.
TÜİK araştırmalarında yoksulluk sınırı altında yaşayan hanelerin oranı 2017 itibariyle %20’nin üzerindedir. Türkiye’de nüfusun en zengin yüzde 20’lik diliminin toplam gelirden aldığı pay yüzde 48’dir ve bu oran en yoksul yüzde 20’nin toplam gelirinden 8 kat daha fazladır. İşçi sınıfının yaşam koşullarına ışık tutması bakımından şu veriler çarpıcıdır: Birleşik Metal-İş’in araştırmasına göre 2002 yılının Aralık ayında Türkiye genelinde tüketici kredilerinin toplam tutarı yaklaşık 2 milyar lira düzeyindeydi. Bu tutar 2005’te 20 milyar liraya ulaştı. 2017’deyse 385 milyar lira oldu. Hane başına düşen ortalama tüketici kredisi borcu 348 liradan 17 bin liraya yükseldi. Kredi kartları ile birlikte hane başına düşen güncel borç 21 bin lira civarına ulaştı. Bu tablonun metal işçilerine yansıması çarpıcıdır. Borcu olmadığını söyleyen Birleşik Metal-İş üyelerinin oranı sadece %15’tir. Borcu olan işçilerin %93’ü borçlarının kendilerini zorladığını beyan etmiştir. Son yıllarda 15-20 bin liralık borcunu ödeyemediği için intihar eden insanlar bu “zorlanmanın” ne boyutlara vardığını en acı biçimde göstermektedir.
Bu tablo, işçilerin çalışma koşullarını ağırlaşmakta ve işsizlik korkusunu derinleştirmektedir. Nitekim Türkiye’de işçilerin neredeyse yüzde 80’i işsizliği çok büyük bir sorun olarak gördüğünü belirtmektedir. DİSK’in raporuna[7] göre AKP döneminde işsizlik oranları, kendinden önceki döneme göre ciddi bir yükseliş göstermiştir. TÜİK’in rakamlarına göre 1988 ile 2002 arasında yıllık ortalama işsizlik oranı %8 olarak gerçekleşmişken AKP hükümetleri döneminde %11 olmuştur. Ancak ekonomik krizin etkilerinin belirgin biçimde açığa çıktığı 2018’den sonra bu oranlar katlanarak artmıştır. 2019 biterken işsiz sayısının 7,5 milyonu geçtiği biliniyor. 2020’nin ilk çeyreğinde ise işsiz sayısı artmaya devam etmiştir ve bugün işsizler ordusuna 3,2 milyon kişinin daha ekleneceği belirtilmektedir.
Üstelik bugün işsizlik işçiler açısından geçmişe göre çok daha ağır sonuçlar doğuran bir sorundur. Daha önceki işçi kuşaklarının köyle bağı çok güçlüyken, bu bağ bugün büyük ölçüde azalmış, “köyden gelen erzak”la geçinebilme durumu ortadan kalkmıştır. Birleşik Metal-İş’in 2008 yılı profil araştırmasına göre köyde gelir getiren toprağı olan işçilerin oranı %15’in altındadır. Köyden geçime yardımcı olacak şekilde erzak getirdiğini ifade eden işçilerin oranı ise %25’tir. 2017 araştırmasında ise bu oranların %10’un çok altına indiği görülmektedir. Kiracılık da işçiler açısından işsizliği daha tahammül edilemez hale getiren bir sorundur. İşçi aileleri açısından en büyük gider kalemini ev kirası oluşturmaktadır. Büyük sanayi kentlerinde işçilerin ev sahibi olma oranı genel ortalamaya göre çok daha düşüktür.
Değişen yaşam koşullarının yeniden şekillendirdiği ihtiyaçlar ve tüketim kalıpları da işsizliği katlanılmaz kılan faktörlerdendir. Giderleri sürekli artan ailesinin veya kendisinin ihtiyaçlarını karşılayamayan işçi kendini değersiz, önemsiz hissetmekte, sürekli biçimde kaygı ve stres yaşamaktadır. AKP iktidarı kamusal hizmetlerde kapsamlı bir tasfiye uyguladı. Sağlık ve eğitim gibi hizmetler paralı hale getirildi ve çok pahalandı. Sağlıkta reform yaptığını, kuyruk çilesine son verdiğini ileri süren AKP, sağlık tekellerini ve özel hastaneleri ihya ederken işçi ve emekçilerin nitelikli sağlık hizmetine erişim hakkını gasp etti. Aileleri çocuklarını özel okullara vermeye teşvik etti, devlet okullarında okumayı iyiden iyiye pahalı hale getirdi. Gıda fiyatlarını akıl almaz biçimde arttırdı. Patates, soğan gibi yaygın üretilen ve tüketilen görece ucuz sebzeler bile lüks haline geldi. En temel ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanan, her şeyden tasarruf yapmaya çalışan işçi ailelerinin giderleri sürekli olarak arttı. Bu koşullarda işsizlik nedeniyle bunalıma giren, intihar eden, hatta ailesini de kendisi ile birlikte ölüme sürükleyen insanların sayısı arttı. Bu intiharlar karşısında siyasi iktidarın aldığı tutum ise, intihar edenlerle benzer koşullarda yaşayan işçi ve emekçilerin hafızasına kazındı.
İşsizlik bu denli ciddi bir sorunken iş bulabilenlerin çalışma koşullarıysa günden güne daha kötüye gitmektedir. 2018 OECD verilerine göre yasal çalışma süresi haftalık 45 saat olan Türkiye’de ortalama çalışma süresi 48 saattir. AB ülkelerinde haftada 40 saatten fazla çalışan işçilerin oranı sadece yüzde 20 iken Türkiye’de bu oran neredeyse dört katına, %74’e yükselmektedir. Türkiye İşçi Sınıfının Görünümü araştırmasına göre işçilerin yüzde 40’ı her gün veya haftada birkaç gün fazla çalışma yapmaktadır. Haftada en az bir gün veya daha fazla gün fazla mesai yapanların oranı ise %56’ya yükselmektedir. Öte yandan işçilerin sadece %58,’i fazla çalışma karşılığı ücret ödendiğini belirtmiştir. Fazla mesai karşılığında ücret ödememe, eksik ödeme veya izin vermeme oranı %36’dan fazladır.
Çalışanların %20’den fazlası düzensiz, geçici, taşeron işçisi ve özel istihdam bürosu işçisi olarak çalıştığını beyan etmiştir. 15-19 yaş arası gençlerin yaklaşık %33’ü, 20-24 yaş arası gençlerin %35,4’ü düzensiz ve geçici işlerde çalışmaktadır. Benzer bir durum 55 yaş üstü işçilerde de görülmektedir. Araştırmaya katılan işçilerin beşte biri çalıştığı işyerinde sigortalı değildir. 15-19 yaş grubundaki işçilerin %40,6’sı, 20-24 yaş grubundaki işçilerin ise %32’si herhangi bir sigortası olmadığını beyan etmektedir. En genç ve en yaşlı işçiler daha yüksek oranlarda sigortasız çalıştırılmaktadır.
İşçilerin en önemli sorunlarından biri de işçi sağlığı ve güvenliği önlemlerinin yetersizliğidir. AKP döneminde yılda ortalama 1132 işçi iş cinayetlerine kurban gitmiştir ve bu ortalama her geçen yıl yükselmektedir. Türkiye’de neredeyse istihdamın yarısı 10 ve daha az sayıda işçi çalıştıran işyerleridir. İşyerlerinin %85,3’ünde 10’dan az işçi çalışmaktadır ve bu işyerlerinde sendikal örgütlenmeden bahsetmek mümkün değildir. İş cinayetlerinin pek çoğu işte bu işyerlerinde gerçekleşmektedir.
Böylesine ağır çalışma koşullarına rağmen emekli olma şartları ağırlaştırılmakta, emekli aylıkları düşürülmekte, sağlık, yaşlı bakım hizmetleri niteliksizleşmekte ve pahalı hale getirilmektedir. Emeklilik hakkına yönelik saldırılar Türkiye işçi sınıfı açısından giderek büyüyen bir sorundur. Son yıllarda emeklilikte yaşa takılanların mücadelesinin toplumun tüm kesimlerinden gördüğü destek bu sorunun yakıcılığını ortaya koymaktadır. Emeklilerin %71’i 56 ve daha yukarı yaşta olmasına rağmen iktidar hâlâ Türkiye’nin “genç emekliler ülkesi” olduğunu ileri sürmekte ve emeklilik hakkını gasp etmektedir.
SGK verilerine göre, Türkiye’de toplam 8 milyon 402 bin kişi emekli aylığı almaktadır. Ancak emekli aylıkları öyle düşük ki emekli olması gereken 4 milyon insan, hak sahibi olduğu halde ya bir işte çalışmakta ya da iş aramaktadır. AKP’nin iktidara geldiği 2002’de bu durumda olan insanların sayısı 2 milyondu. “Büyüyen Türkiye”de emeklilerin payına daha fazla yoksulluk düştü.
Türkiye işçi sınıfının en temel sorunlarından bir diğeri sürekli artan vergilerdir. Asgari ücretli bir işçinin yıllık kazancının yaklaşık %33’ü SGK primi ve vergi olarak kesilmektedir. İşçilerin gelirleri yılsonuna doğru iyice düşmektedir. İşçiler bir yandan yüksek gelir vergisi öte yandan tüketim vergisi yükü altında ezilmektedir.
Kısacası devlet işçi sınıfının sırtından finanse edilmekte, işçi sınıfının paralarıyla oluşturulan fonlar sermayeye akıtılmakta, siyasi iktidarın politikaları eşitsizliği arttırmakta ve işçiler kölece çalıştırılmaya, açlık ve yoksulluğa sürüklenmeye devam etmektedir. Bu koşullarda işçilerin bir sosyal yaşamı olduğundan bahsetmek zordur. Nitekim işçilere en sık gerçekleştirdikleri “sosyal faaliyet” sorulduğunda iki işçiden biri “televizyon izleme”, üç işçiden biri “spor karşılaşması izleme” cevabını vermektedir. Metal işçileri arasında yapılan araştırmada “Yıllık izninizi genel olarak nasıl geçiriyorsunuz?” sorusuna işçilerin %24’ü hiç yıllık izin kullanmadıklarını belirterek yanıt vermiştir. İşçilerin %47’si yıllık iznini evinde geçirdiğini belirtmektedir. Yüzde 29’u ise memleketine ve köyüne gitmektedir. Tatil amacıyla bir otel, pansiyon ve benzeri bir mekânda konaklayanların oranı sadece %23’tür. Yani günümüzün “Büyük Türkiye”sinde işçiler yoksulluk içinde, iş-ev sınırları arasında yaşamaya mahkûm edilmiş, yalnızlaştırılmıştır.
Sonuç olarak; zamanla bu ağır tablonun işçi sınıfının öfkesini körüklememesi, çözüm arayışlarını arttırmaması düşünülemez. Nitekim işçi sınıfının bağrında mücadelesini sürdüren sınıf devrimcileri tam da bu öfkeyi büyütmeye, çözüm arayışlarına cevap olmaya çalışmaktadır.
Anlatılan senin hikâyendir…
Başlarken şöyle demiştik: “Çürüme çağındaki kapitalizm altında zaman, işçi sınıfının mücadelesinin yükselmesinin önünde engel teşkil eden faktörleri hızla aşındırarak, yok ederek, yükselişleri mayalayan birikimleri sıçramalı biçimde büyüterek ilerlemektedir. Türkiye işçi sınıfı açısından da durum tastamam budur. Zaman geçmişin gölgelerini silerek, paslı prangaları kırarak, keskin mücadeleleri mayalayarak ilerlemekte, Türkiye işçi sınıfı gelişip olgunlaşmaya devam etmektedir.” Rakamların diliyle ortaya koymaya çalıştığımız tablonun ağırlığına rağmen sınıf devrimcilerinin odaklandığı nokta budur.
İşçi sınıfının büyüyüp kentlerde birikmesi, işçi ailelerinin yapısındaki değişim, kadınların evin yalıtıklığından kurtularak toplumsal yaşamın her alanında var olmaya başlaması, işgücüne katılması, kent yaşamının tüketim kalıplarını değiştirmesi, geleneksel önyargıları aşındırması, küreselleşmenin ve Türkiye kapitalizminin geldiği düzey, artan hoşnutsuzluk elbette yarını belirleyecektir. Bu dönüşüm hem AKP’nin itaatkâr, kanaatkâr, muhafazakâr ve kindar toplum projelerinin altını oymakta hem de sermaye sınıfına karşı verilecek büyük mücadelelere zemin döşemektedir. Öte yandan her biri bir öncekinden daha ağır yaşanan ekonomik krizler sorunları muazzam ölçüde ağırlaştırmakta, tüm çelişkileri daha görünür kılmaktadır.
İşçi sınıfının bugünkü örgütsüzlüğü, dağınıklığı, sessizliği, bu saydığımız dinamiklerin etkisiyle derinlerde gerçekleşen mayalanmayı, birikimi görmeye engel değildir. Bugün işçi sınıfının yakıcı sorunları çözüm beklemektedir, örgütlenme ihtiyacı kendini dayatmaktadır ve geçmişin dersleri ortadadır. İşçi sınıfının saflarına örgütsüzlük ve dağınıklığın hâkim olduğu, işçi sınıfının yenilmiş göründüğü uzun suskunluk yıllarını her zaman fırtınalı yükselişler takip etmiştir. 1960’lı yılların ardından yükselen sınıf mücadelesi, bu gerçeğin Türkiye’deki örneklerindendir. Türkiye işçi sınıfına göre çok daha uzun bir tarihi ve keskin mücadele deneyimleri olan dünya işçi sınıfının tarihindeyse sayısız örnek bulmak mümkündür. Dünya işçi sınıfının isyanları Türkiye işçi sınıfının geleceğinin resmidir. Dolayısıyla karamsarlığa yer yoktur, önemli olan işçi sınıfının büyüyen saflarında geleceğin mücadelelerini, devrimlerini mayalamaya devam etmektir.
[1] Birleşik Metal-İş, Üye Kimlik Araştırması, 2008
[2] Ferit Serkan Öngel, Metal İşçisinin Kimliği Üye Kimlik Araştırması 2017
[3] DİSK-AR, Türkiye İşçi Sınıfının Görünümü, İşçilerin Çalışma ve Yaşam Koşulları ile Kanaat, Deneyim ve Tutumları Alan Araştırması, 2017
[4] age
[5] Hacettepe Ünv. Arş. Gör. Birgül ÇİÇEK, Prof. Dr. Zeynep Çopur, Bireylerin Kadınların Çalışmasına ve Toplumsal Cinsiyet Rollerine İlişkin Tutumları, Nisan 2018
[6] DİSK-AR, Emek Araştırmaları 2016-2019
[7] age
link: Ezgi Şanlı, Rakamların Diliyle Türkiye İşçi Sınıfı /3, 9 Mayıs 2020, https://marksist.net/node/6931