3 Kasım 2020’de ABD’de seçimler olmuş ve başkan seçilen Joe Biden 20 Ocak 2021’de göreve başlamıştı. Başkanlık kampanyası sırasında ABD’yi yeniden dünya liderliğine taşıyacağı propagandası yapan Biden, bunu ABD demokrasisini güçlendirerek ve dünyadaki demokratik rejimlerle işbirliğini geliştirerek sağlayacağını ileri sürmüştü. Bu doğrultuda “demokrasinin önderliğini tekrar ele almak ve dünyada otoriterlikle mücadele etmek” üzere bir demokrasi zirvesi düzenlemeyi vaat etmişti. Biden’ın söz verdiği demokrasi zirvesi 9-10 Aralıkta 110’dan fazla ülkeden siyasetçinin, ticaret örgütlerinden ve sivil kuruluşlardan temsilcilerin katılımıyla gerçekleşti.
“Otoriterliğe karşı demokrasiyi savunmak, yolsuzlukları tespit edip onlarla mücadele etmek ve insan haklarını savunmak” zirvenin üç ana başlığı olarak belirlenmişti. Zirveye çağrı yapan ABD’li temsilciler, “toplumda oluşan güvensizlik ve hükümetlerin buna bir çözüm üretmede başarısız olmaları, siyasi kutuplaşmalara ve demokratik kurumların altını oyan liderlerin yükselmesine neden oldu” diyerek tek iyileştirici gücün demokrasi olduğunu ileri sürdüler. Zirveye davet edilecek ülkelerinse, tüm ülkeleri demokrasi konusunda kimi kriterlere tabi tutan ve bu kriterlere göre puanlayan ulusal ve uluslararası kuruluşların yaptığı sınıflandırmalar dikkate alınarak belirlendiğini açıkladılar. Telekonferans yöntemiyle sanal ortamda yapılan zirvenin “ev sahibi” olan Biden açılış konuşmasında, demokratik kurumlarda küresel düzeyde bir erozyon yaşandığını ama demokrasinin kendini iyileştirme gücüne güvenmek gerektiğini söyledi. Demokrasi ve insan haklarının dünya genelinde tehdit altında olduğunu, otokrat liderlerin, otoriterleşmenin yükselişte olduğunu, demokrasiyi savunmada demokratik ülkelerin dayanışma içinde olması gerektiğini vurguladı, dünya liderlerine demokrasi için güçlerini birleştirme çağrısında bulundu. Biden, Kongre ile birlikte dünya demokrasilerini desteklemek ve bağımsız medyaya destek vermek için oluşturulacak yeni bir girişime 424 milyon dolar ayrılması için çalıştıklarını eklemeyi de ihmal etmedi. Pek çok lider de Biden ile benzer vurgularla dolu konuşmalar yaptı.
Ancak süslü laflar ve vaatler, üst perdeden nutuklar bir kenara bırakıldığında Demokrasi Zirvesinin dünyada demokrasiyi güçlendirmek için düzenlenmediği apaçık ortadadır. Zirvenin gündeme getirildiği süreç, davetli listesi ile liste dışında bıraktıkları, Çin ve Rusya’nın hedef tahtasına konması, esas derdin demokrasinin değil ABD’nin hegemonya üstünlüğünün korunması olduğunu netlikle ortaya koyuyor.
Biden’ın demokrasi zirvesi düzenleme sözünün perde arkası
Biden’ın demokrasi zirvesi toplamaya söz verdiği günlerde ABD’de tam bir kaos havası hâkimdi. Biden, Cumhuriyetçi Partinin ikinci dönem için seçilmeyi garantilemek üzere her türlü manevrayı yapmaktan geri durmayan adayı Trump’a karşı yarışıyordu. Bu yarış kapitalizmin tarihsel bir kriz içinde olduğu, ABD’nin hegemonyasının geçmişe oranla ciddi biçimde sarsıldığı, uzatmalı hegemonya kavgasının her alanda sorunları büyüttüğü, geçmişin dengelerine göre oluşmuş kapitalist organizasyonlarda bir dağınıklık havasının hâkim olduğu, nüfuz alanlarında rekabetin arttığı, kaymaların yaşandığı belirleyici bir dönemde gerçekleşiyordu. Tabir yerindeyse ABD, Çin başta olmak üzere rakiplerinin soluğunu ensesinde hissetmekle kalmıyor, pençelerini sırtında hissediyordu. Böyle bir nesnel zeminin ABD egemen sınıfı içindeki çatışmayı büyütmemesi, çatlakları derinleştirmemesi düşünülemez.
ABD egemen sınıfının bir kesiminin sözcüsü ve temsilcisi olarak Trump, bu olağanüstü süreçte ABD hegemonyasının sağlamlaştırılması ve korunması için uluslararası alanda geleneksel diplomatik yöntemlerin bir kenara bırakılması gerektiğini düşünüyordu. Kapitalist sistemin tepesinde yer alan ABD’nin daha önceki başkanlarından farklı olarak ciddi bir devlet adamı değil, açgözlü bir tüccar görüntüsü çiziyordu. ABD’nin iliklerine kadar sömürüldüğü propagandasıyla Çin’e karşı ticaret savaşlarını kızıştırıyor, İran’la yapılan nükleer anlaşmadan, Paris İklim Anlaşmasından çekileceğini açıklıyordu. Tüm diplomatik kanalları bir kenara fırlatıp atarak diğer liderlerle kişisel pazarlıklara oturuyor, bu pazarlıklara ailesini, damadını katmaktan kaçınmıyordu. Bu yöntemleriyle Trump, ülkenin çıkarlarını temsilcisi olduğu kesimlerin dar çıkarlarıyla özdeşleştiren bir siyasi figür olarak sivriliyordu.
Elbette Trump’ın yerleşik kurumlara, teamüllere saldırması, bir zamanlar ABD’nin hegemonyasının ifadesi olarak tesis edilen uluslararası kurumlardan, anlaşmalardan çekilmeyi gündeme getirmesi, ABD politikasını farklı ülkelerin liderleriyle kurduğu kişisel ilişkiler yoluyla yürütmek istemesi, kendi ailesinin ve çevresindeki sermaye gruplarının çıkarlarını öncelemesi rakip burjuva kamplarda derin rahatsızlık yaratıyordu. Bu kesimler Trump’ın ABD’nin imajına ve ağırlığına verdiği zararın büyüdüğünü düşünüyordu. Ama Trump, tam da bu rahatsız edici farklılıklarını öne çıkararak iç kamuoyuna sesleniyor, destekçilerini konsolide edip büyütüyordu.
Trump ABD’nin sayılı kapitalistlerinden biri olmasına rağmen müesses nizama karşı olduğu propagandası yürütüyordu. Giderek yoksullaşan emekçi kitleleri aldatıp arkasına takmak için müesses nizama savaş açtığı algısı yaratmaya çalışıyordu. Washington’un elitlerinin halkı anlamadığını, umursamadığını anlatıyor, kendisinin ABD işçi sınıfıyla empati kurabilecek, onların sorunlarını çözebilecek tek lider olduğunu ileri sürüyordu. Çin ve benzeri ülkelere giden ABD yatırımlarını geri getireceğini, ekonomiyi büyüteceğini, göçmenleri ülkelerine yollayacağını, sınırları onlara kapatacağını, işsizliği bitireceğini iddia ediyordu. Halkın en geri duygularına hitap ederek her konuda yalan söylemekten, şaklabanca açıklamalar yapmaktan, siyasi rakiplerine hakaretler savurmaktan zerrece geri durmuyordu. Bu propagandayla işçi ve emekçiler arasında yapay kutuplaşmayı alabildiğine körükleyen Trump, göçmen ve kadın düşmanlığıyla, ırkçı söylemleriyle, etrafına topladığı paramiliter gruplarla faşist çizgisini gün geçtikçe daha da belirginleştirdi.
Trump, iktidarının son yılında patlak veren koronavirüs salgını karşısında takındığı tutumla gerilimi daha da arttırdı. Cumhuriyetçi Parti tabanını çeşitli eyaletlerde salgın kapsamında alınan önlemleri protesto etmek için sokaklara döktü. Demokrat Partili eyalet valileri ile yetki tartışmalarına girdi. Gerilimi öylesine körükledi ki ağır silahlar kuşanmış faşistlerin 1 Mayıs’ta Michigan Eyalet Meclis Binasını basmasına neden oldu. Polisin 25 Mayısta George Floyd’u katletmesi üzerine patlak veren yaygın protestolar karşısında faşist grupların önünü daha da açtı. Paramiliter katliam çetelerini “yasa ve düzen”in koruyucusu katına yükseltti. George Floyd protestolarına saldıran, cinayetler işleyen faşist paramiliter grupları övdü ve kahraman ilan etti. Trump, destekleyip güçlendirdiği, seferber edip kullandığı bu güçlerle hem Cumhuriyetçi Parti içindeki ağırlığını arttırmaya hem de karşı cephe üzerinde basınç oluşturmaya çalıştı.
Seçimler yaklaştıkça Trump’ın demogojik söylemleri arttı. Demokrat Partiye ve partinin sol kanadına, sosyalistlere ve anarşistlere yönelik saldırıları büyüdü. Demokrat Partinin seçimleri kazanmasının sosyalizmin zaferi anlamına geleceği ve ABD için tam bir yıkım olacağı yönündeki yalan ve çarpıtmalarına iyice hız verdi. Tüm dünyanın gözleri önünde, seçimleri kaybetmesi durumunda bunu kabul etmeyeceğini, başkanlığı bırakmayacağını ilan etti. Postayla oy verilmesi halinde oyların çalınacağı yalanını yaymak için kampanyalar yürüttü. “Cumhuriyetçi Parti kongresi, lümpen ve faşistlerin boy gösterdiği bir sahneye dönüşürken, Trump, Biden’ın karanlığı ve kaosu temsil ettiğini, seçimlerde hile yapılacağını ve Demokratların ülkeyi Çin’e satacağını yineledi. İşte özellikle yaz ve sonbaharda seçim süreci bu tartışmalar, egemen sınıf içinde çeşitli boyutlar alan gerilimlerle şekillendi.”[1]
İşte tüm bunlara yol açan Trump gibi faşist bir figürün ABD’nin başında olması, Demokrat Partinin temsil ettiği geniş kesimlerde dehşet yaratmıştı. Trump’ın ABD’nin kapitalist dünyadaki geleneksel rolünü oynaması, hegemonik konumunu koruması için ihtiyaç duyulan lider tipi olmadığını düşünen burjuva kesimler Biden’e destek verdiler. İçlerinde faşizan yükselişe tepki göstererek Cumhuriyetçi Partiden ayrılanların da bulunduğu bu kesimler ABD demokrasisini, yerleşik düzenini, kurum ve teamüllerini korumak için Trump’a karşı ortak mücadele çağrısında bulundular. Biden, sağduyulu, demokratik işleyişe, kuvvetler ayrılığına, diplomasi kanallarına saygılı, demokrasiden taviz vermeyen bir lider imajı çizmeye çalıştı, “ABD’nin demokratik geleneklerinin korunması” söylemlerine ağırlık verdi. Bu yolla hem kriz ve baskılar nedeniyle huzursuz olan ABD’li emekçilere umut vermeye hem onları Trump’a karşı birleştirip desteklerini almaya hem de uluslararası ittifak ilişkileri açısından bir rahatlama yaratmaya çalıştı. Biden demokrasi zirvesi toplama sözünü tam da bu süreçte verdi, başkanlık yarışını kazandı ve 2021 kapanırken zirveyi topladı.
Ancak ne Biden’ın Trump’a karşı kazandığı zafer ne de toplanan demokrasi zirveleri ABD ve dünya işçi ve emekçileri açısından demokratik hak ve özgürlüklerin gelişmesi anlamına gelmektedir. Trump’ın yarattığı dehşet nedeniyle seçimi kazanmış olsa da Biden ve Demokrat Parti “Trump’ın diktatörce eğilimlerini, faşizan politikalarını açıkça teşhir etmek, halkın özlemlerine yanıt olacak söylem ve politikaları öne çıkarmak yerine soyut «demokrasimiz tehlike altında» söylemine sarılmışlardır”.[2] Trump’ın ve faşist hareketin yükselmesinden daha çok Demokrat Parti içindeki sosyalist eğilimlerin güçlenmesinden korkmuşlardır. Seçim sonuçlarını kabul etmeyerek kışkırtmalara girişen, on binlerce insanın Kongre binasını basmasına, cinayetler işlenmesine neden olan Trump’tan hesap sormak yerine bu durumu normalleştirmeye çalışmışlardır. Bugün Cumhuriyetçi Partinin ve Trump’ın yeniden yükselişte olması, Cumhuriyetçi Parti içinde faşizan eğilimlerin giderek güçlenmesi, Biden’ın daha şimdiden yıpranmış bir lider görüntüsü çizmesi ve düzenlediği Demokrasi Zirvesiyle eleştiri ve alay konusu olması tam da bu ikircikli tutumun bedelidir. Lafla peynir gemisi yürümez misali soyut demokrasi söylemleriyle faşizmin önü kesilemez. Seçimi kaybedince “Trump gitti fakat Trumpizm yükselişe geçti” diyenleri bile yanıltacak şekilde sadece Trumpizm değil Trump da geri gelmeye hazırlanıyor. Kasım 2022’de yapılacak ara seçimlerde Trump’a destek veren adayların Temsilciler Meclisinde ve Senatoda büyük zafer kazanacağı tahmin ediliyor. Trump daha şimdiden “beni özlemedin mi?” sloganıyla kampanyalar düzenliyor.
Kim davetli, neye davetli?
Fransız Le Monde gazetesinde zirveyi değerlendiren bir yazıda şu sözlere yer verildi: “Davetliler listesine bakıldığında, Washington’un bölgesel çıkarları, davet edilen rejimlerin doğasına üstün geldi”. Biden’a göre “gücünü geliştirme, nüfuzunu dışarıya yayma ve baskıyı haklı gösterme arayışındaki otokrat yönetimler altında küresel özgürlüğü tehdit eden” başlıca iki ülke olan Çin ve Rusya zirveye davet edilmedi. Rusya ve Çin’in yanı sıra Azerbaycan, Mısır, Tunus ve Macaristan gibi ülkeler de zirveye davet edilmedi. Türkiye ise basına sızan “başındaki baskıcı ve otoriter lidere destek veriyor görüntüsü çizmemek” benzeri bir gerekçeyle davet alamayan ülkelerden oldu. Elbette dünya çapında bir demokrasi zirvesi söz konusu ise adı geçen bu ülkelerin davet edilmemiş olması normal karşılanabilirdi, tabii eğer davetli listesinde nice diktatör yer almıyor olsaydı!
Mesela Brezilya’da başkanlığa gelir gelmez “sosyalizm, komünizm, popülizm ve solun aşırılığıyla mücadele” yeminleri ederek Brezilya’nın kaderini değiştireceğini, kızılları temizleyeceğini söyleyen, dünyanın akciğerleri denilen Amazon ormanları yandıkça ellerini ovuşturan, sermayenin kârı uğruna yangınların büyümesi için elinden geleni yapan, yerli halklara katliam uygulayan, kadınları, eşcinselleri, yerlileri her fırsatta aşağılayan, eleştirilere hakaret ve şiddetle karşılık veren, pandemi konusunda en gerici argümanları ve uygulamaları devreye sokan, işçi ve emekçilere azgınca saldıran faşist Jair Bolsonaro davetliler arasındaydı. Bolsonaro’nun yanı sıra, Filipinlerin faşist devlet başkanı Rodrigo Duterte de Biden’dan gelen “demokratik ve insan haklarına saygılı toplumlar inşa etmek için çalışma ortaklığınızı tanıyor ve takdir ediyoruz” diyen o davetiyeyi almıştı. Ülkede diktatörlük rejimi kuran, sıkıyönetimler ilan eden, “kanun ve düzen” adına binlerce kişiyi katleden, paramiliter güçleri uyuşturucu bağımlılarını öldürmek konusunda cesaretlendiren, yargısız infaz uygulayan polislere cezasızlık sözü veren, askerlere çatışma bölgelerinde ev baskınları ve tecavüz de dâhil her türlü işkenceyi uygulama çağrısında bulunan, üç milyon Yahudi’yi öldüren Hitler’e özendiğini ve tıpkı onun gibi üç milyon “uyuşturucu bağımlısını” seve seve katledebileceğini açıkça söyleyen, Lahey’deki Uluslararası Ceza Mahkemesinde insanlığa karşı suç işlemekle yargılanan Duterte de “kusurlu” olmakla beraber demokratik bir rejimin temsilcisiydi ABD’ye ve Biden’a göre! Hindistan’da işçi ve emekçileri yapay kutuplaşmalarla, düşmanlıkla, baskı ve zorbalıkla yöneten, Hindu milliyetçiliğini körükleyen, Müslümanlara şiddeti eksik etmeyen, kadınlara, aydınlara, komünistlere nefret kusan, kanlı geçmişiyle övünen, işçilere, emekçilere, çiftçilere saldırıların dozunu iyice arttıran, polis şiddetini azdıran, paramiliter gruplar besleyen Narendra Modi de zirvenin davetlileri arasındaydı.
Listeyi uzatmak mümkün fakat bu kadarı ABD’nin derdinin demokratik rejimlerle işbirliği yaparak demokrasiyi korumak değil hegemonyasını korumak olduğunu anlatmaya fazlasıyla yeter. Nitekim Biden, hem davetli ülkeler nedeniyle hem seçim yenilgisinin ardından on binlerce kişiyle Kongre binası baskınını organize eden Trump’tan hesap sormaması gibi nedenlerle yapılan eleştiriler karşısında hiçbir demokrasinin kusursuz olmadığını, ABD’nin kendi demokratik kurumlarıyla geleneklerinin karşı karşıya kaldığı zorlukların farkında olduğunu dile getirmekle yetindi. Çin ve Rusya’nın dünya için nasıl da büyük tehlike olduğunu anlattı. ABD basını, geri kalan ayrıntıları atlayarak zirvenin “Biden’ın ABD’yi otoriter dünya güçleri Rusya ve Çin’le mücadelede yeniden küresel lider konumuna getirme konusundaki sözüne yönelik bir sınav niteliğinde” olduğunu yazdı. Nitekim zirvenin sonunda “demokrasi” başlığı altında bağlayıcı tek bir karar alınmadı, zirve ülkelerin 2022’de tekrar düzenlenecek zirveye kadar demokrasilerini geliştirme temennileri ile kapandı.
Marksist Tutum’da pek çok kez dile getirildiği gibi bugün ABD ile Çin arasında giderek şiddetlenen bir hegemonya kavgası yürümektedir. Adına kimi zaman “ticaret savaşları”, kimi zaman “yeni soğuk savaş” dense de bu kavga adıyla sanıyla emperyalist hegemonya savaşıdır. Çin’in Rusya’nın desteğini alarak ABD karşısında bir kutup başı olarak sivrilmesi, başta Almanya olmak üzere Avrupa ülkeleriyle önemli ticari ilişkiler geliştirmesi, Kuşak ve Yol gibi projelerle geniş bir bölgede gücünü ilerletmesi, bölgesinde nüfuzunu arttırması, Afrika’da büyük yatırımlar yapması, Mars’a roket göndermekten 5G altyapısı döşemeye, yapay zekâdan yenilenebilir enerji yatırımlarına kadar bilim ve teknolojideki, silah sanayiindeki atılımları ABD’yi derinden ürkütmektedir. ABD, Çin’in yükselişiyle baş edebilmek için kutup başı rolünü iyi oynamaya, ittifak ilişkilerini sağlamlaştırmaya, Çin’e set çekmek için güç birliği oluşturmaya çalışmaktadır.
Zirveye davet edilen Pakistan’ın zirvenin açılışından birkaç saat önce diplomatik bir açıklamayla daveti reddettiğini duyurması bu çekişmenin geldiği boyuta ve zirvenin amacına ilişkin bir örnektir. Kuşkusuz bu kararın ardında Çin’in Pakistan’da giderek büyüyen ekonomik ve siyasi nüfuzu vardır. Öte yandan davetliler arasında Tayvan’ın da yer alması ABD ve Çin arasındaki gerilimin bir sonucudur. Çin ve Tayvan arasında tarihsel ve siyasal nedenlerle birikimli sorunlar var ve Çin’in son dönemdeki bazı manevraları gerilimi tırmandırıyor. ABD’nin daveti ise sorunları daha da kaşımak anlamına geliyor. Çin Cumhurbaşkanı Şi Jinping, zirve öncesinde Biden’la görüşerek Tayvan konusundaki fikir ayrılıklarını ABD Başkanına ilettiğini ve bu konunun “ateşle oynamak” anlamına geldiğini söylediğini açıklamıştı. Tayvan’ın bağımsızlığını kabul etmeyen, kendi toprağı olarak gören Çin, “ABD’nin bu hamlesinin demokrasiyi yalnızca jeopolitik hedeflerini ilerletmek, diğer ülkelere baskı uygulamak, dünyayı bölmek ve kendi çıkarlarına hizmet etmek için bir kılıf ve araç olarak kullandığını gösterdiğini” söyleyerek ABD’ye meydan okudu. ABD’nin desteğini arkasına alan Tayvan ise “bu davetin ülkenin yıllardır sürdürdüğü demokrasi ve insan hakları mücadelesinin kabulü anlamına geldiğini ve bundan memnuniyet duyduğunu” açıklayarak Çin’e meydan okudu.
ABD için son derece tehlikeli olan Çin-Rusya yakınlaşması da ilerliyor ve bu Rusya’nın hegemonya savaşında Çin kutbunda yer aldığı anlamına geliyor. Ortadoğu’daki etkisini büyüten, kimi Doğu Avrupa ülkelerinde ve Kafkaslarda ABD’nin başını ağrıtmaya devam eden Rusya son haftalarda NATO üyeliği gündeme gelen Ukrayna sınırına ve Kırım’a asker yığdı. ABD ve NATO Ukrayna’ya destek açıklamasında bulundu, Rusya’dan Almanya’ya uzanan Kuzey Akım 2 doğalgaz hattından da rahatsız olan ABD Rusya’ya yaptırım kararları açıkladı. Rus diplomatlar sınır dışı edildi. Gerilimin iyice yükseldiği bu dönemde Rusya’dan şu açıklama geldi: “Rusya ve Çin’in uluslararası alandaki eylemlerin yakın koordinasyonu ve dünyadaki güncel sorunların çözümüne yönelik sorumlu ortak yaklaşımı, uluslararası ilişkilerde önemli istikrar unsuru haline gelmiştir. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, Şanghay İşbirliği Örgütü ve BRICS platformlarında aktif şekilde birlikte çalışıyoruz. Uluslararası hukuka dayalı adil bir dünya düzeninin oluşumuna katkıda bulunuyoruz.”
Öte yandan Washington’dan Türkiye’ye davet gelmemesi, kimilerince insan hakları konusunda bir mesaj kimilerince Türkiye’nin imajına zarar veren bir gelişme olarak yorumlandı. Osman Kavala’nın serbest bırakılmaması, ABD dâhil 10 ülkenin büyükelçilerinin Türkiye’ye ortak çağrı yapmasının ardından bu büyükelçilerin “persona non grata” ilan edilmek istenmesi davetiye gelmemesinin nedeni olarak gösterildi. Oysa Türkiye’deki anti-demokratik hatta faşist rejimler bugüne kadar ABD açısından sorun teşkil etmedi, bugün de etmemektedir. ABD açısından esas sorun Erdoğan rejiminin ABD çıkarlarıyla ters düşen dış politikası ve mevcut dengeler içinde Türkiye’nin ABD için stratejik öneminin eskiye nazaran azalmış olmasıdır. ABD’den umduğunu bulamayınca yüzünü Rusya’ya dönen, ekonomik açıdan Batı’ya bağlı olduğu için her seferinde yeniden ABD’ye yaltaklanmaya çalışan, Suriye’de, Libya’da, Doğu Akdeniz’de baş ağrıtan hamlelerde bulunan Türkiye’nin davetli listesinin dışında bırakılması ABD’nin bu rejimle yönetilen bir Türkiye’yi Çin’le yürüttüğü hegemonya savaşında güvenilir bir müttefik olarak görmediği anlamına gelmektedir.
Sonuç olarak Demokrasi Zirvesi demokrasi özleminin değil ABD’nin aşınan hegemonyasını yeniden tesis etme özleminin bir ürünüdür. Kapitalist kâr hırsının ve açgözlülüğün, kanlı hegemonya kavgasının, derin toplumsal eşitsizliklerin hüküm sürdüğü bir dünyada zaten tersi de mümkün değildir.
[1] Utku Kızılok, ABD Kongresine Baskının Anlamı, marksist.com
[2] Ezgi Şanlı, Amerika’da Neler Oluyor?, marksist.com
link: Ezgi Şanlı, Demokrasi Zirvesi mi, ABD’nin Hegemonyasını Yeniden Tesis Çabası mı?, 7 Ocak 2022, https://marksist.net/node/7547
“Minimalist Yaşam” Güzellemeleri ve Milyarların Hayatı
Beş Çamlar