ABD Başkanı Joe Biden, Nisan ayında Afganistan’daki askerlerini geri çekeceğini, böylece ülkesinin “en uzun savaşını” resmi olarak sona erdireceğini duyurdu. Çekilmenin tamamlanacağı tarih olarak Manhattan’daki Dünya Ticaret Merkezi kulelerine ve Pentagon’a saldırının 20. yıldönümü olan 11 Eylül 2021’i işaret etti. Bu açıklama bir anda dünya gündemine oturdu, yoğun tartışmalara neden oldu. Bölge ülkelerinde ve Afganistan’da hatta ABD egemen sınıfı içinde kimi kesimler tarafından çekilme kararının mantıklı olmadığı, belirlenen tarihe yetişmeyeceği, Afganistan’ın Taliban’a ve iç savaşa teslim edilemeyeceği, yeniden uluslararası teröre sığınak olmasına izin verilemeyeceği itirazları dillendirilmeye başladı. Kimi aklıevveller bu kararın ABD’nin Taliban karşısındaki yenilgisi, tıpkı Irak’ta olduğu gibi yarattığı bataklıktan kaçışı olarak yorumladı. Tartışmalar süredursun, Usame Bin Ladin’in öldürülmesinin yıldönümü olan 1 Mayısta çekilme başladı.
Aslında ABD’nin Afganistan’dan çekilme kararı yeni değil. Obama döneminden bu yana Taliban’la zaman zaman barış görüşmeleri yürütülüyor ve Afganistan’dan asker çekme konusu gündeme getiriliyordu. Trump yönetiminin son dönemlerinde bu konuda ciddi adımlar atıldı, Mart 2019’da Taliban’la görüşmelere başlandı ve bu görüşmeler Şubat 2020’de anlaşma ile sonuçlandı. Katar’ın başkenti Doha’da imzalanan “Afganistan’a Barışı Getirme Anlaşması”na göre Taliban, El Kaide ile ilişkilerini kesecek, kontrol ettiği alanlarda terör örgütlerinin faaliyetlerine izin vermeyecek, ülkedeki yabancı güçlere ve üslere saldırmayacak, Taliban ile Kabil hükümeti arasında ateşkes ilan edilip barış görüşmeleri başlayacak, mahkûmlar karşılıklı olarak serbest bırakılacaktı. Buna karşılık ABD Taliban’a yönelik yaptırımlarını kaldıracak, üslerini kapatacak ve 1 Mayıs 2021’e kadar askerlerini ülkeden çekecekti.
O dönemde müttefiklerine danışmadan, NATO içinde istişare etmeden Taliban’la doğrudan görüşmeler yapmakla ve Taliban’la görüşme masasına oturması için Kabil hükümetine baskı uygulamakla eleştirilen Trump, bununla da sınırlı kalmıyor, aynı şekilde Afganistan’dan çekilme kararı alıyordu. İmzalanan anlaşma ile “sonsuz savaşlara son vereceğini” ileri sürüyor, üst perdeden başka uluslar için para harcamaya son vereceği, ABD askerlerini evlerine geri getireceği nutukları atıyordu. Kimilerine göre bu, çılgınlıktı. Ama söz konusu olan Trump’tı ve bu çılgınlıktan vazgeçmiyordu.
Tartışmalar da süreç de hız kesmeden devam etti ve Doha’daki anlaşmanın ardından sıkı pazarlıklar başladı. Kabil hükümeti yaklaşık 5 bin Taliban militanını, Taliban ise yaklaşık bin Afgan güvenlik personelini serbest bıraktı. 2020’nin Eylül ayında Kabil hükümeti ile Taliban arasında ilk doğrudan görüşmeler başladı. Ancak tam da beklendiği gibi, bu görüşmeler, barış getirmedi. Taliban hükümet güçlerine saldırmaya devam etti, bazı bölgelerde kontrolü yeniden ele geçirerek güçlendi. Birleşmiş Milletlerin açıklamasına göre anlaşmanın ardından çatışmalarda 3 bin sivil hayatını kaybetti. Taliban ise anlaşmaya uyduğunu, yabancı güçlere saldırmadığını, çekilme takviminin işletilmesi ve bir geçiş yönetimi kurulması gerektiğini ileri sürdü. Liderlerinin BM terörist listelerinden çıkarılmasını istedi. Anlaşma masasında elini iyice güçlendirdi. Ancak Taliban’ın yeniden yükselişi ya da sivillerin ölmesi ABD’de bir rahatsızlık yaratmadı, “çekilme” konusunda geri adım attırmadı.
Başkanlık koltuğuna oturmasının ardından kimilerince Trump’ın kararını gözden geçireceği umulan Biden da aradan geçen yıllarda ABD’nin önceliklerinin değiştiğini, Afganistan’da daha fazla kalmanın seçenek dışı olduğunu ilan etti. ABD askerlerinin 2 Temmuzda sabaha karşı, Kabil yakınlarındaki Begram hava üssünden, üssün Afgan komutanına bilgi bile vermeden ve elektrikleri keserek çekilmesi ABD’nin Afganistan’dan çekilme sürecinin sembolü oldu. Nitekim Biden, 8 Temmuzda yaptığı açıklama ile çekilmenin 31 Ağustosta tamamlanacağını duyurdu. Peki, ABD neden Afganistan’dan çekiliyor, “çekilme” ABD açısından ne anlama geliyor?
Değişen öncelikler, değişmeyen hegemonya kavgası
İçinden geçtiğimiz döneme damga vuran emperyalist savaş ve hegemonya kavgası göz ardı edilerek hiçbir gelişme doğru anlaşılamaz, açıklanamaz. Başını ABD’nin çektiği emperyalist hegemonya kavgası dümdüz bir çizgide ya da birbirinden bağımsız alanlarda değil, iç içe geçen halkalar şeklinde ilerliyor. Yıllar içinde savaşın ağırlık noktası değişebiliyor, planlar değişen duruma ve rakiplerin hamlelerine göre yeniden ve yeniden revize edilebiliyor. Bir halkaya güç aktarmak için diğer halka bir müddet mevcut kaotik haliyle dondurulabiliyor.
Nitekim hegemonya kavgasının harı içinde kısa ve orta vadeli planlarını son derece esnek biçimde şekillendirebilen ABD’li egemenler çoktandır Afganistan savaşının başlatıldığı konjonktür ile bugünkü konjonktür arasındaki farka ve “ABD’nin değişen önceliklerine” dikkat çekiyorlar. Irak, Suriye ve Afganistan’ın göz ardı edildiği anlamına gelmemekle beraber odaklarının giderek güçlenen bir rakip olarak Çin’e ve Asya Pasifik bölgesine kaydığını ilan ediyorlar. Kırgızistan ve Özbekistan gibi civar ülkelere üsler kurmaktan, Afganistan’da kalacak müttefik askeri güçlere ve hükümete hava desteği vermekten bahsediyorlar.
Bu açıdan bakıldığında ABD’nin “çekilme” kararının gerçekte bir çekilme, yani o bölgede savaşı sonlandırma kararı olmadığını görmek hiç de zor değildir. ABD ince hesaplar yaparak bir taşla birkaç kuş vurmak ve emperyalist savaşın yeni halkalarına hazırlanmak arzusundadır. “Çekilme”, aslında hedefine koyduğu Çin’i sıkıştırmak üzere Afganistan’ı bölgede istikrar ve dengeyi bozucu bir faktör haline getirme hamlesidir. Pimi çekilmiş bombayı rakiplerinin ellerine bırakmaktır.
Kısaca hatırlatmak gerekirse İkinci Dünya Savaşının ardından ABD, emperyalist sistemin tartışılmaz hegemon gücü olarak yükselmiş ve bu konumunu uzun yıllar boyunca muhafaza etmişti. Fakat 1991’in son günlerinde SSCB’nin dağılmasıyla birlikte verili durum değişmiş, dengeler sarsılmıştı. ABD, SSCB tehdidinin ortadan kalktığı koşullarda eskisinden daha cüretkâr davranan, muazzam büyüklükte pazar ve yatırım alanlarının ortaya çıkmasıyla iştahı iyice kabaran ve giderek güçlenen rakiplerinin önünü kesmek için vakit kaybetmeksizin ataklar yapması gerektiğini görüyordu. Milenyum dönemecine damga vuran koşullar ABD’nin rakiplerini durdurma, pazar ve yatırım alanlarını, enerji yataklarını kontrol altına alma, nüfuzunu koruma ve hegemonyasını yeniden tesis etme arzusuyla şekilleniyordu. 11 Eylül saldırıları tam da bu dönemeçte gerçekleşti ve ABD’nin 21. yüzyılı “Amerikan yüzyılı” yapmak üzere başlattığı emperyalist savaşın bahanesi oldu. Dönemin ABD başkanı Bush’un sonsuz olacağını söylediği savaşın ilk perdesi Afganistan’da açıldı.[1]
Afganistan; Çin, İran, Pakistan’la ve Rusya’nın arka bahçesi olarak gördüğü Türkmenistan, Özbekistan ve Tacikistan’la komşu olan, bu ülkelerle tarihsel ve etnik bağları, el değmemiş zengin maden ve değerli taş rezervleri bulunan, enerji yollarının geçiş noktası üzerinde yer alan bir ülkedir. Bu açıdan ABD emperyalizmi için rakiplere kaptırılmaması gereken, hegemonya savaşını başlatmak ve halka halka ilerletmek üzere güç toplamak için uygun bir bölgeydi. Böylece 3 bin kişinin ölümüne neden olan 11 Eylül saldırılarından El Kaide sorumlu tutuldu ve ABD, El Kaide’nin Suudi Arabistanlı lideri Usame Bin Ladin’in peşine Afganistan’da düştü. Saldırıların üzerinden daha bir ay bile geçmeden, takvimler 7 Ekim 2001’i gösterdiğinde, ABD Afganistan’ı bombalamaya başladı. Dönemin ABD başkanı Bush, Taliban’ı ezeceklerini, ülkeye barış, demokrasi ve istikrar getireceklerini vaat ediyordu. Oysa ezilen yoksul Afgan halkıydı. Çünkü ABD’nin önceliği Taliban’ı ortadan kaldırmak, barış ve demokrasiyi tesis etmek, halkı kurtarmak değildi. Tıpkı bugünkü çekilme kararında olduğu gibi rakiplerini zayıflatmak, dize getirmek, emperyalist sistemin en tepesindeki yerini korumaktı.
Aslında El Kaide ve benzeri örgütleri ortaya çıkaran, Taliban’ı iktidara taşıyan tam da ABD’nin kendisiydi. Cihatçı örgütler SSCB’nin yıkılmasına kadar ABD’nin dostu ve müttefikiydi. Bu aktörler özellikle Afganistan’ın SSCB işgali altında bulunduğu 1979-1989 yılları arasında ABD tarafından sonuna kadar destekleniyordu. ABD’nin, SSCB’ye karşı hayata geçirdiği Yeşil Kuşak projesi kapsamında CIA ve Pakistan gizli servisi ISI, Suudi Arabistan’ın ve bazı Körfez ülkelerinin de desteğiyle dünyanın çeşitli bölgelerinden cihatçı İslamcıları bir araya getiriyor, finanse ediyor, dini-ideolojik ve askeri eğitim veriyor, savaşa sürüyordu. Pakistan yüzlerce medrese kuruyor ve burada özellikle Afgan öğrencileri cihatçı olarak yetiştiriyordu. SSCB 1989’da işgali sona erdirdiğinde, Afganistan artık tam bir cihatçı yuvasıydı. Elbette bu koşullarda SSCB’nin ülkeden çekilmesi Afganistan’a huzuru ve barışı değil iç savaşı getirdi. İyice güçsüz duruma düşen iktidar 1992’de yıkıldı. Çok sayıda etnik grubun, kabilelerin olduğu parçalı yapı, merkezi otorite boşluğu, savaş ağalarının arasındaki alan tutma kavgası, ellerinde ağır silahlar, kasalarında bol para bulunan mücahit gruplar ve kanlı iç savaş yoksul halkı daha da canından bezdirdi.
1993-94’te işte tam da böyle bir ortamda kurulan Taliban ülkede istikrar ve düzen sağlamayı vaat ediyor, destek kazanıyordu. SSCB’ye karşı savaşan İslamcı örgütleri, medrese öğrencilerini bünyesine katıyor, büyüyordu. Kısa sürede özellikle ülkenin güneyinde, Peştunların yaşadığı bölgede büyük bir direnişle karşılaşmadan kentleri ele geçirmeye başladı. Giderek daha geniş bölgeleri, sınır kapılarını ve nihayetinde Eylül 1996’da Kabil’i ele geçirdi. 1997’de arkasında Batı’nın, Rusya’nın, İran’ın, Taciklerin ve Özbeklerin bulunduğu Kuzey İttifakını da yenilgiye uğratarak iktidarını sağlamlaştırdı. Pakistan, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri Taliban’ı tanıdı. Yüz binlerce kişi daha güvenli bölgelere ve komşu ülkelere kaçarak mülteci durumuna düştü. Bütün bir coğrafya ilerleyen onyıllar boyunca cihatçı örgütler ve mülteciler açısından bereketini sürdürdü.
Taliban iktidara oturmuştu ama artık SSCB yoktu ve ABD’nin Afganistan’da Taliban’a ve benzeri örgütlere eskisi gibi ihtiyacı kalmamıştı. 11 Eylül saldırılarının hemen ardından Afganistan’a saldıran ABD, Kuzey İttifakının artıklarının da desteğiyle kısa zamanda Taliban’ı iktidardan devirdi, kukla bir hükümet kurdu. Taliban kırsal bölgelere ve dağlara çekildi. 2002’den itibaren ABD ve Batı destekli Kabil hükümetine karşı savaşmaya başladı. ABD ve müttefikleri, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararıyla oluşturulan ve Türkiye dâhil 34 ülkenin yer aldığı Uluslararası Güvenlik Destek Gücü ISAF’ı kurarak ve ardından NATO’yu devreye sokarak savaşı genişletti. Ancak Taliban’la savaşın iyice şiddetlendiği bir dönemde, 2014 yılı sonunda, ISAF’ın görevinin sona erdiğini ve ülke çapında güvenlik sorumluluğunun 2015 yılı başından itibaren bütünüyle Afganistan tarafından üstlenileceğini açıkladı. ABD’nin başlattığı savaş ülkede yüz binlerce sivilin ölümüne, çok daha fazlasının mülteci durumuna düşmesine ve büyük acılara yol açtı. Bu durum özellikle bazı bölgelerde halkın Taliban’a olan desteğini arttırdı. Taliban’ın saldırıları yoğunlaştı ve kontrol ettiği bölgeler günden güne genişledi. 2020 Şubatına böyle gelindi.
ABD askerlerini çekmeye devam ededursun, ezeceğini söylediği ama 20 yıldır savaştığı halde terör örgütleri listesine dâhil bile etmediği Taliban bir kez daha iktidara oturmaya, ülkenin kaynaklarına el koymaya, ABD’nin kukla hükümeti olarak gördüğü Kabil hükümetinden, destekçilerinden intikam almaya, demokrasi ve hak isteyen Afganlara kan kusturmaya hazırlanıyor. Barış, demokrasi ve istikrar bir yana, tek bir an bile gün yüzü görmeyen Afganistan’ın daha da çekecek çilesi olduğu görülüyor. Ama başta da dediğimiz gibi, tüm bunlar “öncelikleri değişen” ABD’yi “çekilme”kten alıkoymuyor.
Çin ve Rusya’nın Afganistan’ı kontrol etmek istedikleri buna rağmen gelinen aşamada ABD ve müttefiklerinin ülkedeki 20 yıllık varlığından memnun oldukları sır değildir. Taliban’ın, çeşitli cihatçı örgütlerin, savaş baronlarının varlığı, farklı burjuva kesimler arasındaki çekişmenin şiddeti vb. düşünüldüğünde ABD’nin Afganistan’da bulunması burjuva temelde bir çeşit denge ve istikrar anlamına gelmekteydi. ABD’nin askerlerini çekmesi dengenin bozulması; Kabil hükümetinin devrilmesi, ülkenin yeniden bir iç savaşa sürüklenmesi, Taliban’ın çekildiği dağlardan inmesi, hâkim olduğu alanları genişletmesi ve hatta yeniden iktidara yürümesi anlamına geliyor. Bu, sadece Afganistan için değil, komşu Orta Asya ve Ortadoğu ülkeleri için de kaotik bir tablodur ve Çin ile Rusya’nın başını ağrıtmaması düşünülemez. Daha önce de belirttiğimiz gibi, ABD’nin hamlesi zaten tam da bunu amaçlamaktadır: Çin, Rusya, Pakistan başta olmak üzere bölgeyi istikrarsızlaştırmak!
Afganistan savaşının seyri Çin’in yükselişi ile doğrudan bağlantılıdır. ABD’nin mutlak hegemonyasının sarsılmaya başladığı dönemlerde Çin büyük bir yükselişe geçti. Neredeyse 30 yıl boyunca kesintisiz biçimde ekonomik büyümesini sürdürdü. ABD’nin Afganistan savaşını başlattığı 2001’de Dünya Ticaret Örgütüne girdi ve muazzam büyüklükteki nüfusu, sudan ucuz işgücü, uçsuz bucaksız toprakları ve zengin kaynaklarıyla kısa sürede dünyanın atölyesi ve ikinci büyük ekonomik gücü haline geldi. Tehlikenin büyüklüğünün farkında olan ABD, 2012’den itibaren açıktan “Amerikan ulusu için en büyük tehdit” ilan ettiği Çin’i durdurmaya odaklandı. Adeta çarşaf çarşaf strateji belgeleri hazırladı. İşte tam da bu yıllarla beraber ABD’nin Ortadoğu’daki hamlelerini yeniden kurgulama, Asya-Pasifik hattına ağırlık verme, Afganistan’dan çekilme söylemleri hız kazandı. Asya Pasifik hattına askeri yığınaklar, müttefik bölge ülkeleriyle ortak tatbikatlar yapıldı, ticaret savaşları başlatıldı. Japonya, Güney Kore, Hindistan, Avusturya gibi ülkelerle ekonomik, siyasi, askeri anlaşmalar yapılarak, ittifaklar kurularak Çin’i kuşatma planlarına hız verildi.[2]
ABD’nin bu adımlarına rağmen zaman Çin’in lehine işlemeye, Çin yükselmeye, hinterlandını genişletmeye devam etti. 2013’te muazzam büyüklükte kaynaklar aktararak 60 civarında ülkeyi ve yüzlerce dev yatırımı kapsayan Kuşak ve Yol Projesini başlattı. Modern dünyanın İpek Yolu olarak kurgulanan bu proje ile Çin, ekonomik gücünü kullanarak devasa genişlikte bir coğrafyayı yeniden şekillendiriyor. Karadan ve denizden güney ve güneybatı Asya’ya, Rusya, Akdeniz ve Avrupa’ya, Ortadoğu’ya, güney Pasifik’e, Batı Afrika’ya bağlanıyor. Proje bittiğinde Çin’in ve ilgili ülkelerin ticaret hacminin katlanarak artması hedefleniyor. Pakistan ve komşusu Afganistan Kuşak ve Yol kapsamında büyük önem taşıyor. Çin-Pakistan Ekonomik Koridoru (CPEC) olarak adlandırılan projeler bütünü, Kuşak ve Yol Projesinin en önemli ayaklarından birini oluşturuyor.
Çin CPEC için yaklaşık 50 milyar dolarlık tahmini bir bütçe ayırmış bulunuyor. Bu bütçe ile Pakistan’ın enerji ve ulaşım altyapısı yenilenecek ve geliştirilecek. Kömür madenleri kurulacak, gaz ve elektrik üretilecek. Kara ve demiryolu ağları kurulacak. Çin mallarının Ortadoğu ve Afrika’ya, Ortadoğu’nun petrol ve gazının Çin’e taşınması için limanlar kurulacak. Yerel ve uluslararası yatırımcıları çekmek için en ileri teknoloji ve verimlilikle çalışacak özel ekonomik bölgeler inşa edilecek. Fiber optik iletişim için altyapı döşenecek...
Çin’in 2016’da Pakistan’ın güneybatısındaki Gwadar limanını 43 yıllığına kiraladığını, 2019’da teknoloji şirketi Huawei kanalıyla Kaşgar’dan İslamabad’a kadar 820 kilometrelik fiber optik hat döşediğini, Pakistan’da gözetim ve veri toplamaya dayanan “akıllı şehirler” kurmaya hazırlandığını, ülkeyi demiryolu ve metro hatlarıyla donattığını, hızla enerji santralleri inşa ettiğini düşündüğümüzde Pakistan’ın Çin için ne kadar önemli olduğu daha net anlaşılır. Bu durum Pakistan’ın çehresini değiştirmekle kalmayıp çok uzun yıllar boyunca ABD ile müttefiklik ve işbirliği içinde olmuş bu ülkenin neden eksen kayması tartışmalarının odağında olduğunu da anlatıyor. Üstelik Çin’i kuşatmak isteyen ABD’nin Hindistan ile ilişkilerini daha da güçlendirmesi, Hindistan’la Pakistan arasındaki gerilimi de tırmandırmaya devam ediyor.
ABD’nin çekilme kararı, Çin CPEC kapsamında Afganistan hükümeti ile de çeşitli anlaşmalar yapmanın yolunu ararken gündeme geldi. Çünkü Afganistan’ın konumu, bakır, demir, platin, altın, krom, uranyum, alüminyum, cıva, çinko, lityum, lantan, seryum, neodimyum, doğalgaz, safir, turkuaz vs. rezervleri Çin’in ağzını sulandırıyor. Hal böyleyken Nisan ayı sonunda Pakistan’da Çin büyükelçisinin kaldığı otele saldırı düzenlendi ve bu saldırıyı Taliban üstlendi. Temmuz ayında yine Pakistan’da bir otobüs bombalandı ve büyük bir hidroelektrik santrali inşaatında çalışan 9 Çinli mühendis öldürüldü. Çin bu nedenle Pakistan’daki yatırımları için güvenlik tedbirlerini günden güne arttırmak zorunda kalıyor. Bugün ABD’nin Çin ve Rusya’nın başına çoraplar örmek istediği için Taliban ile anlaşarak Afganistan’dan çekildiği hesaba katıldığında saldırıların arkasında ABD’nin olduğunu düşünmemek için neden yoktur. Nitekim Çin’in, Pakistan’ın Peşaver kentinden Kâbil’e karayolu projesi geçtiğimiz yıllarda Hindistan’ın ve ABD’nin basıncıyla engellenmişti. Yine ABD, CPEC’i baltalamak için Pakistan ve İran’ı devre dışı bırakarak Afganistan’ı Türkmenistan, Azerbaycan, Gürcistan ve Türkiye üzerinden Batı’ya bağlayacak alternatif bir koridor oluşturma planları yapmıştı.
Çin, ABD’nin çekilme hamlesine hızla Taliban’la doğrudan görüşmeleri başlatarak cevap vermiştir. Bir yandan Pakistan’ı da yanına alarak Afganistan hükümetiyle resmi görüşmeler yaparken bir yandan deneyimli ve iş bilir diplomatları yoluyla Taliban’la görüşmeler gerçekleştirmiştir. “ABD’nin Afganistan’dan çekilmesi, her ne kadar belirsizlikleri beraberinde getirecek olsa da aynı zamanda Afgan halkının kendi yazgısını gerçekten kendisinin kontrol edebilmesi bakımından bir fırsat olacaktır” açıklamaları yapmıştır. ABD çekildikten sonra Afganistan ile Kuşak ve Yol Projesi kapsamında ilişkilerini, yatırımlarını ve ticaretini geliştirmenin yollarını arayacağını belirtmiştir. Afganistan’da tek başına ya da koalisyon ortağı olarak iktidar olduğunda Taliban’ı ülkeyi yönetecek altyapı, yatırım ve insan kaynağı konusunda desteklemeyi vaat etmiştir.
Buna karşılık Taliban sözcüleri Temmuz ayında yaptıkları açıklamalarla Çin’in dost bir ülke olduğunu, Afganistan’da yatırım yaparsa bu yatırımların güvenliğini sağlayacaklarını açıklamışlardır. Doğu Türkistan İslami Hareketi (ETIM) de dâhil ülkede hiçbir ayrılıkçı terör örgütünün faaliyetlerine izin vermeyeceğini belirtmiştir. Bu açıklama, Taliban’ın bugüne kadar destek verdiği Müslüman Uygurları artık desteklemeyeceğini, eğittiği ve Suriye savaşına gönderdiği Uygur militanların Çin’e karşı bir eylemde bulunmasını önleyeceğini vaat ettiği anlamına geliyor. Taliban’ın Çin’den akacak paralar, yatırımlar ve iktidarının tanınması karşılığında uslu durma sözü verdiği görülüyor. Süreç daha yeni başlamış olmakla beraber Çin bu hamleleriyle son derece esnek davranabildiğini, ekonomik avantajlarını siyasi avantaja dönüştürme kapasitesinin büyüklüğünü ve ABD’ye işinin hiç de kolay olmayacağını göstermiş bulunuyor.
Rusya da tıpkı Çin gibi hızla değişen dengelere göre konumlanma yoluna gitmiştir. Taliban’la görüşmeler yapmış, 9 Temmuzda Taliban heyetini Moskova’da ağırlamıştır. Taliban ve IŞİD ile bağı olan Çeçen militanların müttefik Orta Asya ülkelerine, Rusya üslerine ve topraklarına saldırılar gerçekleştirmesi ihtimali karşısında sert davranacağını açıklamıştır. Buna karşılık Taliban, ülkenin çok büyük bölümünü kontrol ettiğini, iktidara gelmesi durumunda uluslararası tanınmanın kendisi için önemli olduğunu söylemiştir. “Buraların size dönük saldırılar için üs olarak kullanılmayacağının garantisini veriyoruz” demiştir. Rusya bir yandan da Tacikistan sınırını tahkim etmiş, oraya yeni silahlar göndermiş, mülteciler için hazırlıklar yapmış, uyuşturucu ticaretinde değişecek dengelere karşı önlem almaya girişmiştir. Öte taraftan Rusya, ABD’nin Afganistan’dan asker çekmesinin ardından bu bahaneyle Orta Asya ülkelerinde gözlem istasyonu ya da üs kurmasının önüne geçmeye çalışıyor.
Çin ve Rusya’nın aldığı önlemler, Taliban’ın bölgedeki büyük güçlerle arasını iyi tutmaya çalışması, mavi boncuk dağıtması elbette ABD’nin çekilme hamlesinin boşa çıktığı anlamına gelmiyor. Hem emperyalist güçler arasında hem de Afganistan’da savaş tüm hızıyla devam ediyor. Kaos manzarası giderek büyüyor. Yüz binlerce insan çatışmalardan kaçıyor, ülke içinde yer değiştiriyor. Taliban’ın henüz ulaşmadığı küçücük bölgelere sığınmaya çalışanların, açlıkla, susuzlukla boğuşanların durumunun ne olacağı belirsizliğini koruyor. On binlerce Afgan, Taliban zulmünden ve çatışmalardan kaçarak Pakistan’a, İran’a ve Türkiye’ye ulaşmaya çalışıyor. Binlerce kilometrelik yola, sıcağa, susuzluğa dayanabilenler, sınırlardan geçmeyi başarabilenler ulaştıkları yerlerde büyük bir mülteci krizine yol açıyor. Öte yandan özellikle Irak ve Suriye deneyimleri ışığında, İslamcı örgütlerin güçlenmesi, cihatçıların komşu ülkelere dağılması, savaş bölgelerine sürülmesi ihtimali, kaosu ve korkuyu büyüten önemli bir faktör olarak orta yerde duruyor.
Gelelim Türkiye’ye
Joe Biden Ocak ayında başkanlık koltuğuna oturduğunda ABD ile Türkiye arasında Suriye’deki Kürtlerin durumundan S-400 füzelerine, Halk Bank davasından Doğu Akdeniz’e pek çok büyük sorun vardı. Trump’ın kazanmasını ve sorunları “yakın kişisel ilişki” ile çözmeye devam etmeyi uman Erdoğan’ın karşısında artık Biden vardı. Hem dış politikada hem de ekonomide tam bir sıkışma içinde olan ve bir çıkış yolu arayan Erdoğan, Biden ile görüşmeyi dört gözle bekliyordu. Fakat usullerin aksine beklenen arama gelmiyordu. Elbette bu tavır, bölgesinde rahat durmayan, politikalarıyla baş ağrıtan, iyice köşeye sıkışınca geri adım atmak zorunda kalan ama bunu yaparken kuyruğu dik tutmaya çalışan, höyküren Erdoğan’a verilmiş güçlü bir mesajdı. Ancak daha önemlisi ABD nezdinde Türkiye’nin bölgesel rolünün ve ağırlığının geçmişe göre ne denli zayıfladığının işaretiydi.
Erdoğan, ABD’nin gözünde yeniden itibar görmek, kredi ve para akışını sağlayarak ekonomiyi canlandırmak, iktidarının devamı için çiçeği burnunda yönetimden onay almak ve içerideki sıkıntıları, ifşaatları unutturmak arzusuyla, 14 Hazirandaki NATO toplantısını beklemeye başladı. Türkiye’nin NATO içindeki ağırlığını öne çıkarma, Afganistan’dan çekilme sonrası Kabil Havalimanının korunması görevine talip olma adımları bu amaçla gündeme getirildi.
ABD, Türkiye’nin havalimanı önerisini memnuniyetle kabul ettiğini, mali ve lojistik destek sağlayacağını açıklasa da Erdoğan’ın ABD’nin Afganistan’daki jandarmalığını üstlenme hevesi yeni bir risk, yeni bir açmaz anlamına geliyor. İlerleyişini sürdüren ve iktidara oturmasını artık sadece bir zaman meselesi olarak gören Taliban, hatırlanacağı üzere yoğun çabalarına rağmen Türkiye’nin arabuluculuğunu kabul etmemiş, İstanbul’da Afganistan hükümetiyle müzakere masasına oturmayı reddetmişti. Türkiye dâhil hiçbir işgalci güce göz yummayacağını, Doha’daki anlaşma gereği Türkiye’nin NATO kapsamındaki görevinin çekilme tarihiyle birlikte biteceğini, Türkiye ile ancak Afganistan’da yeni yönetim kurulduktan sonra görüşmeler, anlaşmalar yapılabileceğini defalarca tekrar etmişti. Cihadın gereklerinden, fetvalardan bahsederek yayınladığı bildiride tehditkâr bir dille şöyle demişti: “Afganistan İslam Emirliği ve Afgan halkının Müslüman Türkiye halkı ile tarihi, kültürel ve dini bağları vardır. İşgalin uzatılması ülkemizde Türk yetkililere karşı düşmanlık ve kızgınlık yaratacak, ikili ilişkilere zarar verecektir.” Üstelik Türkiye’ye dönük bu sözler, Taliban’ın Rusya ve Çin’le doğrudan ve dostane görüşmeler yaptığı, Türkiye’de yapmayı kabul etmediği müzakereleri kadim düşman Tahran’da yaptığı koşullarda söylenmiştir.
Türkiye’nin siyasi iktidarının temsilcileriyse bu tehditleri duymazlıktan gelmeye devam etmektedir. Türkiye yıllardır ISAF ve NATO kapsamında Kabil Havalimanını korumakla görevli olduğundan “bugüne kadar yaptığımız şey, değişen bir şey yok, yine yaparız” kafasındadır. Erdoğan’ın “Türkiye’nin Taliban’ın inancıyla alâkalı ters bir yanı yok. Daha iyi anlaşabileceğimize ihtimal veriyorum” demesi bu tavrın somut ifadesidir. AKP sözcüsü Ömer Çelik’in Taliban’ın Afganistan’dan çekilmemesi durumunda Türkiye’yi işgalci güç olarak görecekleri açıklamasını “iletişim kazası” olarak nitelemesi aynı tutumun bir başka örneğidir. Ne ISAF, NATO, BM şemsiyelerinin ortadan kalkmış olması, ne orada bırakılacak askerlerin kaderi, ne iç savaş koşullarında uluslararası havalimanının korunmasının aslında ancak Kabil’in korunmasıyla mümkün olabileceği gerçeği, ne Taliban’ın kestiği kafalar, patlattığı bombalar ne tehditler… Hiçbir şey iktidarını korumaya endekslenmiş Türkiyeli egemenleri durdurmaya yetmiyor. Erdoğan rejimi, sürecin nereye evrileceği konusundaki tüm belirsizliklere rağmen Batı’nın Afganistan’daki diplomatik misyonlarını sürdürebilmesi için güvenli olması gereken Kabil Havalimanında jandarmalık yapmaya kararlı görünüyor. Tehlike konusunda uyaranların gönlünü ferahlatmak için, artık bu nasıl olacaksa, orada muharip güç olarak bulunmayacağını ileri sürüyor. Görevi özel güvenlik şirketleri kanalıyla yerine getireceğini söylüyor. Bunun manası, beslenen, eğitilip donatılan, Suriye’den Libya’ya farklı coğrafyalarda savaşa sürülen cihatçıların bu defa Kabil Havalimanında görevlendirileceği ve Türkiye’nin açmazlarının daha da büyüyeceğidir. Tüm bunlara rağmen jandarmalık görevini seve seve Türkiye’ye veren Batı, Türkiye’nin “Afgan mülteciler için en uygun yer” olduğunu da düşünmektedir. Afgan mültecileri kendi topraklarında tutması için bölgesinin istikrarsızlığına büyük katkısı olan Erdoğan iktidarına rüşvet vermeye hazırdır. Bu koşullarda tek başına mülteciler meselesi bile altından kalkılması mümkün olmayan çok boyutlu bir sorundur.
Sonuç olarak ABD’nin Afganistan hamlesi emperyalist savaşın kızıştırılmasından başka bir şey değildir ve daha şimdiden büyük riskler doğurmuştur. Kapitalizmin tarihsel krizi ve azgın hegemonya kavgası koşullarında bu savaşın ateşinin nerelere ulaşacağı, kimin galip gelip kimin yenileceği henüz belli değildir. Belli olan başta 42 yıldır fiilen savaş içindeki Afgan halkı olmak üzere gerçek bedeli yoksul emekçi halkların ödeyeceğidir.
[1] Ayrıntılı okuma için bkz. Utku Kızılok, Demokratik ve Özgür Afganistan Kan Ağlıyor, marksist.com
[2] Ayrıntılı okuma için bkz. Utku Kızılok, Kapitalizmin Tarihsel Çıkmazında Ticaret Savaşları, marksist.com
link: Ezgi Şanlı, ABD’nin Afganistan’dan “Çekilme” Kararı ve Emperyalist Savaşın İç İçe Geçen Halkaları, 6 Ağustos 2021, https://marksist.net/node/7431
Altındağ’da Suriyelilere Faşist Saldırı
Seçimlerin Ardından: Peru’yu Neler Bekliyor?