Bugün kamu yönetimi reformu başlığı altında gündeme giren değişikliklerin geçmişi aslında daha eski tarihlere dayanıyor. Kamu yönetimi reformu içinde yer alan kamu personel rejimi değişikliği ile ilgili ilk çalışma 1993 yılında “Devlet personel reformu ilkeler taslağı” başlığı ile Devlet Bakanı Şerif Ercan döneminde yapıldı. Daha sonra da, önce 1997 yılında sonra da 1998 yılında olmak üzere yasa tasarısı taslakları hazırlandı. Farklı zamanlarda hazırlanmış olan bu taslaklar farklılıklar içeriyordu. Bugün gündeme gelen tasarıya ise 1998 yılında hazırlanan taslak kaynaklık ediyor. Yasa tekrar gündemimize AKP’nin acil eylem planında yer alması ve hükümetin Kamu Yönetimi Reformu tasarısını kamuoyuna sunması ile girdi. Yönetenler cephesinden hazırlıklar bu şekilde gerçekleşti, fakat ne yazık ki çalışanlar cephesi bu sorunda da onlar kadar planlı, programlı ve uzak görüşlü olamadılar.
Egemen sınıflar neden bu “reform”a ihtiyaç duyuyorlar?
Bu yasa tasarısı da diğerleri gibi burjuvazinin ihtiyaçlarına cevap verebilmek için geliştirilmiştir. Kapitalist TC devletinin gelişen ve değişen dünya durumuna ayak uydurma zorunluluğu bu yasaları da tıpkı diğerleri gibi işçi sınıfının gündemine sokmuştur.
En önemli neden dünya kapitalizminin içine düşmüş olduğu kaçınılmaz krizin yarattığı, burjuvazinin kârlarını koruma, sermayesini büyütme ve ne pahasına olursa olsun yeni kârlar elde etme ihtiyacıdır. İkincisi ise SSCB’nin çöküşü nedeniyle kapitalist devletlerin “sosyal devlet” söylemine eskisi gibi ihtiyacının kalmaması, azgın bir sömürünün gerçekleştirilme zorunluluğu nedeniyle işçi sınıfının şu ana kadar elde ettiği kazanımlara sermayenin lehine göz konulmasıdır.
Saldırının uluslararası arka planını sermayenin küresel ihtiyaçları oluşturmaktadır. IMF ve Dünya Bankası gibi örgütlerin dillerinden düşürmedikleri yapısal reformlar ve Türkiye tarafından 1995 yılında imzalanan ve en geç 2003 yılı sonuna kadar hayata geçirilme sözü verilen GATS (Hizmet Ticareti Genel Anlaşması) anlaşması durumu özetler nitelikte olup, bu anlaşmanın taahhütleri de şöyledir: kamu hizmetlerinin serbest piyasa ticaretine açılması, çokuluslu tekellerin kamu alanına yatırım yapabilmesi, özelleştirmelere hız verilmesi, yüz binlerce kamu çalışanının işten atılması, kalanların ise yoğun sömürü koşullarında çalıştırılması.
İşte bu noktada Türkiye kapitalizmi devletin idari aygıtının yeniden yapılandırılmasına ihtiyaç duymuştur. Buna ilişkin değişiklikleri de Kamu Reformu adı altında toplayarak, yoğun bir ideolojik bombardıman altında kamuoyunu hazırlama çalışmalarına başlamıştır.
KESK’te yasaya karşı hazırlıklar
Yasa tasarısının yaklaşık bir on yıllık geçmişinin olduğunu söylemiştik. O günlerde sendikaların gündemine sınırlı olarak girebilmişti. Zaten meclisin gündemine de getirilmediğinden, sendikalar herhangi bir hazırlık yapma ihtiyacını da hissetmediler. Sermaye açısından durumun siyasal ve ekonomik nedenleri olduğu kuşkusuzdur. Fakat konunun başlıca muhatabı olan KESK açısından bakıldığında, durumun ciddiyetinin ancak tasarı meclise geldiğinde anlaşılması önemli bir eksikliktir.
Yasa tasarısı KESK’in gündemine geçen yılın ikinci yarısında geldi. Bu gündeme geliş, sendika yöneticileri arasında, yeni ve ciddi saldırıları içeren bir yasanın çıkacağı ve bir şeyler yapılması gerekliliği üzerine yapılan sohbetlerle sınırlı kaldı. Ve ne bu tarihlerde ne de sonrasında KESK’in veya KESK’e bağlı herhangi bir sendikanın aydınlatıcı bir faaliyeti de olmadı. Birkaç uzmanın düzenledikleri seminer çalışmaları, sendikalarda öncü ve devrimci işçilerin hazırladığı sınırlı birkaç broşür ve elden ele dolaşan bol miktarda yasa-taslak fotokopileri vb. dışında herhangi bir bilgi ve belge sendika şubelerine ulaştırılmadı. Kuşkusuz sürecin bu şekilde geçmesinde savaş karşıtlığı temelinde yükselen gelişmelerin daha yakıcı olması önemli bir rol oynamıştır.
Nihayet Eylül ayında AKP hükümetinin konuyu tekrar kamuoyunun gündemine taşıması ile birlikte sendikaların gündemine de Kamu Yönetimi Reformu ile ilgili tartışmalar ağırlığını koydu. Sendikalarda eğitim seminerleri verilmeye, işyeri temsilcilerine fotokopiler dağıtılmaya başlandı. Ancak başta sendika yöneticileri olmak üzere hiç kimsenin, kulaktan dolma ve genel geçer argümanlardan öte gerçekte yapılacak düzenlemeye ilişkin kesin, net ve ayrıntılı bilgisi yoktu.[1]
KESK yönetimi, kamu emekçilerini yakından ilgilendiren bu tasarıya karşı, sırf bir şeyler yapıyormuş izlenimi yaratmak adına bir dizi göstermelik faaliyete girişti. İşyeri temsilcileri toplantıları yapıldı ve işyeri gezileri planlanmaya çalışıldı. Tüm bunlar “kitle”yi bugün-yarın çıkacak eylem takvimine yetiştirme çabalarıydı. İşyerlerinde çalışanlar yeterli duyarlılık göstermiyor, iş yerlerine ulaşılmada yetersiz kalınıyor, işler gönüllülük esasında az sayıda kişi üzerinden yürütülmeye çalışılıyordu.
KESK tarafından gönderilen ilk eylem takviminde hiçbir tarih belirtilmemişti. Yasanın ilgili komisyonların gündemine gelişine göre, örgüt takipte olacak ve o günlerde planlanmış eylemler gerçekleştirilecekti. Elbetteki örgüt içinde çok eleştiriler oldu. Böyle muğlak bir eylem takvimi zaten tatmin edici olmayan hazırlıkları daha da zor bir duruma sokuyordu. Üstelik yasanın kamu emekçilerine yönelttiği saldırılar kadar ciddi bir karşı duruş örgütlenecekse, daha planlı hareket edilmesi gerekiyordu.
Nihayet 11 Kasımda KESK’ten beklenen eylem kararları duyurusu geldi. Eylemlere kadar yaşanan gelişmeleri kısaca özetlersek eksikliklerin bir bölümü de daha anlaşılır olacaktır. Kamu Yönetimi Reformuyla birlikte, 2004 bütçesinin de görüşmelerinin mecliste sürmesi nedeniyle KESK 2 Aralıkta iş yavaşlatma, işyerini terk etmeme ve basın açıklaması yapma, 3 Aralıkta Türkiye çapında vizite alarak, 4 Aralıkta da iş bırakarak, kitlesel basın açıklaması yapma kararı aldı. KESK ortak tavır geliştirilmesi amacıyla Emek Platformu bileşenlerini ve DKÖ temsilcilerini 17 Kasımda toplantıya çağırdı. Ancak bu toplantıya Türk-İş, DİSK ve Türkiye Ziraatçılar Derneği dışında hiçbir kurum katılmadı. Bu nedenle 2 Aralıkta diğer kurumların da katılacağı geniş bir toplantı yapılmasına karar verilerek 3-4 Aralık tarihinde yapılacak olan eylemler, kesin olmamakla birlikte 10-11 Aralık tarihlerine ertelendi. Bu toplantıya da DİSK, TMMOB, Türk Tabipler Birliği, Türkiye İşçi Emeklileri Derneği, Türkiye Ziraatçılar Derneği ve Türkiye Barolar Birliğinden temsilciler katıldılar. Toplantı sonucunda KESK’in 10-11 Aralık eylemlerine destek kararı açıklandı. Bu toplantıdan başka bir sonuç çıkmadığı için KESK 10-11 Aralık eylemlerini kesinleştirmiş oldu. Fakat söz konusu tarihlerde gerçekleştirilen eylemlerde, bu kurumların destekleri alanlara pek yansımadı.
Böylece eyleme bir hafta kala yoğun diplomasi ve bürokrasi trafiği sona ermişti. Örgüt tüm enerjisiyle eyleme odaklanabilirdi. Ayrıca belirtmeden geçmeyelim, 3-7 Aralık tarihleri arasında yapılmakta olan TÜRK-İŞ kongresinde de KESK’in eylemlerini destekleme kararı açıklanmıştı!
Alınan kararlar her zamanki gibi kâğıt üstünde kaldı!
2 Aralık için kararlaştırılan iş yavaşlatma eylemi neredeyse hiç hayata geçmezken, iş yerini terk etmeme eylemi birkaç işyerinde sembolik düzeyde gerçekleşti. KESK’e bağlı 11 işkolundaki 11 genel merkez, bunlara bağlı şubeler ve örgütlü oldukları işyerleri düşünüldüğünde, hiçbir hazırlık yapılmaksızın gerçekleştirilen bu eylemin ne denli içi boş ve günü kurtarma kaygısıyla yapıldığı ortaya çıkmaktadır.
10 Aralıkta ülke çapında vizite alarak alana çıkan KESK üyelerinin eylemine (ki en büyüğü 2500 kişi ile Ankara’da gerçekleşti) İzmir ve Mersin’de polis müdahale etti. Gözaltılar yaşandı. 11 Aralık iş bırakma eyleminde 657’li işçiler cezaları göze alarak işlerine gitmediler. Ancak katılım beklenen düzeyde gerçekleşmedi. Hayat durmadı. İş bırakma %100 gerçekleşmedi. Yine alanlarda sayı yüzlerle, en çok birkaç binlerle ifade ediliyordu. Sendikal hareketin kalbi olan İstanbul’da bile işçi sendikalarından ve çeşitli siyasi parti ve dergi çevrelerinden de desteğe rağmen Beyazıt meydanını en fazla 3 bin kişi dolduruyordu. Planlanan Sultanahmet meydanı yürüyüşüne, polisin engellemeleri karşısında, niyet bile edilemedi. Alandan da haklı olarak “biz bunun için mi iş bıraktık”, “ceza almayı göze alıp buraya geldik”, “niye pes ediyoruz”, “iş bıraktığımıza bile değmedi” gibi tepkiler yükseldi. Görülen odur ki, önleri tıkanmadığı takdirde kadrolar bu eylemi pekâlâ gerçekleştirebileceklerdi.
İşçileri, kendi sorunlarına duyarlılık göstermedikleri ve eyleme katılmadıkları gerekçesiyle sorumlu tutmak, günah keçisini tespit edip işin içinden sıyrılmak olur. KESK yönetimi çuvaldızı kendine, iğneyi de başkasına batırmalı. KESK 12 yıldır sendikal mücadele yürütüyor ve içine bulunduğumuz dönemde tüm işçi sınıfını ilgilendiren ciddi sorunlar ve saldırılarla yüz yüze bulunuyor. Dolayısıyla bunca yıldır kamu emekçilerini de bekleyen saldırılara nasıl hazırlanıldığının bir değerlendirmesini yapmak kaçınılmaz oluyor. Herkes bu konuda özeleştirisini sınıfsal temellerde ortaya koyup yeni bir atılımı militan mücadeleci sendikacılık temelinde gerçekleştirmediği sürece yenilgiler kalıcı olmaya mahkûmdur.
Bilindiği gibi kamu çalışanları sendikalarını yoktan var ettiler. Yasaklamalara, yasalarda bulunan örgütlenme engellerine rağmen sendikalarını kurdular. Ciddi eylemler gerçekleştirdiler. Kuşkusuz sürecin böyle gelişmesinde KESK’i var eden devrimcilerin, politikleşmiş unsurların varlığı ana belirleyendir. Ancak ne yazık ki tüm bu olumlu gelişmeler kamu emekçilerinin sendikasını bürokrasiden muaf kılmıyor. Zaman içinde devrimci unsurlar mümkün olduğunca üst yönetim kademelerinden tasfiye edilerek alan tamamıyla reformistlerin hakimiyetine girmiştir. Bunda devrimcilerin benimsedikleri çalışma yöntemlerindeki yanlışların da payı olduğunu söylemek zorundayız. Gerekli taban örgütlenmesinden uzak devrimci lafazan tutumlar, giderek tabandan kopuk, kendi kendine söyleyip dinleyen önemsiz bir “muhalefeti” her daim KESK’de var etmişlerdir.
Ancak yine de bu anlayışlar tarafından KESK, işçi sınıfının en bilinçli, en dinamik unsurlarını barındıran, Türkiye işçi sınıfının mücadele kanalını açacak öncü müfrezesi olarak değerlendirilmektedir! KESK içinde bilinçli unsurların olduğuna itiraz edemeyiz, fakat ona yakıştırılan öncülük sıfatına itiraz edebiliriz ve etmek zorundayız. Daha kendini işçi olarak bile göremeyen, kendine işçiliği yakıştıramayan “memur”lar nasıl işçi sınıfının öncüsü olabilirler? Öte yandan eğer öncülerden kasıt KESK içindeki devrimcilerse, bu öncüler henüz arkalarına kitlenin desteği ve gücünü almamışken, zayıf bir sendikal örgütlülüğü öncü müfreze olarak değerlendirmenin yanlışlığı ortada değil mi?
KESK, 4688 sayılı sendika yasası sürecine kadar izlediği mücadeleci çizgiyi terk etmiştir. O güne kadar var olma kavgası yürütülüyordu. Bu kavgada tüm unsurlar yer aldılar ve ortaklaştılar. Ama bir kez varoluş garantilendikten sonra artık sorun onu korumaya dönüştü. Böylece KESK yöneticileri ve ona bağlı sendika genel merkez yöneticileri de profesyonel sendikacılar haline geldiler. Bu koşullarda, tüm sendikal hareketi kıskacına almış olan sendika bürokrasisinden KESK’in muaf kalması düşünülemez. Hele ki emperyalist çürüme çağında sendikalardan bahsediyorsak, bu gerici dönemde bürokrasinin panzehiri ancak yükselen sınıf mücadelesi olabilir. Bürokrasi kendi varlığını sürdürecek maddi ve manevi desteğine kavuşmuş, mücadeleci sendikacılık anlayışının yerini diplomatik-bürokratik sendikacılık almış durumdadır. KESK içindeki profesyonel sendikacıların hayallerini bir Bayram Meral, Rıdvan Budak olmak süslüyor. Emperyalist çürüme çağında sendikaların gerçekliğinden KESK’in de payına bir şeyler düşüyor. Üstelik grevli, toplu sözleşmeli bir sendika yasasının yokluğunda güdük bir sendika oluşuna rağmen.
Ne yapılmadı?
Sürece ideolojik netlikten yoksunluk damgasını vurdu. Her tür burjuva ideolojisi sınıf siyaseti adına kabul görüyor! Üniversite çevrelerine ve akademisyenlere sınıf bilinçli öncü işçilerden çok daha fazla güven duyuluyor. Oysa sendikal örgüt, burjuvaziden bağımsız bir siyaset temelinde sınıfın kitlesel çıkarlarını savunmalıdır. KESK ise akademisyenlerden devşirdiği görüşleri benimsemiştir. Bu görüşler, sınıf siyasetinden uzak, ulusal çıkar ve devlet savunusu temelinde şekillendirilmiş küçük-burjuva siyaset anlayışını yansıtmaktadır.
KESK içinde ne için, hangi taleplerle, hangi yöntemlerle ve hangi hedeflere yönelik mücadele edilmesi gerektiğine dair açık tartışmalar yapılmaması dikkat çekicidir. Bu durum, ağızlarda sakız edilen demokratik merkeziyetçiliğin sadece tüzüklere yazılmasıyla yetinildiğini, pratikte ise hayat bulmadığını bize göstermektedir. Benim olsun küçük olsun anlayışı sendikalarda sınıf perspektifli siyaset anlayışının önüne geçmektedir. Hareketin ve sürecin yöneliminde belirleyici olan, dar grup çıkarları, gruplar arası güç dengeleri ve varılan ilkesiz anlaşmalardır.
Önümüzdeki mücadele sürecine de ciddi hiçbir hazırlık yapılmadan girilmiştir. Mümkün olduğunca konunun tartışılmasından uzak durulmuştur. Her türlü karar son derece bürokratik bir şekilde merkezi düzeyde alınmıştır. KESK yönetiminin –bürokrasisinin- bu karar alma sürecinde ne kadar planlı ve samimi olduğunu yukarıda özetlemeye çalıştık. Şubelerde yürüyen çalışmalar ise işin başka bir aksak yönünü oluşturuyor. İşyerlerine ulaşabilecek yeterlilikte kadro olmadığı gibi, üyelerin bu niteliğe yükseltilmesine yönelik çaba harcanmıyor oluşu önemli bir eksikliği ifade ediyor. Varolanlarda da yıllardır koşturup somut bir şey elde edememenin yarattığı isteksizlik ve umutsuzluk hakim durumda. Bu durum anlaşılabilir bir durumdur, çünkü yıllardır süren ciddi saldırılar karşısında gösterilen ciddiyetsizlik, sendikal hareketteki krizin ve geriliğin getirdiği moral bozukluğu, tabandan yukarıya yönelik henüz yeterince basınç oluşmaması, yeterli bilinç düzeyine ulaşmamış insanları bu duruma sürüklüyor. Yıllardır süren ve protestoculuktan öteye geçmeyen, her yıl birbirini gittikçe azalan sayılarla tekrar eden eylem anlayışı, aktif, mücadeleci insanlara dahi bıkkınlık vermiş durumdadır.
Eylem kararlarının tabandan çok uzakta alınıyor olması, aynı zamanda tabanda yeterince hayat bulamamasının da nedenidir. KESK’in taban ile ilişkileri güven anlamında kopmuştur. Dolayısıyla taban bilgi ve gelişen süreç anlamında da sendikasından kopmuş durumdadır. Hemen hemen hiçbir işyerinde düzenli işyeri faaliyeti yürütülemiyor oluşu bu durumu besler niteliktedir. Dönemin kendi geriliği adeta bu durumu meşrulaştırmaktadır. Hazırlıksız savaşa çıkanlar yenilgiye mahkûmdurlar. Bu hazırlık anlayışı KESK’te dün olduğu gibi bugün de günü geçiştiren, yarın önüne neyin çıkacağını bilmekten uzak, güne göre, havaya göre mücadele anlayışından ibarettir.
Katılım azlığı sadece üyelerin geriliği gibi basit bir değerlendirmeyle geçiştirilemez. KESK 90’ların ikinci yarısından itibaren düşen mücadele grafiğini içe dönük ciddi bir sorgulamadan geçirmek zorundadır. Kabahatin %90’ı suyun başını tutanlardadır. Tabana yönelinmediği sürece bu tablonun değişmesi olanaklı değildir.
KESK’e egemen olan işçi memur ayrımını veri alan anlayışa bir son verilmeli, ortak mücadelenin yol ve yöntemlerinin fiili olarak yaratılma çabasından vazgeçilmemelidir. Bu sürecin de bir kez daha kanıtladığı gibi mücadelede ortak tavır alabilmenin yolu iki üç gün önceden yapılan üst düzey toplantılar olamaz. Olsa bile eylemler temsili düzeyde gerçekleşmekten öteye geçemez. Kitlesel katılım ancak tabanda ortak üye, işyeri toplantıları, ortak eğitim çalışmalarının yapılması ve bu temelden başlayarak yukarıya doğru geliştirilen bir karar alma mekanizmasının hayata geçirilmesiyle sağlanabilecektir.
Sendikal mücadelenin önüne yasalarla dikilmiş olan engeller yeterince can yakıcıdır. Buna dönemin geriliğini, burjuvazinin uluslararası saldırılarının Türkiye’deki yansımalarını, sendikal bürokrasiyi, sendikal örgütlerin devletle iç içe geçmiş faaliyetlerini, sendikalar içinde işçi sınıfının bağımsız siyaseti yerine burjuva siyasetinin egemenliğini, ulusal ve uluslararası düzeyde sendikal örgütlülüğün birlik sorununu ve bunlarla birlikte işçi sınıfının burjuvaziden bağımsız siyasal bir önderliğe sahip olmayışı sorununu da eklemek zorundayız. İşte tüm bunlar sendikal hareketin ve sınıf hareketinin içinde bulunduğu tıkanıklığı ifade ediyor. Sorun tek başına KESK sorunu değildir. KESK bu sorunun yansımalarına ancak sınırlı bir örnek oluşturabilir. Dolayısıyla çözümü de aşağıdaki çerçevede geliştirmek zorunludur.
Ne yapmalı?
Sorunun temel belirleyeni, işçi sınıfına yol gösterecek ve hareketin başını çekecek, sınıfın bağımsız siyaseti ile donanmış devrimci militanların sendikal hareket içinde bir çekim merkezi olamamasıdır. Böyle bir çekim merkezini oluşturabilmek için sendikalarda militan sınıf sendikacılığı temelinde uzun soluklu bir mücadele yürütülmesi gerekiyor. Tüm mücadeleci, öncü işçilere ve devrimcilere büyük sorumluluklar düşüyor.
Bu sorumluluklar diğer sendikalar içinde çalışanlar için ne ise KESK içinde çalışanlar için de aynıdır. Bürokrasiye karşı uzlaşmaz bir mücadele yürütülmesi, sendikaların ideolojik olarak burjuva devletten bağımsız olmasının sağlanması ve devletle iç içe sendikal faaliyet yürüten sendika bürokratlarının sendikalardan def edilmesi zorunludur. Sendikaların burjuva devletin yarattığı etkilerden kurtarılması ve sendikaların işçilerin öz örgütleri olma işlevine yeniden kavuşturulması, sendikaların kendi kitlelerine işçi sınıfının siyasetini taşır duruma getirilmesi amacıyla bıkmadan, usanmadan sendikalar içinde faaliyet yürütülmelidir. Tüm bunları başarabilmek, sendikalardaki öncü işçilerin sınıf bilinciyle donanması ve militan sınıf sendikacılığının ilkelerinden taviz vermeden amansız bir mücadele yürütmesiyle olanaklı olacaktır. Sendikaların tabanından başlayacak bu faaliyet ilerleyerek tüm sendikal mekanizmaları kuşatacaktır. Bunu başarmak işçilerin elindedir. Sendikalarımızı geri almak için mücadeleye atılalım!
[1] Bu konuda bakınız: Tuncay Alp, Sermayenin Yeni Bir Saldırısı: Kamu Personel Rejimi Tasarısı
link: Esin Pınarlı, Bir “Protesto” Işığında KESK’in Durumu, 5 Ocak 2004, https://marksist.net/node/1376
Kuzey Kıbrıs Seçimlerinin Ardından
3. Bölüm