İşçi sınıfı mücadelesinin başarısı açısından iki temel unsurun, yani Marksist dünya görüşüyle işçi sınıfının militan eyleminin birlikteliği elzemdir. Bu birliktelik, Batı Avrupa’da devrim dalgasının geri çekilmesiyle başlayan ve özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında gerek Stalinizmin egemenliği, gerekse kapitalist sistemin yeniden güç toplamasıyla karakterize olan olumsuz koşullar nedeniyle derin bir biçimde parçalandı. İşçi sınıfının devrimci eyleminden uzun bir süre boyunca yoksun kalan “teori” yozlaştı ve gerçek Marksist köklerinden koptu. Böylece, doğrudan doğruya bu yenilgi koşullarının ürünü olan bir sözde Marksizm akımı, özellikle Batı Avrupa ülkelerinin üniversite kürsülerinden yayılarak ortalığı kaplamaya başladı.
Birazcık Marksizm yağına bulanmış görünen sol entelektüeller için, yaşamın temel gerçeği, burjuva düzene ayak uydurma çabasından öte bir şey değildi. Bu kumaştan dokunmuş olan kişiler, bir yandan çalışma odalarının kapılarını burjuva düşüncesine, idealist felsefe çeşitlemelerine sonuna dek açarlarken, diğer yandan da yalnızca akademik araştırmalarının “bilimsel” cilâsı olacak bir yöntem düzeyine indirgemek koşuluyla Marksizmi kabul etmekteydiler.
İşçi sınıfının kapitalist düzen karşıtı mücadelesine sırtını dönerek, Marksizm konusunda ahkâm kesen sol entelektüalizmin, aslolanın dünyayı yorumlamak değil onu değiştirmek olduğunu söyleyen Marx’ı ne anlamak ne de kabul etmek gibi bir derdi vardı. Sahte söylem bulutlarının üzerinde gezinmeyip, ayaklarını yere basan ve dünyadaki sınıflı toplum gerçekliğini kavrayarak, açıkça sömürülenlerden yana militan tutum alan bir kimliği banal bulan “düşünürler”in derdi, kendilerini tatmin edecek “yüksek” düşünceleri arayıp bulmak oldu hep! Böyle bir arayış içinde, gerçek politikadan neredeyse tamamen uzaklaşarak Marksist politik mücadele üzerine fetva vermeye, kendilerine yarattıkları akademik âlemde birbirleriyle yarışmaya koyuldular. Çalışmaları, gün geçtikçe daha da anlaşılmaz bir dille kaleme alınan felsefe yazmalarına veya son tahlilde köhnemiş burjuva düzenin savunusundan başka bir şeye hizmet etmeyen sosyolojik araştırmalara vb. kayıp durdu. Marksist geçinen bu türden sol entelektüellerin sığınağı genelde Batı üniversiteleri oldu.
Stalinizme karşı sözde eleştirel bir tavır sergileyen bu “Marksizm”, aslında hiçbir zaman onunla ciddi bir hesaplaşmaya girişmemiş, tam tersine, işine geldiğinde uzlaşmıştı bile. Çünkü bu tür bir akım kendini var edebilmek için, bir yandan işçi hareketi içinde gerçek Marksist düşüncenin etkisinin zayıflamasından doğan boşluklara göz dikerken, öte yandan dünyada var olan güç odaklarını hesaba katmak zorundaydı. O nedenle, Marksizmin tutarlı bir savunusu söz konusu olduğunda, tam da kendi meşrebinden beklenileceği üzere yan çizen akademik Marksizmin, işine geldiğinde Stalinizmle bozuşup, işine geldiğinde barışmasında yadırganacak bir taraf bulunmuyordu. Bu gerçekliğin bir uzantısı olarak, en katı ortodoks geçinen Stalinistler bile, genelde örtük bir biçimde, bu sözde Marksizmin etkisine her daim açık olageldiler.
Ekonomik gelişme düzeyi, sosyal yapısı ve siyasi tarihinin taşıdığı özellikler nedeniyle Türkiye’de sosyalist hareket, resmî komünizmin yani Stalinizmin fazlasıyla etkisi altında biçimlenmişti. Bu yüzden, üzerinde yaşadığımız topraklarda genel olarak sosyalist çevreler, akademik Marksizme görece mesafeli bir duruşa sahipmiş gibi görünmekteydiler. Oysa gerçekte, onun ortaya saçtığı fikirler, Türkiye’de de eklektik bir tarzda mevcut siyasi düşünceler dağarcığına serpiştirilegelmişti. Fakat kuşkusuz ki, emperyalist-kapitalist sistemin dünyayı tam da Marx’ı doğrular biçimde tek bir dünya olarak alabildiğine yaygın ve derin bir biçimde kucaklayışının doruğa çıktığı ve bu arada “sosyalist” bloğun çökmeye başladığı 80’ler sonrasında, sözde Marksizmin ideolojik etkileri de daha global bir karakter kazandı. Akademik Marksizmden kaynaklanan düşünce dalgaları, Türkiye gibi ülkelerdeki sosyalistlerin kıyılarına daha çok vurmaya ve bu toprak parçalarını eskiye oranla daha fazla istilâ etmeye başladı.
Özellikle, gençlik yıllarında Marksist oldukları zehabına kapılıp, ilerleyen yaşlarında liberalizmin faziletlerini keşfeden eski sosyalist “kadrolar”ın, yenilenme adı altında yürüttükleri düşünsel ve yazınsal çabaların, bu istilâda rolü büyük oldu. Oysa güneşin altında hiçbir şey yeni değildi. Türkiye’de biraz gecikmeli de olsa, dönek Kautsky’lerin, liberal sosyalizmin fikir babası Bernstein’ların vb. kıymeti ve önemi keşfedilmeye başlandı. Gençliklerinin bir dönemini devrimci mücadelenin “dikenli” yollarında “örseleyip”, orta yaşlarında geçmişlerine vah edenler, çocuklarına o “kaka” yollara sapmamalarını öğütleyen masalcı amca ve teyzelere dönüşmüşlerdi. Eski revizyonistlerin ve döneklerin bayatlamış fikirleriyle bilimsel komünizmin defterini dürebilme tutkusu, ülkemize de akademik Marksizmin açtığı yoldan yürümeyi artık bir onur sayan nice “yetişkin” sosyalist kazandırdı!
Bernstein ve benzeri revizyonistlerin izini süren “Marksistler”, özellikle 80’li yılların sonlarından itibaren seslerini yükseltmeye başlayarak, kapitalizmin artık istikrarlı bir şekilde büyüdüğünü, burjuva devletin demokratik baskılara daha duyarlı hale geldiğini, işçi sınıfının yaşam standartlarının yükseldiğini ve böylece yeni bir orta sınıfın oluştuğunu iddia ettiler. Bu türden “Marksistler”in asıl derdi, Marx’ın şu ya da bu konuda yanıldığı doğrultusunda geviş getirerek, artık Marksizmin devrimci fikirlerinin geçerli olamayacağını genç kuşakların beynine kazımaktı.
Yaşadığımız dönemin sorunlarını yeni gelişmelerin ışığında çözümleme iddiasıyla çıkışlar yapan sol entelektüellerin siyasal oturakları, aslında hiç de yeni düşüncelerin renklendirdiği bir parlaklığa sahip değildi. Marksizmi dünyayı değiştirmenin aracı olan bir eylem felsefesi olmaktan çıkartıp, liberal muhalefet derekesine indirgemeye çalışan kürsü sosyalistleri, sistematik ve ince vuruşlarla onun “çıkıntılı” yönlerini tıraşlayarak, kendi doktora tezlerinin rekabet konusu haline getirdiler. Kalkış noktası Marx’ın görüşlerinin incelenmesi olan, fakat aslında onu artık “çağdışı” olmuş bir düşünür olarak tanıtmaya kafa yoran bu türden çalışmalar, kimi okumuş aptalların cazibesine kapıldıkları bir teorik “zenginlik” kaynağı oluşturdu! Üstelik, ortaya konulan çalışma ne denli anlaşılmaz ise ve ne denli çapraşık bir özel felsefe diline sahipse itibarı da o ölçüde arttı! “Post-Marksist”, “yapısalcı”, “post-yapısalcı” vb. etiketleriyle piyasaya sürülen felsefe safsataları, ne anlama geldiği bilinemediği ölçüde prim yapmaya başladı.
Marx’ın çeşitli sorunların ayrı ayrı tanımlanmasını eksik bıraktığını iddia ederek, birbirinden kopuk tanımsal yaklaşımlar peşinde koşan “Marksist” akademisyenlerin marifetiyle, boş lâflardan oluşan sözümona bir düşünce dünyası yaratıldı. Toplumsal yaşamın çeşitli olguları, bütünden soyutlanarak, kendi başına bir anlam ifade eden varlıklar haline getirildi. Böylece, ancak birbirleriyle karşılıklı ilişkileri içinde ele alındığında gerçekliğe yaklaşabilecek olan kavramların da içi boşaltıldı. Marksizmden ve onun diyalektik ve tarihsel materyalist yönteminden bu kopuş sonucunda, akademik Marksizme, deneyin rolünü metafizik bir tutumla mutlaklaştıran ampirizm, nesnel gerçeklikten kaçış içindeki sözde bilimi yücelten pozitivizm, kısacası Marksizm öncesi dönemin felsefi spekülasyon tarzı damgasını bastı. “İcat edilen” teoriler, gerçek toplumsal gelişme eğilimlerini aydınlatabilir olmaktan çıktı. Araştırdığı nesneden kopuk ve salt söylem düzeyine indirgenmiş soyut bir metodoloji tartışması akademik piyasada egemenliğini ilân etti. Tarihsel ve toplumsal olguların kabaca ortaya çıkan yanıltıcı görüntülerine aldanmayıp, bunların derinine inmeye çalışan ve iç bağıntılarını, karşılıklı etkileşimlerini açığa çıkartan Marksist yöntemin bilimsel yaklaşımı yetersiz bulundu! Karşılığında ise ortalığı, akademik Marksizmin o “engin” yöntemsel incelemelerinin sonucu olarak birbirleriyle rekabet halinde havada uçuşan içi boş tanımlamalar, genellemeler kaplayıverdi.
Her düşünce akımı için geçerli olduğu gibi, Marksizmin de, günün gereklerine yanıt getirmek üzere gözden geçirilmesi ve zenginleştirilmesi vazgeçilmez bir görevdir. Ne var ki, bu türden bir gerekliliğin ardına sığınarak zihinleri bulandıran ve önemli tahribatlara neden olan revizyonizm sevdalıları karşısında da uyanıklığı elden bırakmamalı.
Marksizmi revize eden düşünürleri rahatsız eden temel unsur, düşünsel ve siyasi çalışmalarda tercihin net bir biçimde proletaryadan yana yapılması olmuştur. Bu rahatsızlıklarını sınıflararası uzlaşma eğilimini her alanda öne çıkararak hafifletme uğraşı içindedirler. Gerçek toplumsal yaşamda var olmayan sınıflararası birlik unsurunu, kendi “felsefi” dünyasında tesis etme cambazlığı içindeki revizyonizm, burjuva ideolojisine hayat veren eklektik bir niteliğe sahiptir. Sınıf mücadelesinin gerçek çelişkilerini kavramayı sağlayan diyalektik materyalizmden duyduğu endişe nedeniyle, fikir jimnastiğini bilinçli olarak gerçekliğin bütünselliğinden kopartılmış ve çarpıtılmış tarzda sürdürür. Bu nedenle “yeni çözümlemeler” etiketi altında piyasaya sürülen revizyonist görüşler, daha önceleri Marksizm tarafından defalarca çürütülmüş bölük pörçük fikir kırıntılarıdır.
Revizyonizm bağlamında sanat icra eden “Marksizm” profesörlerinin, devrimci işçi hareketinin önemli bir gerileyiş içine girdiği tüm konjonktürlerde, işçi sınıfının devrimci misyonundan hepten umut kesilmesi gerektiği yolunda ahkâm kesmeleri boşuna değildir. Zira kapitalist toplumda sınıflarüstü bir entelektüel aktivite gerçekten de olanaksızdır. Toplumsal olguları “salt” işçi sınıfının bakış açısından ele almaktan utanç duyan aydınların, bastırılmış tüm duyguları, öfkeleri, özlemleri, işçi sınıfı hareketinin yükseliş döneminde üzerlerine bindirdiği basıncın öcünü alırcasına, gerileme dönemlerinde dışa vurmaktadır. Bu nedenle, bir dönem Marksizm yağına bulanmış görünen ve güya işçi sınıfı mücadelesinden yana çıkan aydınların, dönem değiştiğinde açık birer Marksizm karşıtı olarak belirivermeleri şaşırtıcı değildir.
İncelediğimiz konuyla ilgili somut bir örnek vermek gerekirse, Fransız yazar André Gorz’un 1980 tarihinde yayınlanan ve daha sonra burjuvazinin işçi sınıfına ideolojik saldırısını yükseltmesiyle birlikte ünlenen Elveda Proletarya adlı kitabını hatırlatabiliriz. Adının neredeyse bir simge haline gelmesi nedeniyle, işçi sınıfının varlığını ve önemini gözlerden gizlemeye yönelik tutumu bu kitabın adıyla anmaktayız. Aslında Gorz’un değerlendirmeleri bütünsellikten ve iç tutarlılıktan yoksundur ve bilimsel ciddiyetten uzaktır. Bu nedenle de onun görüşleri bizce doğrudan bir önem taşımıyor. Ne var ki, genel çerçevesini çizmeye çalıştığımız akademik Marksizmin piyasasında cereyan eden arz ve talep faaliyetleri bakımından onun kitabı, konumuz açısından ilginç bir örnek oluşturuyor. Ayrıca, bilimsel açıdan bir değer taşımasalar dahi bu türden kitaplar, burjuvazinin, gerek bir bütün olarak işçi sınıfının, gerekse sınıfın sendikalı ve örgütlü kesimlerinin önemini gözden düşürmeye yönelik sinsi ideolojik kampanyalarında bilinç bulandırmaya hizmet ediyorlar.
Örneğin, diğer bazı yazarların utangaç bir biçimde, taksit taksit gözden düşürmeye çalıştıkları işçi sınıfı olgusunu Gorz, kökünden halletmeye girişmiştir. Bir “bilim adamı”nın kararlılığıyla kılıcını çekivermiş ve Marksizmin yarattığı “proletarya illüzyonu”na neden olan perdeyi paramparça edivermiştir! Gorz’a göre, kapitalizmin ortaya çıkardığı işçi sınıfı, kendisini sermayenin üretimci mantığıyla özdeşleştirmiştir; sermayenin bir kopyasıdır ve bu niteliği gereği toplumsal dönüşümü o sağlayamaz. Ona göre, geleneksel işçi sınıfı artık ayrıcalıklı bir azınlıktan başka bir şey değildir. Marx’ın ortaya koyduğu tarihsel özne (sanayi proletaryası) ölmüştür ve yeni bir tarihsel özne ortaya çıkmıştır: sanayi sonrası proleterlerin “olmayan-sınıfı”. Gorz’a göre dönüşümü sağlayacak itici güç, işte bu olmayan-sınıftır; yeni bir toplumun taslağı gibi görünen yeni bir lumpen proletaryadır.[1]
Kapitalist gelişmenin dünya ölçeğinde aktif ve yedek sanayi orduları yaratarak büyütmekte olduğu işçi sınıfı karşısında Gorz gibiler büyük bir iç rahatsızlığı geçirmektedirler. Marksizme ve proletaryaya öfke duymaktadırlar. Gerçekler dünyasından kaçış eğilimi içindedirler. Örneğin Gorz’un düşünsel dünyasında, Marksizmin tanımladığı gibi bir işçi sınıfı gerçeği, ne geçmişe ne de kendi dönemine ilişkin olarak yer almaktadır. Ve onun ruhu, yaşadığı âlemden dış dünyaya seslenirken, geçmişe ve geleceğe yönelik ikili bir uyarı misyonuyla dopdoludur: Geçmişi düşünecek olursanız, şunu bilin ki (çünkü bay Gorz gibi otoriteler buyuruyor!) proletarya diye bir şey yoktu; o bir mitostan ibaretti! Şayet geleceği kavramak istiyorsanız, o takdirde de bilmelisiniz ki işçi sınıfı denen şey, kapitalist gelişme sonucunda üretim sürecinden işçinin kovulmasıyla artık tarihe karışmıştır! Geçmişin üretken kolektif işçi sınıfının yerini, artık “olmayan-işçilerin olmayan-sınıfı” almıştır!
Kapitalizmin sayılarını durmadan arttırdığı özel bir vasıf gerektirmeyen işlerde çalışan işçileri ve kocaman bir işsizler ordusunu (işçi sınıfının bu parçasını!), sınıfın tümüne “elveda” demenin “bilimsel” gerekçesi olarak sunabilmek için en azından Gorz kadar “cüretkâr” olmak gerekiyordu. Ya da Marksizmden tamamen bihaber olmak...
Gorz’a göre, insanın özgürleşmesinin önündeki engel sanki kapitalist sömürü sistemi değil de üretim araçlarıdır (!). Ve dolayısıyla, proletarya bir sınıf olarak Marksizmin aydınlattığı yoldan iktidara yürürse, sermayenin bir kopyası olur ve kapitalist üretim ilişkilerinin bir benzerini yaratır (!). Gorz, kapitalizmin mülksüzleştirdiği işçinin kurtuluşunu sağlayacak işçi iktidarını, onu birey olarak yok edecek bir sistem olarak sunmaktadır. Bu nedenle de ona göre işçilere gerekli olan Marksist düşünce değil, “bireyselleşme, özerkleşme”dir (!). Kısacası, Gorz benzeri aydınlar, ya sözde sosyalist ülkelerin yarattığı ideolojiyi Marksizm kabul ederek ya da istedikleri gibi kötüleyebilecekleri bir “Marksizm” icat ederek, proletaryanın devrimci hedeflerine eleştiri oklarını yöneltmektedirler. Bu türden aydın gevezelikleri için Stalinist diktatörlükler yeterince fırsat vermiş olsa da, bunların asıl derdi bürokratik diktatörlükler değil, bunları bahane ederek Marksizme saldırabilmektir.
Proletaryanın devrimci misyonuna yönelik ideolojik saldırının “hümanist” ambalajlara sarılmış çeşitlemelerini savunanlar, insanın özgürleşmesi hedefini gerçekleştirebilecek yegâne yolun işçi sınıfının örgütlü devrimci mücadelesinden geçtiği düşüncesinden nefret ediyorlar. Bunlar “bireyselleşme” vurgusunu, özgürlük cennetinin kapılarını açacak sihirli bir anahtar gibi sunuyorlar. Tuzu kuru aydınlar, Marksizmi insan özgürlüğüne ters bir kolektivizm biçiminde tanımlayıp, özgürlük konusunda geveledikleri boş sözlerle burjuva egemenliğinin can yakan gerçekliklerini ısrarla göz ardı ediyorlar.
Marksizmi sözde benimser görünüp de, onun yeterli ölçüde hümanizm içermediğini ve bu nedenle biraz burjuva ideolojisinin bireysel özgürlük sosuna bulanmış bir “Marksizmin” kitlelere daha cazip geleceğini düşünen sözümona sosyalistler ise, ideolojik bağlamda açık anti-Marksistlerden daha büyük bir tehlike kaynağı oluşturuyor. Çünkü Marksist geçindikleri halde, aslında ileri sürdükleri savlarla gerçekten de antipatik bir Marksizm icat etmektedirler. İnsanın gerçek kurtuluşunun, insanlığın gerçek özgürlük döneminin nasıl sağlanabileceğinin yolunu gösteren Marksizm, insan unsurunu önemsemeyen, ekonomik gelişme uğruna bireyin özgürlüğünü feda eden bir ideoloji gibi sunulmaktadır. Böyle bir sonuca hizmet edenlerin iddialarını dayandırabilecekleri gerçek veriler de olmadığından, akla gelebilecek türlü çeşitli safsatalar, sözde bilimsel kanıt olarak ileri sürülmekte, kimi zaman iş artık gülünçlük derecesine vardırılmaktadır.
Kendi ayrıcalıklı konumları sayesinde burjuva egemenlik sisteminden gerçek bir rahatsızlık duymayan burjuva aydınlar, aslında burjuva ideolojisiyle pekâlâ da barış içinde bir arada yaşarlar. Geniş emekçi kitleleri ilgilendiren özgürlüğün, ancak bu kitlelerin kolektif mücadelesiyle kazanılabileceği gerçeğine sırtlarını dönerler. Böyle bir mücadele verilmeksizin de bireyin özgürleşmesinin mümkün olabileceği yalanına sarılırlar. Kapitalist egemenlik altında bireysel özgürlüğü olanaksız kılan üretim ilişkilerinin özünü anlamamazlıktan gelerek ve sınıflı toplumlara ait olan birey-toplum çelişkisinin üzerinden atlayarak, toplumsal sistemden soyutlanmış sözümona bir bireyselleşme-özerkleşme düşü icat ederler. Oysa, birey-toplum çelişkisinin aşılarak, gerçekte toplumsal bir varlık olan insan türünün, bireyin özgürlüğünü mümkün kılacak sınıfsız ve sömürüsüz bir toplumsal düzen içinde yaşamasının yolunu gösteren biricik dünya görüşü Marksizmdir.
Gorz, modern kapitalizmde üretim işinin, artık özerkliği ve teknik gücü olmayan atomlaşmış bir işçi kitlesi tarafından sağlandığını belirterek, bu görüşünü proletaryaya veda etmenin gerekçesi olarak ileri sürüyordu. Ona göre, manüfaktür döneminde vasıflı işçilerin ya da eski işçi aristokrasinin bilinçlenme ve iktidar olabilmesinin maddi temeli varmış. Ama daha sonra modern fabrika üretiminde sıradan binlerce işçinin bilinçlenme ve iktidar olabilme olanağı ortadan kalkmış. Artık işçi fabrikada egemen olamazmış. Artık fabrika ekonomik birim değilmiş. O nedenle de “fabrikalar işçilerindir” düşüncesi ya da “işçi konseyleri iktidarı” bir hayal olmuş.[2] Gorz, büyük ölçekli fabrikalara baktığında yalnızca kışla disiplinini görmek istemekte, kapitalist gelişmenin binlerce işçiyi sıradanlaştırarak büyük işletmelerde bir araya getirmesini Marksizmin fos çıktığının bir kanıtıymış gibi ele alabilmekteydi. Doğrusu, kapitalist sürecin gelişimine ve bu süreç içinde işçi sınıfının kapsamı ve rolüne ilişkin Marksist çözümlemeler olmasaydı, Gorz gibilerin dünyamıza serpiştirdikleri düşünceleri “bilim” adına sahiplenmek belki de mümkün olacaktı! Tıpkı, bu tür saçmalıkların, Marksizmi kendi kaynaklarından okumamaya ve incelememeye yeminli kimi “eğitimli” kişilere oldukça cazip gelmesi gibi.
Sonuç olarak, Gorz ve benzerleri, bizzat Marksizmin işaret ettiği olguları onun kestiremediği gelişmeler diye sunmakta, Marx’ın merhaba proletarya diyerek karşıladığı modern sanayinin sonuçlarını birer “elveda” gerekçesi kılığına sokmaktadırlar. Aslında, işçi sınıfı hareketinin önemli bir gerileme içine girdiği dönemlerde, tam bir yenilgi psikolojisiyle siyasal açıdan düzene teslim olanların, kendilerini haklı çıkartma çabasıyla, sınıfın yok olmakta olduğunu söylemeleri daha önceleri de defalarca görülmüştür. İşte bu nedenle diyoruz ki, proletaryaya yöneltilen “elveda” mesajları ne bir yenilik taşımaktadır, ne ilktir ne de son olacaktır. Fakat bereket ki, Marksizmin kapitalist gelişme sürecini ve geçmişten geleceğe ilerleyişi içinde işçi sınıfı gerçeğini aydınlatan ışığı parıldamayı sürdürüyor...
[1] André Gorz, Elveda Proletarya, Afa Yay., Mart 1986, s.74
[2] bkz. A. Gorz, age, s.45-47
link: Elif Çağlı, Proletaryaya Veda Eden Akademik Marksizm, 1 Ekim 1999, https://marksist.net/node/498