Yaklaşık 150 yıl önce Marx ve Engels tarafından kaleme alınan Komünist Manifesto, “Avrupa’nın üzerinde bir heyulâ dolaşıyor: Komünizm” diye başlıyordu. İşçi sınıfının kapitalist sömürü düzenini ortadan kaldıracak tarihsel eylemi demek olan bu komünizm heyulası, Manifesto’nun yazılışından sonra geçen uzun yıllar içinde yalnızca Avrupa’da değil, neredeyse tüm kıtalarda varlığını hissettirdi. İşçi sınıfının eylem grafiğinde, 1917 Ekim Devrimi yükselişin tepe noktasını temsil etmekteydi. Gerçekten proletaryanın katıldığı ve doğrudan onun inisiyatifinde gelişip, onun iktidarıyla taçlanan bir işçi devrimiydi 1917 Ekimi.
Ne var ki, bu büyük işçi devrimi ve onun ürünü olarak tarih sahnesine çıkan işçi devleti (işçi sovyetleri iktidarı), çok kısa bir zaman sonra, içten yürüyen bürokratik bir karşı-devrimle tasfiye edildi. Nice proleter devrimci önder ve militan bu karşı-devrim sürecinde yok edildi. Ulusal ölçekte “sosyalist” bir toplum kurmak adına, despotik-bürokratik bir devlet düzeni egemen kılındı. Stalinizm (resmî komünizm), ideolojik düzeyde ve pratik politikada uzun bir zaman dilimine damgasını vurdu. Sosyalist mücadele tarihinin bu karanlık döneminin en başta gelen aktörü Stalin’in adıyla özdeşleşmiş bulunan bürokratik egemenlik, dünya işçi hareketine ve komünist mücadeleye büyük zararlar verdi. Dünya burjuvazisi, Batı’daki işçi hareketini engellemek ve zayıflatabilmek için, Sovyetler Birliği’nde Stalinizmin sosyalizm karşıtı tüm uygulamalarını, kendi çıkarları doğrultusunda propaganda malzemesi yaptı. Marksizmin üzerine bir karabasan gibi çöken Stalinizm, böylece hem ideolojik bakımdan burjuvazinin elini güçlendirdi hem de sunduğu olumsuz örnekle, dünyadaki sosyalizm mücadelesinin önünde fiilî engel oluşturdu.
Stalinizmin yarattığı tahribatın yanı sıra, aslında işi Marksizm düşmanlığına kadar vardıran sözde Marksist entelektüellerin oluşturduğu ideolojik atmosfer de, komünist mücadeleyi gözden düşürme çabasında dünya burjuvazisine zengin bir malzeme sunmaktaydı. Derken, despotik-bürokratik diktatörlüklerin birer birer çöktüğü ve eski resmî komünist partilerin tarihe karıştığı bir siyasi kaos ortamı çıkageldi. Stalinizmin uzun yıllar boyunca Marksizmde yaratmış olduğu tahribatı ikinci plana itercesine, Marksist düşünceye yönelik çok daha açık bir saldırı dönemi başlatıldı. Bu dönemde, burjuva kampın ideolojik saldırı kampanyası daha önce görülmemiş boyutlara ulaştı. “Marksizmin öldüğü” nakaratını her fırsatta yineleyen burjuva ideologlarının sosyalizme karşı başlattıkları bu haçlı seferi döneminde, nihayet bir sınıf olarak “proletaryanın da öldüğü”nün ilânı moda oldu. Böylece, bir zamanlar burjuvalara şu ya da bu ölçüde korkulu günler ve dönemler yaşatmış olan işçi sınıfından topyekûn kurtuluşun yolu açılıyordu sanki!..
Ama yürütülen propagandanın tüm şiddetine, yaygınlığına ve etkisine rağmen, burjuvazinin bu hevesi gerçekte bir seraptan ibaretti. Çünkü, sosyalist denilen rejimlerin çöküşünü takip eden yıllarla birlikte, yavaş biçimde de olsa yine belini doğrultmaya başlayan işçi hareketi, dünya burjuvazisinin tarihsel huzursuzluk kaynağının kurumadığını ve kurumayacağını gözler önüne seriyordu.
Buna rağmen, “artık ideolojilerin devri geçti” diyerek, gerçekte burjuva ideolojisinin egemenliğini pekiştirmeye soyunan Fukuyama benzeri uyanık ideologlar, kapitalizmin sonunda ölümsüzlük iksirini bulduğu masallarıyla kafa ütülediler. Tarihin Sonu makalesiyle ünlenen Francis Fukuyama, Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerindeki çöküşü ve Çin’deki liberalleşmeyi, artık tarihin bitmekte olduğu şeklinde yorumladı. Ona göre, komünizmin bunalımıyla birlikte liberalizmin önündeki tüm engeller kalkmıştı ve böylece artık ideolojilerin yerini kapitalizmin ekonomik gelişme çabası alacaktı. Kendi bunalımlarına çözüm bulamadığı ve hiçbir zaman da bulamayacağı için, Stalinist rejimlerin çöküşünü tarihsel bir fırsat olarak değerlendirmeye çalışan dünya kapitalist sisteminin boş propaganda balonu böylece bir süre havada dalgalandı durdu.
Fakat işin gerçeğinde, bu balon, içten içe mayalanan bir ekonomik ve siyasal krizin su yüzüne çıkıp zehirli iğnesiyle kendini patlatıvereceği günleri beklemeye yazgılıdır. Sonunda bu balon patlayacaktır. Kapitalist ekonominin yükseliş kaydettiği bir dönem boyunca, kendi sistemine güven tazeleyen burjuvazinin görmezden gelmeye, yok saymaya çalıştığı işçi sınıfı, şimdi çeşitli ülkelerde tekrar yavaş yavaş atağa geçmeye hazırlanan hareketiyle dünyaya şöyle sesleniyor: Son gülen, iyi güler!
Kapitalist gelişme, kırı çözerek, emekçiyi proleterleştirerek, eski üretim tarzlarını ve ilişkilerini tarihe gömerek, tek bir kapitalist dünya sistemi yarattı. Böyle bir dünyada, işçi sınıfının gücünü görmezden gelmeye ya da gölgelemeye çalışan yaklaşımlar artık tamamen kendilerini kandırıyorlar. Çünkü gerçekte bugün tüm dünya nüfusu içinde ağırlığını hissettiren sınıf proletaryadır. Bu nedenle, Türkiye sol hareketinin yakın geçmişinde olduğu gibi, köylülüğün ağır bastığı gerekçesiyle egemen kılınmaya çalışılan, Stalinist “aşamalı devrim” benzeri anlayışların üzerine basabileceği bir zemin de kalmadı.
Globalleşen kapitalist sömürü düzeninin tehlike çanlarını, küçük-burjuvazinin ağır bastığı “halk ittifakları” değil, globalleşen proletarya çalıyor. İşte bu kitapta amacımız, Marksizmin parıldayan bilimsel ışığı altında, işçi sınıfı gerçeğini çeşitli yönleriyle aydınlatabilmektir. Burjuva istatistiklerinin çarpıtmalarına aldanmaksızın ve okuyucuyu rakamlara boğmaksızın, Marksist teorinin çözümlemeleri temelinde yürütülen bu çalışmanın ortaya koyduğu yalın gerçek şudur: Ona veda etmek isteyenlere ya da olduğundan küçük göstermeye çalışanlara inat, işçi sınıfı büyüyor.
Ekim 1999
link: Elif Çağlı, Önsöz, Ekim 1999, https://marksist.net/node/497